Osmanlı’nın Türkiye’ye dönüşümünde, Cumhuriyet’in kurucu düşüncesine olabildiğince paralel olarak kurumlar ve hatta halkın da dünyaya karşı mesafesinin kapatılması kurucu ideolojinin dikkat ettiği bir husustu. Aslında bu husus veya amacın Tanzimat’ın ilanından bu yana gözetildiği söylenebilir. Gözetilen; tebaanın, götürü insandan verimli insana dönüşümü, daha doğrusu rasyonalitenin inşası.
Namık Kemal’den Âkif’e kadar pek çok Osmanlı aydını, canhıraş şekilde tembellikten dem vurup sa‘ye sarılmaya (çalışmaya) davet eder okurlarını. Batı’yı var edenin çalışma disiplini olduğu üzerinde neredeyse bütün okuryazar kesim hemfikirdir. Sanayileşmeyi gerçekleştirmek için sermaye birikimine ihtiyaç vardır ve bunun için de çok çalışmak gerekir. Hal böyle olunca çalışmaya giden bütün yollar gözden geçirilip, disipline edilip yeni bir iş, yeni bir insan ve yeni bir hayat kurgulanmalıdır.
Genelde Batı medeniyeti denilen, iktisadi açıdan ise özelde sanayileşme ve sermaye birikimi olarak ifade edilen durum, genel yazında daha çok modernleşme hamleleri olarak da anılır. Modernleşme, aslında modernliğini kuramamış, dönemin ifadesiyle terakki edememiş (ilerleyememiş), ancak imgeselliği daha çok sanayileşme olarak alımlanmış, bu nedenle de sanayileşmeyi gerçekleştirememiş olan her toplumun kendini daima gecikmiş toplum olarak gördüğü bir atılımdır. Böyle bir ortamda gecikmişliğin verdiği telaşla alelacele işler yapmak da genellikle başarı olarak kabul görmüştür. Gecikmişlikten kaynaklı vakit kaybını önlemek için geliştirilen davranış tarzı da eskiyi tümden reddetmek veya hemen yeniye karar verip başlamak olacaktır kuşkusuz.
İşte bu nedenle, her modernleşme girişimi aynı zamanda trajikomiktir de.[1] Diğer yandan trajikomik olan modernleşme, abes ve saçma bir modernleşmedir de. Yürütülmesi gereken işler, işleri yürüten kurumlar hep yalap şalap yürür ve böyle bir ortamda gerçekliğe karşı bir mesafe de belirmiş olur. Çünkü yeterince düşünmeye vakit yoktur. Düşünmeye çalışanlara da itibar edilmez. Yeniyi kurma zamanlarında demirci, felsefeciden daha çok tercih edilir. Cumhuriyet’in ilk aydınlarından Yusuf Akçura’nın Mehmet İzzet’e söylediği söz manidardır: "Bize filozof değil, demirci lâzım!".
Ahmet Hamdi Tanpınar, yeniyi kurma amacında olan Cumhuriyet’in gerçekliğe karşı mesafelenişini veya kaçınılmaz olan mesafeliliği, abes, saçma ve trajikomik olan modernleşmenin yeni bir kurumu üzerinden gösterir: Saatleri Ayarları Enstitüsü. Saatleri Ayarları Enstitüsü romanı, 1954’te, CHP’nin tek parti döneminden sonra, DP’nin ikinci iktidar döneminde, Yeni İstanbul gazetesinde tefrika edilir. CHP’nin genel ideolojisi ile hiçbir sorunu olmayan Tanpınar, zaten 1942-1946 yılları arasında da CHP Maraş milletvekildir.
