Ceset ne soğuk bir kelime. Üç gün önce konuştuğun bir yakınının şimdi bedeni ceset olarak adlandırılıyor. Nasıl üzüleceğimize ilişkin bütün yollar askıya alınmış gibi. Antakya olağandışı bir felaket senaryosunda gerçekliğin askıya alınması ile biraz sonra uyanacağımızı varsaydığımız kâbusu andırıyordu. Sevinecek tek şey canlı olarak çıkarılan birkaç insana ilişkin hayat belirtileriydi. Medya canavarına servis edilen enkazdan kurtarılanların bazen bembeyaz bazen morarmış bedenleri gözümün önünde sedyelerle ambulanslara bindirilip bir belirsizliğe doğru kayboluyordu. Kurtarma faaliyetlerine katıldığım enkazlarda akrabalarımın da bulunduğuna ilişkin bilgileri sonradan öğrenmek, toplu mezarlar ve güzelim Antakya’nın cesetleşen sokakları ile yok olan halkı olağanüstü bir tanıklık ve öfke biriktiriyordu. Dahası, kurtarma faaliyetleri, yakınlarının enkaz altında canlı olduğuna ilişkin belirtiler ile beklemeye mahkûm insanların çaresizliği, magazin haberleri kıvamında cesetlerimize ve başımıza gelenlere bakan muhabirleri gördüğümde bir kez daha yönsüzlük, çaresizlik ve öfke akın ediyordu. Hocam Ertuğrul Rufai Turan, Sofokles’in bir metninde gözlerini kör eden karakterin aslında söylemek istediğini bilgece aktarmıştı: “Görme bitti.” Gerçek tecrübe ve onun temsili arasında şiddete içkin bir motif var sanırım. Nitekim yer aldığım bazı kurtarma haberlerini sonradan izledim ve artık kesin olarak “medya olaylarımızı kaybettiriyor” tespitine katılıyorum. Olaylarımızın yaşandığı zaman ile hayatın akışa mecbur mevcut seyri arasında şimdi bir boşluk duruyor. Bu boşluk çoğu insanın uzunca bir süre hissettiği ve hissedeceği duygu. Ve bu, hayatta kalmanın da tuhaf bir suçluluğunu paylaşmaya içkin. Artık herkes kendi başına ve ağır tecrübe ettiğimiz şeyin patikalarının ana yollarından fazlaca tahribat yüklü olduğunu biliyoruz. En azından depremden canlı kurtulan “şanslı”lar için durum bu. Televizyonda gördüğü(müz) haberlerin insanın tecrübesini ezmeye bu kadar teşne olduğu ve kendi olaylarımızı gözümüzün önünde erittiği, yok ettiği bir tahribat bu kadar aşikâr mıydı bilmiyorum.
Adıyaman, Maraş, Antakya hayalet kent olmaktan öte kimsesiz bir enkaza dönüştü. Gönüllü insanların olağanüstü çabası insanlığa dair bir kez daha umudu tazelese de öylesine ağır ki gördüğümüz; yaşadığımız bir tür işkenceye dönüştü. Bir yandan tek bir kişiyi daha enkazdan çıkartmaya dair umut olağanüstü bir dayanışma içinde eşi görülmemiş halde sürerken diğer yandan onlarca insan bedeni sokakta cansız battaniyelere sarılı halde kimsesizdi. Ne düşüneceğini, ne hissedeceğini kaybeden bizler, adına “felaket” denen ama aşikâr “toplu cinayetlerin” odağındaydık. Artık emin olduğum bir şey var: Devlet denen organizasyon biraz da bizi enkaz altında bırakmak için. Çocukluğumun Antakya’sı, Kırıkhan’ı, akrabalarım, tanıdığım tanımadığım bir sürü insan, mekân, anı, hayvan, doğa kaderine terk edildi. Çaresizlik ve acı içinde ama yine de enkazlardan bir umutla yakınlarını çıkartmaya çalışan olağanüstü bir çabanın yüzüstü bırakılmış yurttaşlarıyız artık. Sanki devlet denen aygıt yurttaş olduğumuzu çoktan unutmuş, her enkaz başında nerede devlet, nerede kurumlar, AFAD, Kızılay, ordu yakarışları uluorta duruyordu. Hiçbir canlı türüne reva görülemeyecek türden olamaz olanın tanığıydık. Az ileride annesi, babası, eşi, kardeşi, teyzesi, amcası, arkadaşı enkazlarda kalmış bir sürü insanla Antakya’da bir kıyameti yaşıyorduk. İşkence insanlık suçudur derler; gözümüzün önünde oldu ve izledik, izlettirildi.
