Margaret Atwood’un 1985 yılında yazdığı romandan esinlenen The Handmaid's Tale dizisi, Amerika’da kurulmuş distopik bir rejimi anlatır. Gilead Cumhuriyeti, radikal biçimde ataerkil ve totaliter bir dünyadır. Siyasal ve sosyal yapı fütürist öğelere yaslanır; şiddet, teknoloji, hız, değişim ve modernizm önemli görülür. Aynı zamanda teonomik bir rejimdir bu, yani yasalar ve etik çerçeve Hıristiyan teolojisindeki Tanrı’ya dayanır.
Gilead aslında faşist rejim pratiklerini de barındırır: imgeler, kamusal ritüeller, hiyerarşik yapı ve üstün ırk ideolojisi bunlar arasındadır. Denetim, kontrol ve cezalandırma gündelik hayatın her hücresine sızmıştır. Rejim şiddet ve baskıyla yaşar. Kadınlar sosyal-siyasal hayatta görünür olamazlar. Kadınların toplumsal rolü sadece aile, annelik ve doğurganlık üzerinden tanımlanır. Gilead, doğum oranlarını sürekli yükseltmek ister ve bu nedenle her tür doğum kontrol yöntemini yasaklamıştır. Damızlıklar ise, aristokrat-bürokrat ailelerin ve yüksek rütbeli komutanların doğum makinelerine dönüşmüş kölelerdir. Gilead’da rejimin işleyişine karşı çıkanlar işkenceye uğrar, idam edilir ya da kimyasallarla dolu koloni topraklarında çalışmaya gönderilirler.
Margaret Atwood toplumsal cinsiyet meselesini merkeze alan distopik bir dünya kurgulamıştır. Fakat yaşadığımız dünyaya bakınca bunu çeşitlendirebiliriz. Milliyetçilik ve ırkçılık üzerinden düşünelim.
Belli ki milliyetçilerin yeni Türkiye’sinde de bir Gilead arzusu var.
Milliyetçiler kendi Gilead cumhuriyetlerinde keyfî yönetime dayanan tek adam rejimine yer olmadığını söylüyor. Hukuksal ve bürokratik yapısı paramparça olmuş bir devleti kurtarmak için yola çıktıklarını iddia ediyorlar. Milliyetçilerin Gilead rejiminde başka neler var?
Son günlerde anlıyoruz ki, milliyetçilerin Gilead’ında beyaz toroslar var. Linç var. Nefret var. Mutlak bir ırkçılık var. Ötekilere yer yok. Mesela Kürtler öyle bir var olmalılar ki, yokmuş gibi olmalılar. Hiç olmamış gibi olmalılar. Tıpkı Ermeniler ve Rumlar gibi.
Milliyetçi Gilead’da yasalar ve etik, Tanrı değilse de kutsal bir devlet adına oluşturulmalı. Her şey devlet adına, devlet için, devlet tarafından olmalı. Bundan başka hiçbir yüce değer olmamalı. Sermaye ve mülk, rejimin temeli değilmiş gibi yapılmalı. Vatanseverlik en başta halkın genel yararını düşünmek değil, daha çok ötekine beslenen düşmanlık derecisiyle ilgili olmalı. Burada ötekine ne kadar nefret yüklüyseniz o kadar vatanseversinizdir.
Ötekilere karşı bu tutum hafife alınmamalı çünkü bu öyle güçlü bir itki ki başkanlık rejimi ve siyasal değerleri daha büyük bir kâbus olarak görünmez. 7 Haziran 2015 seçimlerinden beri yaşadığımız gerçeklik tam da bu.
Belli ki milliyetçi-muhafazakârların Gilead distopyası bir otoimmün rahatsızlığına sahip. Milliyetçi ve ırkçı siyasal genetik toplumsal bünyedeki çeşitliliğe tahammül edemez. Burada bağışlılık sistemi öyle bir raddeye yükselmiştir ki vücudun kendi organlarını ve dokularını yabancı olarak algılar. Sürekli saldırmaya ve yok etmeye çalışır.
Aslında Türkiye’deki siyasal damar eskiden beri bu gerçekliği genetiğinde taşıyor. Milliyetçilerin Gilead’ında yeni olan bir şey yok. Toplumsal kesimler içinde sadece başka bir distopya önermiş oluyorlar. Oysa toplumsal bütünlüğün çeşitliliğini kabul etmeyen siyasal ethoslar, mevcut bünyeyi tehlike olarak görüp, iflah olmaz acılar yaratmaya mahkûmlar.