Tanpınar, gerek Cumhuriyet’in ve gerekse CHP’nin yenilik hamlelerini, girişimlerini, uygulamalarını, özellikle abes, saçma ve trajikomik olanı ancak zamansal bir mesafeden yazabilirken, kendisinin de bir mesafelilik içinde olduğu söylenebilir mi? Bu yazının güzergâhı, her iki mesafeliliği de konu edinmeye çalışacak; romanlarındaki karakter ve kurumların gündelik hayata mesafeli oluşu kadar, kendisinin de fark edemediği şekilde geçmişe bakışındaki mesafelilik konu edilecek. Bunu yaparken, merkezde çoğunlukla Saatleri Ayarları Enstitüsü olacak. Ancak diğer eserleri de konunun seyrine göre güzergâha dahil olabilecek.
Mesafeliliği, gerçeklikle bağ kuramayacak kadar olan uzaklık/çok uzaklık olarak ele alıyorum burada. Sabri F. Ülgener’de de mesafe kavramı, dünyaya olan mesafe olarak ele alınır.[2] Dünya gerçekliğinin görülemeyecek kadar uzak oluşu… Ancak dünya ise eşya, çevre ve zamandır Ülgener’de. Bu anlamda iktisadi faaliyet de kişinin dünya ile, yani eşya, çevre ve zaman ile ilişkilenmesidir. Eşya, kişinin mal ve hizmet olarak ihtiyaçları; çevre, kişinin ihtiyaçlarının kimlerle, hangi insanlarla ve ne şekilde karşılanacağı; zaman ise ihtiyaçların karşılanmasında kişinin söz konusu mal ve hizmeti edinmek için davranışlarının veya planlarını gerçekleştirme hızıdır. Gerçekliği belirleyen bu ilişkilenme biçimidir.
Mesafe meselesi şu açıdan önemlidir: Ülgener’in Osmanlı’dan veya belki daha öncesinden Türk insanını, Yunus Emre’nin vurgusuyla “götürü insanı”[3] “verimli insan”a, yani Cumhuriyet’in yaratmak istediği yeni insana çevirme/dönüştürme misyonunudur. Bu misyonu Cumhuriyet’in genel ideolojisine koşut olarak Tanpınar da onaylar. Yunus’ta geçtiği haliyle “götürülük”, hesapsız insana bir vurgudur. Osmanlı son dönem aydınlarından Cumhuriyet aydınlarına uzanan çizgide hesapsız, ölçüsüz, yuvarlak hesapçı insan, biriktirmeyen, biriktirmeyi düşünmeyen insan olarak görülecektir. Ülgener bu çizginin iktisat bilim alanından sözcülüğünü yaparken, Saatleri Ayarları Enstitüsü’nün yazımından önce tanıştığı Tanpınar da bilincinde olduğu bu çizgiye, onu daha da gürleştirerek edebiyat alanından dahil olur.
Ülgener, Osmanlı insanının dünyaya karşı mesafeli olduğunu söylediğinde, bununla Osmanlı insanının eşyaya, çevreye ve zamana karşı tavır alışında verimliliğin dikkate alınmadığına, verimlilik dikkate alınmadığında da sermaye birikimini gerçekleştirilemediğine ve dolayısıyla sanayileşmeye giden yolda toplumun geri kaldığına ilişkin bir söylem geliştirmiş olur.[4] Tanzimat’tan Cumhuriyet’e uzanan çizgide bu söylem bütün alanlara neredeyse egemen olmuş görünür. Tanpınar da bunun dışında tutulamaz.
Saatleri Ayarları Enstitüsü romanına dair genel kanaat, abesin, saçmanın romanı olduğu yönündedir.[5] Tanpınar, romanı sadece zamansal bir mesafeden değil, aynı zamanda dönemsel bir mesafeden de yazar. Yanlış bir modernleşmeyi, yanlışın devam ettiği zamanda değil, o zamanın geçip gitmesinden sonra kaleme almasından daha doğal bir şey de olamaz. Ama aynı zamanda dönemsel bir mesafe de ekleniyor buna. Tabiri caizse CHP modernleşmesini, CHP’nin iktidarı sona erdikten ve yerine başka bir iktidar (DP) geldikten sonraki dönemin serbestliği içinde yazabiliyor. Bunlara kısaca zamanına ve dönemine mesafelendikten sonra yazabilme diyebiliriz.