Bu yüzyılın önemli olaylarından biri de sanırım televizüel olarak izlediğimiz bu toplu cinayetler artık. Henüz farkında olamadığımız bu durum bir problem olarak çoktan yerini aldı. Nitekim bir toplumu travmatize etmenin en açık yanı uluorta adalet duygusuna darbe vurmak ve onu çaresizlikte ortaklaşan bir yığına dönüştürmek sanırım.[1] Nobran ve çıkar odaklı bir yönetme aygıtının felç ettiği toplumsal alan kendisine dikte edilen bu hayal kırıklığının üstesinden nasıl gelecek zaman gösterecektir. Hayal kırıklığımız, tükenmeler ve çaresizliğimizden bizi tutan bir hakikat siyaseti ile geride bıraktıklarımızın gömülme hakkını bile kendisine teslim edemediğimiz “can”larımıza teslim edilecek bir umut ve tasavvura ihtiyacımız var. Bedenimiz ve ruhumuzun çoktan enkaz altında kaldığı bu anda acıların düzene yem edilemeyeceği bir hakikat siyaseti olmak zorunda. Nihai olarak hayatlarımız üzerinde pervasızca kumar oynayan, birlikte yaşadığımız dünyayı enkaza çeviren bir tahribat düzeneği içinde savrulup duruyoruz. Nitekim bu düzenek içinde şimdilerde oy sandıklarına indirgenmiş bir seçeneksizliğin kör hesaplaşmasına tanıklık ediyoruz. Bu yüzden ölülerimizin de, yaşayanlarımızın da istatistikî bir veriye tahvil edil(e)meyeceği kolektif bir çağrıya ihtiyaç var. Çünkü artık yerleşik tüm siyasal edimlerde hesaba gelmez bir gedik açıldı, var artık: Bir sabah uyanamayabilir, tüm sevdikleri enkazlarda kalabilir dahası topyekûn bir çaresizliğe mecbur bırakılabilirler. İnsan haysiyeti ile insanlığın ortak değerlerini eriten bu tahribatın ancak buralardan kurulacak bir kolektif siyasal tasarıyla üstesinden gelinebilir. Herkes için adil bir ölüm, en azından adil bir gömülme hakkı teslim edecek bir hakikat siyaseti olanaklının sahasına girmezse seferber edilen çaresizlikten veya retorik bir yakınmadan ötesi olmayacaktır. Misal annesi ve babasını kaybeden (9 yaş) yakınımın “Annem sesimi duyarsa belki kalkar,” demesinin acısına hiçbir çözüm sunamayacağız. “Akademi sokak”ta bir genç kadın teyzesinin enkazını ararken “bunun olmaması gerekirdi ama niye oldu” çaresizliğini ve bir başka enkazda bir babanın 21 yaşındaki oğlunun bedenini enkazda beklerken “Daha yeni araba almıştım, ben onun odasına nasıl gireceğim şimdi, nasıl?” demesini, enkaz altında anne ve babasının kurtulması için altı gün boyunca olağanüstü çabayla ailesini bu çarpık nobranlığa kurban veren pırıl pırıl Büşra’yı, “Altı gün sonunda annemi ve babamı çıkarttık ama kedi-köpek yemesin diye iki gün başlarında bekledik,” diyen canım kadını, daha hatırlayamadığım bir sürü meseleyi… Misal çocukluğumun geçtiği Antakya’nın, Kırıkhan’ın yıkılması ile sahipsiz bırakılmasını, Adıyaman’ın dağların soğuğuna terk edilerek sahipsiz bırakılmasının bedelini ancak adil bir yargılama ödetebilir. Bu adil yargılanma ki ölülerimizi toplayacağımız, yaşamla birlikte bir ateş yaktığımız koskoca Amanosların, Toroslar’ın, Nemrut’un görkemini kıskandıracak. insanlarımız, kentin her bir sokağından çıkıp gelecek, ölülerimizi yeniden defnedeceğiz ve yeniden öleceğiz ve yeniden yaşayacağız, ancak o zaman devam edebileceğiz. Bunlar ancak adaletin tesis edilmesinin vicdanımızı, gördüklerimizi, yaşadıklarımızı unutturacağı bir yargı mahkemesi ile mümkün olacaktır. Bu yüzden şimdilerde çokça dillendirilen, enkaz altında kalan bir devlet yok; sevdiklerimiz, akrabalarımız, annemiz, çocuğumuz, kardeşimiz, kızımız, eşimiz enkaz altında bırakıldı. Suç ve suçlular bulunur. Nihai olarak insanlığa karşı suç kapsamına girer mi bilmem ama artık emin olduğum bir şey var: Devlet biraz da yüzüstü bırakmakla ilgilidir. Bu nedenle eğer “burada artık yaşam yok, ölüm var” diyen bir yakarışı umuda çevirmek gerekecekse halkın yüreğinde örgütlenen o gönüllülük seline döneceğiz. Yoksa yüzüstü bırakılma ile çaresizliğin bitmek bilmeyen bu pespayeliği içinde yaşayanların da enkaza dönüşmesini izleyeceğiz.
Öngörülebilir ve makul olanı Antakya, Adıyaman ve Maraş’ta ortadan kaldırdığı gibi toplumsal dayanışma ve imgelemi seçeneksizlik ile çaresizlik girdabına itmeyi amaç edinmiş bir kıyamet havası kol geziyor. Toplumsal ve siyasal apokaliptik bu tondan ölülerimizi ve yaşayanlarımızı kurtaracak bir umut siyaseti örülmek zorunda. Evet, parça parça edilmiş bir kentin kalbinden geliyoruz; ölüleri ile vedalaşması eksik ve yalnız bırakılmış. Fakat yaşıyoruz ve bir umuda ihtiyacımız var.
[1] Elbette umut “gönüllü” olarak toplumsal bir istencin her kurumdan önce bölgeye akın etmesinden hareketle örülecektir.