Aileye Karşı Hepimiz: Dizilerimizde Aile Kavramının Sorunsallaşması Eğilimi Üzerine

Akıl Leviathan’dır, anlaşıldı. Ancak sözüm ona sevgi de despotlaşmaz mı? 

(Fırat Mollaer, Yerliciliğin Retoriği, s. 92)

 

Ülkemizde yerli ve milli retoriğinin Batı karşıtlığı üzerinden kurgulanırken rasyonelliğin nasıl bizden sayılmadığını, Oğuz Atay’ın (Günlük ve Eylembilim, İletişim Yayınları) “Akıl büyük diktatördür” ve “Batılı değerlendirir, biz severiz” cümleleriyle örneklendirip yukarıdaki müthiş soruyu soruyor Mollaer.[i] Sonrasında yönetmenliğini Onur Saylak’ın, senaristliğini Hakan Günday’ın yaptığı 2018 yapımı Şahsiyet dizisinin analizine girişiyor ve milliyetçilik ideolojisinin yapıtaşlarını, “Türkiye alegorisi” olarak tanımladığı bu dizi üzerinden ortaya döküyor. Mollaer’in incelemesinin temelinde Ernest Renan’ın (Ulus Nedir? kitabında) topluluğun kuruluşunu sorgulayan gerçek tarih araştırmalarının ulus için “tehlikeli” olduğu açıklaması yatıyor. Tehlikenin açığa çıkmaması için göz ardı edilenler ve saklı olanı açık edecek tehditlerin varlığı arasındaki çekişme ulus inşasına içkinse, ulusa duyulan sadakat saklı gerçekler ortaya çıktığında neye dönüşür? Ulusun üstünlüğüne ve kahramanlarına leke sürmesi muhtemel bir olasılıkta, ulusa duyulan duygusal bağlılığa ne olur? Ola ki büyüklüğünden şüpheye düşülürse, tedirginlik hasıl olursa, sadakat kaybolursa, huzur bozulursa; ulusun bütünlüğü bozulmaz mı? Bu soruların sorumlusunun ulus-devlet ideolojisinin temelindeki bütünlüğün yitmesi korkusu olduğu aşikârdır. Birileri bireyi silme pahasına bir (biz) olmamızı buyurdu, halbuki birey olmak şahsiyet kazanmaktır ve “Şahsiyet (burada Mollaer diziden bahsetse de) bir kendini tanıma hikâyesidir”. Kendini tanımaksa “gizli yaraları ortaya çıkaran”, travmayla yüzleşmeyi şart koşan, “sancılı” bir süreçtir.

Mollaer’in argümanına göre ulusa duygusal bağlılık on dokuzuncu yüzyılın sonunda aşınmaya başlamış, yirminci yüzyılda iyiden iyiye artmış; yirmi birinci yüzyılda ise sorgulamayı popüler kültür ürünleri devralmıştır. Bu yüzden (bir disiplin olarak) kültürel çalışmalar üretim sürecinin ideolojik boyutunun izini sürmede kullanışlı bir yöntemdir. Eğer yirmi birinci yüzyıl ulus imajının popüler kültür ürünleriyle tartışılmaya açıldığı zamansa 2020’lerin dizilerinde bir trend haline gelen aile temasını bu tartışmadan ele alırsak nasıl olur?

Kastım bir ailenin etrafında dönen olayları anlatan diziler değil; Türk televizyon tarihinin sittin senelik olayıdır zaten aile dizileri. Kastettiğim; savaşılması gereken, ana kahramanların marazlarının sebebi bir nemesis olarak, başlı başına bir karakter gibi işlenen “aile” kavramı. Star oyuncularla dolu, ulusal kanalların prime time dizilerinde her gün bir karakterin travmalarından ailesini sorumlu tuttuğu bir bölümle karşılaşıyoruz. Bu furyayı psikiyatrist Gülseren Budayıcıoğlu’nun dizileriyle başlatabiliriz belki. Budayıcıoğlu mesleğinden ötürü bize özgü, yerli ve milli olan bir olgu olan despot sevgiyi yeşerdiği yerden, aileden başlatıp sevgisiyle öldürenlerin açtığı yaraların kaydını tutan biri olması açısından Türkiye’nin alegorisini bu çehreden almak için biçilmiş kaftandı. Neticede, izlediğimiz çoğu dizi bizden çıkmış gerçek bir hikâyeden uyarlanan şeyler haline geldi. Anlatılan bizim hikâyemizse, aileye kafa tutan da hepimiziz o zaman.

Şu bahsettiğim dizilere, baştan sona aile üyelerinin aile üyeleri tarafından açılan yaralarını aile arasında kapatma mücadelesini gösteren Masumlar Apartmanı dizisini örnek verebilirim; bana kalırsa trendi belirleyen dizi olmuştur. Budayıcıoğlu elbette normal işleyen, sıradan bir Türk ailesi olarak resmetmiyordu Derenoğlu ailesini, ancak biz normal ve anormal temsiliyle değil, tüm dizilerde ortak olan aile temsiliyle ilgileniyoruz.