Mesafelenme olmadan bakılan şey görülemeyeceği için bu mesafelenme elbette bir zorunluluktur. Görmek için belirli bir mesafe şart. Ancak bu belirlilik, çok uzak olduğunda ve çok yakın olduğunda görmenin imkânsızlaşması söz konusudur. İşin ironisine bakınca, romanın kendisi de, gerçekliğe çok uzak olanların yaptıklarını konu ediniyor. Zamanın değerini anlamak için kurulması gerektiği sonucuna varılan bir kurumun kuruluş ve dağılış hikâyesi etrafında dönen bir romandır söz konusu olan.
Gerçekliğe mesafeli olmak değil, çok uzak/çok mesafeli olunca romandaki olaylar ve karakterler de olmadık şekilde ironikleşiyor. İroni de zaten bir fark ediş ânı değil midir? Fark eden, farklı bir yere konumlanmış olur, bütünden ayrılır, farkını ortaya kor. Ama sadece farklı bir yere konumlanmakla da kalmaz. Oluşan veya yaratılan farkın, gösterilmesi de gerekir. Bu fark gösterildiğinde ironi yapılmış olur. İroni yapan, üzerine ironi yapılan olaya karşı ancak mesafeli olduğunda bunu yapabilir.
Tanpınar, uygulanan modernleşmeden ayrı yere, farklı bir konuma yerleştiği için, farklı konumdan gördüğü her şey bir çeşit güldürü, daha doğrusu karagüldürü olarak gözüne çarpar. Nereye dönse bu karartıdan başka bir şeyi göremez. Gördüğü şey, yeni bile olsa aslında belki de olmakta/yapılmakta olanın hiç değişmemişliğidir. Ancak, farklı bir konum kazanmış olanın veya görebilecek mesafede olanın görebildiği şeylerdir…
Zamanı ölçen bir kurumun (saatleri ayarlama enstitüsü) kuruluşu da değildir mesele. Buna benzer sıradan, herhangi bir sorunu çözmek için kurulabilecek bir kurumun kuruluş hikâyesinin de buna benzer yaklaşım ve tavırlarla örüleceğinden şüphesi olmadığı için Tanpınar böyle bir romanı yazar. Diğer taraftan, “buna benzer yaklaşım ve tavırlar”dan başka bir tavır geliştirilemeyeceğinin güçsüzlüğünün fark edilmiş olmasının verdiği bir hayal kırıklığıdır yaşanan. Sessizce sorulmuş “Neden olmuyor?” sorusunun sorun edilişini paylaşmaktadır okurlarına. Bir zihniyetin, derinde yatan ve kolay kolay değiştirilemeyeceğinin kabullenişidir Saatleri Ayarları Enstitüsü. Çünkü başka türlü olsaydı başka türlü olurdu. Şahit olduğu modernleşme uygulamaları, artık başka türlü olamayışının vuku buluşunun aşikâr edilişidir.
Elbette yenilik taraftarıdır. Yeni bir insan, yeni bir iş anlayışı ve yeni bir hayatın peşindedir. Cumhuriyet’in yenilik niyetini onaylar ve destekler. Ama uygulamacıların bu yenilik yapma hallerinin, her şeyi sıfırdan kurma hülyalarının ne kadar abes ürettiğini, elenmesi gereken eskinin devam etmesine göz yumulup desteklenirken, filiz vermesi gereken eskinin kırılıp atılmasının yarattığı köksüzlüğün girdabından çıkamayışın binbir şeşit halleridir romanda anlatılanlar.
Eskiyi temsil eden, elenmesi gerektiği düşünülen götürü insanlarla doludur Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Yenilik yapma imkân ve gücüne sahip Halit Ayarcı gibi kişilerin, aklı devreden çıkarıp bir kurumun akraba ve tanıdıklarla nasıl hızlıca kurulup ve bir süre sonra onun paldır küldür yıkılışının acıklı, trajikomik hikâyesidir. Bir zihniyet göstergesi olarak tanıdıklarla değil, sadece ve sadece tanıdıklarla bir iş yapmanın tanıdık hikâyesidir. Ve bu hikâye çok yerli ve milli bir hikâyedir aynı zamanda. İşin uzmanı dahi olsa yabancılara mesafeli bir milli şuurun kaybolamayışıdır da.
Salt bir kurumsal eleştiri örneği olarak görülmemeli Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Aynı zamanda sivil alanın da kendi rasyonelitesini kuramadığının örneklerini de gösterir bize. Örneğin yeni hayatta elenmesi gerektiği düşünülen bir karakter olarak sunulur Seyit Lütfullah... Romanda mutaassıp bir şeriatçı, yalancı, şarlatan ve “hemen hemen insan hayatında ibadetten başka bir şeye müsaade etmez, yemekten, içmekten, konuşmağa kadar her şeyi yasak ede[n]” bir mahalle delisi olarak gösterilir.[6] Romanda Seyit Lütfullah’ın asıl hedefi, “kâinatın sırrına, maddeye ruhen tasarruf etmek”tir. Ona göre “altın imbikle değil, ruhla yapılır”. “Mesele el dokundurmadan yapmaktır, derdi.”[7]
Buna karşılık eski dünyadan bile olsa yeni insan olarak görülebilecek eczacı Aristi Efendi de, Seyit Lütfullah’ı “şarlatan addeder”ken, romandaki hayatının sonlarına doğru Seyit Lütfullah’ın anlattığı Kayser Andronikos’un kayıp hazinesinin varlığı masalına inanabilmiştir. İnanmakla kalmamış, onu aramaya dahi çıkmıştır. Yeni insanlar, elenmesi gereken insanların anlattığı masalın büyüsüne kapılıp kaybetmiş, zihniyetin çemberinden çıkamamış, çıkacak gücü bulamamıştır. Çünkü “Seyit Lütfullah[lar] bir masalı devam ettirmenin sırrını bil[mektedir.]”.[8]
Tanpınar’a göre hakikat ile masal, gerçek ile rüya arasındaki sınırlar eski dünyada, çocukluğunun dünyasında pek bilinmiyordur. Yeni dünyada ise güya biliniyordur. Ama romanda göründüğü kadarıyla, yeni olabilecek bu insanlar da bilmiyorlar, daha kötüsü, bilmediklerini de bilmiyorlardır. Yeninin kavramları, kurumları ve araçlarından haberdardır yeniler. Ama onu yeni bir tarzda yapmak için eskiyi elemek yerine, onu ya kökten siliyor ya da yoktan/sıfırdan bir yeni kurmaya kalkıyordur. Modernlik, içinde geleneğin de olduğu tarihin/geçmişin kümülatif toplamıdır. Modernleşme ise tarihin ilk defa kendisiyle başlatılmasıdır. Matematiksel olarak daha açık bir şekilde ifade edilecek olursa modernlik, yani kendisi modernlik olan son sayının, önceki tüm sayıların toplamı: 0+1+1+2+4+8+16+32… gibi. Modernleşme ise öncesini yok/karanlık/boşluk saydığı için, her şeyi ilk defa kendi başlatıyor, her şeyi yeniden kuruyordur: 0+1. Modernleşme daima bir’dir (1), yolun tam başındadır, çünkü kendisinden öncesini tanımaz, reddeder, karanlık/yok olarak kabul eder. Geçmişi yenilemek/sürdürmek yerine onu zihninde sıfırladığı/yok saydığı için, bir’dir, yolun başındadır. İlk (birinci) adımı yeni attığı için kendini toplayacağı/üreteceği yeri de henüz yoktur ama işin tuhafı, olamayacaktır da. Çünkü sıfır (0) ile bir’in (1) toplamı hiç değişmeyeceği için daima sonuç bir (1) olacak, yani güdük/küçük kalacak ve büyüyemeyecektir.