Şu an Show Tv’de yayınlanan, kadrosu oldukça parlak Aile isimli (!) dizi keza, kendi ailelerine benzememeye çalışan iki karakterin aşkını anlatıyor. Senaristler ilk bölümde izleyiciye “aile” kelimesinin açılımını şöyle yapıyor: “Aile: Bütün kötülüklerin iyi niyetle yapıldığı yer”… Aile bağlarının, evlatlarından kopamayan anaların, akrabacılığın (o bize has “güzel irrasyonellikler”imizin) sırtımızın yere gelmeme sebebi, kültürümüzün en korunması gereken, en yerli ve milli değeri olarak onca paklandığı yerde akşam televizyonu açanların önüne koymak için bayağı cesur bir tanım değil mi?

Âşıklardan Devin (Serenay Sarıkaya) karakteri bu temayı işlemek için işlevsel bir mesleğe büründürülmüş senaristlerimiz tarafından. Devin’in psikolog olması kendi ailesinde yardım edemediği ve düzeltemediği şeyleri danışanlarının hayatını düzelterek telafi etmesi olarak anlamlandırılıyor yer yer. “Aileden daha önemli bir şey mi var?” demesine rağmen annesine, abisine, amcasına ve tüm mafyatik mirasa sırtını dönmekle dönmemek arasında sıkışan Aslan’ın (Kıvanç Tatlıtuğ) ise, “Ailemi korumak için her şeyi yaparım,” diye diye aile üyelerinden başlayarak canı yanmadık kimse bırakmayan annesine (Nur Sürer) önünde sonunda benzeyeceğini söylemek için belki henüz erken ancak şimdilik o da herkesin bildiği ancak anlık patlamalar sırasında dillendirilse de dizlerini kırıp oturdukları çatlaklarla dolu birliğin Devin’in psikolojik müdahalelerinin nesnesi olmasını (geri alınamayacak bağımsızlaşmayı ve kopuşu) istemiyor. Yani ikircikliğe saplanmış bir büyüme (kendini tanıma) hikâyesi.

Aileden ayrışmak bir büyüme hikâyesidir, evet. Büyümek ise farkındalık olmadan gerçekleşebilecek bir şey değildir. Bu noktada dizilerde psikolojik narasyonun pıtrak gibi çoğalmasını da anlamlı buluyorum. Bu, ruhsal sağlığa yönelik sosyal temsillerin gitgide sekülerleşip bilimselleştiğinin bir göstergesi olarak da yorumlanabilir. Psikoloji bilimi ve psikiyatrik/terapötik müdahale artık kanıksanmış, halka inmiş, gündelik hayatımızın bir normali haline gelmiş hiç kuşkusuz. İkinci bir yorumlama olarak ise Mollaer’in argümanından hareketle popüler kültür ürünlerinin “eleştirel tarih araştırmalarına benzer bir görevi kendi formlarında yerine getirdikleri” söylenebilir. Eleştirel tarih, geçmişi soruşturan bir bakış ise, aile temasının psikolojik narasyon ile ele alınması da geçmişe eleştirel bakışın bir başka metaforu olarak okunabilir. Terapide yapılan da bu değil midir zaten? Yeniden bir okuma, alışık olduklarımızı sorgulamaya başlamak, farkındalık geliştirmek, zararlı olanın bilincine varmak ve örüntüsünü fark etmek… Bu diziler sanki ailenin eleştirel yapısökümünü yapıyor gibi. Dizi karakterlerinin büyüme ve bağımsızlaşma serüveni ulusça despotluktan özgürleşme ihtiyacımıza işaret ediyor gibi. İzleyici olarak da o kafa tutan karakterlerin tarafında olduğumuz düşünülürse…

Üstelik aynı tema muhafazakâr ve dindar karakterler etrafında dönen dizilerde de işleniyor. Örneğin Star Tv’de yayınlanan Ömer dizisinde ana karakter kendinden yaşça büyük ve boşanmış bir kadına âşık olduğunda kendi inancına dair içsel bir hesaplaşma yaşamıyor; en büyük mücadelesi babasıyla. Ya da Show Tv’de yayınlanan Kızılcık Şerbeti dizisinde Nursema karakterinin talihsizlikten değil, anne-babasının yanlış kararından, rızası olmadan evlendirildiği kişiden gördüğü taciz yüzünden başına gelenler üzerine anne ve babasından hesap soracak noktaya gelmesi yerli ve milliliğin büyük hazinesi olan mütedeyyinliğin nezdinde bile aileyi sorgulanabilir kıldırıyor. Ömer de, Nursema da ailelerinin despot sevgisini reddediyorlar.

Fırat Mollaer ulus-devlet çağının en önemli politik talebinin “sadakat” olduğunu, “milliyetçiliğin bu sadakati; ulusu bir aile, ulusun yurttaşlarını aile üyeleri olarak kodlayarak norma dönüştürdüğünü” söylüyor kitabında. Ulus tahayyülünü yaratmada aile bu kadar önemliyse ve aile de, ulus da bütünlüğünü huzur bozacak seslerin susturulmasına koşulluyorsa tesadüf olmayacak kadar aynı telden konuşan bu diziler ulusça, özerkleşme arzumuzun bir dışavurumu olmasın sakın? Nursema annesine ne demişti sahi?

“Evdeki huzurun bozulsun biraz.”


[i] Fırat Mollaer (2018). Yerliciliğin retoriği, Phoenix Yayınları.