Modernleşme, toplamı bir (1) olan büyüklük, daha doğrusu bir’den daha fazla büyüyememe, kümüle olamama sayısı olduğu için mevcut bir (1) büyütülmek, yani abartılmak zorunda kalınacaktır. Yapılan her şey, dilde “devasa”, “muazzam”, “en büyük”, “…’nın en büyüğü” olarak sunularak geçmişte olmayana bir atıf yapılacaktır. “Sıfırdan kurma”nın varacağı kaçınılmaz yerdir burası. Siyasal dilde da varlığını koruyan bu söylem, geçmişi eski Türkiye parantezine alma örneğinde olduğu gibi ileri modernleşme söylemi olarak da kavramsallaştırılabilir.
Geçmişi yok/kökten yanlış/karanlık sayan siyasal dildeki bu söylem, siyasalın modernliğini kurma yerine onu modernleştirecek, yani güdükleştirecek, abesleştirip trajikomik bir uygulamalar anaforuna atacaktır. Geçmişle hesaplaşamama, geçmişi elekten geçirememe, eleyememe veya eleştirememeden kaynaklı muhasebesizlik, ölçüsüzlük, güya götürü insan yerine verimli insanı bulacağım/yaratacağım derken, götürü insanın da gerisine düşebilecek bir sona taşıyacaktır modernleşmeciyi. Modernleşme bu nedenle geçmişle hesaplaşamama halidir de aynı zamanda. Hasbî insan yerine hesâbî (hesap yapan, ölçen, biçen, kritik eden) insanı yaratacağı iddiasını taşır. Trajikomoiklik ise bu durumda çelişki içinde olunduğunun fark edilememesidir.
Genel ideolojinin, yeniyi bir çalışma-iş yapma tarzı olarak değil de, oldu-bitti paket bir şey imiş gibi görmesi, yeninin hiçbir şekilde üretilememesine neden oluyor. Yoktan bir yeni kurulsa da, kurma ve iş yapma tarzındaki eskilik, yeniyi yine aynı şekilde kurduğu için eskilikten bir türlü kurtulamıyordur. Yeniyi kuracak elin, elenmemiş, elekten geçirilmemiş bir eski el olmasının ve bu nedenle eskilikten de çıkamamasının düşünülememesini anlatır anlatabildiğince. Ama kime? Bunun faillerine mi? Değil elbette. Faillerine anlatabilir miydi, hiç denemiş miydi, bilinmez. Benzeri çoğu trajikomikliğin zamanında faillerine anlatılamadığı gibi…
Eskinin elenmesinden sonra geriye kalanın yenide devam edebileceğine örnek bir tip olarak Muvakkit Nuri Efendi düşünülebilir ve fakat o da yeni dönem başlamadan ölür. Tanpınar bu karakteri neden yaşatmaz bilinmez. Ama yaşamaya devam etseydi Tapınar için zorlu bir süreç olurdu sanki. Çünkü onun nasıl yaşayacağını da örneklemesi gerekecekti. Yaşasaydı, yeninin nasıl kurulacağı veya eskinin nasıl devam edeceğinin de örnekliği gösterilmek zorunda kalınacaktı. Tanpınar, buna belki de hazır olmadığı için Nuri Efendi’yi sahnenin dışında tutar, çıkarmaz onu yeni sahneye, yeni hayata. Ama Besim Dellaloğlu’na bakılacak olursa, “[a]slında, Tanpınar önermiyordu. Öncelikle oluyordu”.[9] Yani bir projesi yoktu, eskiyi eleyerek devam ediyordu, devam ederken değiştirmek istediğini değiştiriyordu. Kendiliğini kurduğu, öznelliğini var ettiği için ne yapsa modern bir tavır olacaktı onunkisi.
Bir yeni eleştirisi olarak da okunabilecek Saatleri Ayarlama Enstitüsü’ne dair toparlayıcı cümleler; gerçekliğe, yani çalışma hayatına karşı çok uzak mesafeden bakanların yeniliği kuramayacağının, kurulanın da trajikomik ve abes olacağının ve olduğunun romanı olabilir. Gündelik hayata tepeden bakanların, üretimin içinde bulunanları tanımadan, onlarla birlikte görüşüp konuşarak, tartışarak, birlikte müzakere ederek ama öncelikle onları dinleyerek veya konuşmasını sağlayarak üretilen bir modernlik olmadığı içindir ki adı modernleşme olmuştur. Eski, çok yavaş olduğu için, çok hızlı olunmak zorunda kalınmıştır ve bu nedenle modernleşmedir. Bu nedenle her modernleşme de topluma, hayata, işe ve çalışmaya mesafelidir. Çok mesefeli olunduğu için üretilen modernlik değil, modernleşmedir. Hesap eden insanı üreteceğim derken, hasbî insanın da gerisine düşülebileceğinin romanıdır Saatleri Ayarlama Enstitüsü.
Modernliği birlikte üretmek yerine, belirli bir mesafeden, yüksekten, tepeden bakarak üretilenin modernleşme olduğunun ve bu modernleşmenin de trajikomiklikler ve mesafe ürettiğini gösteren Tanpınar, acaba kendisi de gerçekliği göremeyecek kadar uzak mesafede kalmış olabilir mi? Özellikle geçmişe, eskiye bakarken…
[1] Besim F. Dellaloğlu, Modernleşmenin Zihniyet Dünyası: Bir Tanpınar Fetişizmi, Kadim, Ankara, 2016, s. 29; Besim F. Dellaloğlu, Zamanın İçinden Zamanın Dışından, Timaş, İstanbul, 2022, s. 216.
[2] Sabri F. Ülgener, Zihniyet ve Din, Derin Yayınları, İstanbul, 2015, s. 32, 96-98.
[3] Yunus Emre şiirlerinde geçen, hesapsız insan vurgulu meşhur dizesine atıf: “Elif okuduk ötürü / Pazar eyledik götürü / Yaradılmışı severiz / Yaradandan ötürü.” Bkz. Yunus Emre Divanı, İstanbul Maarif Kitaphanesi, İstanbul, 1968, s. 14. Ancak bu şiire, Yunus Emre Divanı olarak hazırlanan diğer yayınevlerinin basımlarında rastlanmadı.
[4] Sabri F. Ülgener, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet Dünyası, Der Yayınları, İstanbul, 1991.
[5] Bkz. Abdullah Uçman ve Handan İnci (haz.), Bir Gül Bu Karanlıklarda, 3F Yayınevi, İstanbul (tarih belirtilmemiş); Handan İnci (haz.), Ahmet Hamdi Tanpınar: Tanpınar Zamanı, Kapı, İstanbul, 2012; Tahir Abacı, Gerçekçilik Açısından Ahmet Hamdi Tanpınar, İkaros, İstanbul, 2015; Mehmet Aydın, Kayıp Zamanın İzinde: Ahmet Hamdi Tanpınar, Doğu Batı, Ankara, 2010; Turgay Anar vd. (haz.), Bir Ses Ormanı: Ahmet Hamdi Tanpınar Kitabı, Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, İstanbul, 2022.
[6] Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Dergâh, İstanbul, 2008, s. 40-41.
[7] Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, s. 50.
[8] A.g.e., s. 47.
[9] Besim F. Dellaloğlu, Zamanın İçinden Zamanın Dışından, Timaş, İstanbul, 2022, s. 218.