"Türkiye’de Yoksulluk Konusunun Popülerleşmesinin Ana Nedeni, Küçük Burjuvazinin Yoksullaşması"
Utku Balaban ile Söyleşi

Utku Balaban, şu anda Amherst College'ın Antropoloji ve Sosyoloji Bölümü'nde misafir doçent olarak çalışıyor. Çalışma sosyolojisi, kent sosyolojisi, kentleşme ve ırkçılık, politik sosyoloji dersleri veriyor. Ayrıca 2023’te tamamlamayı öngördüğü, University of California Press için Industrial Islamism başlıklı bir kitap üzerinde çalışmaya devam ediyor. Kendisiyle yoksulluk, toplumsal sınıflar ve takriben son beş-on yıldaki siyasi gelişmelerin yansımalarından biri olarak görülebilecek ittifak siyaseti/siyasetleri üzerine uzun bir söyleşi yaptık.

***

Özellikle son bir iki yıldır ama son bir iki yılla da sınırlı değil, dünya da dikkat çeken bir eğilim var: Siyasetin gündemini daha ziyade iktisadi parametreler belirliyor. Yoksulluk gündemleşiyor. Yoksulluğun popülerleştiği bir moment söz konusu. “Raflar, etiketler yanıyor, çarşıda pazarda gezilmiyor…” Ama yoksulluğun popülerleşmesi yalnızca buna bağlanabilir mi? Bunun siyasi tartışmalar içinde çeşitli tezahürleri de var. Fukuyama dahi tezlerini yeniden gözden geçiriyor; biraz sınıflara da bakmak lazım diyor. Siz nasıl bakıyorsunuz yoksulluk meselesine, neden ve nasıl gündeme geliyor; hem burada, hem dünyada?

Öncelikle Türkiye çerçevesinden başlayalım. Küresel boyuta sonra gelelim. Türkiye’de yoksulluk konusunun popülerleşmesinin ana nedeni, küçük burjuvazinin yoksullaşması. Ya da yoksullaşma demeyelim de gelir seviyesinde bir düşme, refah seviyesinde bir küçülme gerçekleşmesi; sonra rakamlar da veririm buna ilişkin. Şöyle bir durum söz konusu: Küçük burjuvazi ile işçi sınıfını birbirinden ayırmadan konuyu ele alırsak ne konuya ilişkin detayları irdeleyebiliriz ne de sorunuzu tatmin edici şekilde yanıtlayabiliriz. Neden bundan on sene ya da on beş sene önce bu konu gündemde değildi de şimdi gündemin merkezine yerleşti sorusuna da cevap bulamayız çünkü çok yalın bir mesele var: Eğer işçi sınıfının yoksulluğu bu konunun popülerleşmesinin arkasındaki temel neden olsa idi… İşçi sınıfı neticede yoksulluğu her daim yaşıyor. Halbuki bu konunun popülerleşmesinin arkasında işçi sınıfının örgütlülüğü büyük bir önem arz etmiyor maalesef.

Bu meseleyi kim gündeme getirdi diye bir soru ortaya çıkıyor o zaman… Olağan şüpheliler kim olabilir? Toplumsal sınıf kavramından hareket edersek; burjuvazi olabilir -ki bu benim çok aklıma yatmıyor çünkü işin doğasına biraz aykırı. Dolayısıyla bu konunun gündeme gelmesi eğer burjuvazinin ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesinin bir neticesi değilse, bu konuyu demek ki başka bir toplumsal fail gündeme getirdi. Bu çerçevede de orta sınıf sözcüğünü kullanmak istemiyorum ama küçük burjuvazinin yaşadığı bir sıkıntı var ve bunu gündeme getiriyor.

Şimdi, peki burada nasıl bir söylemden bahsediyoruz? Fail meselesini kısaca tartıştığımıza göre biraz o soruya doğru ilerleyeyim. Gündemleşen yoksulluk söylemi sınıf mefhumundan koparılmış bir anlatı içeriyor. Yoksul dediğimiz bir kategoriden bahsediyoruz; bu kişilerin yoksulluğunun nedenine ilişkin bir anlatı yok bu popülerleşen genel söylem içerisinde. Sadece sonuca vurgu yapılıyor. Bu da çok anlaşılır çünkü küçük burjuvazi özü itibarıyla kendisini evrensel sınıf olarak tanımlamaya çalışır. Yani “halk” dediğimiz grup nedir? Küçük burjuvazi bu kavramı kendisinde cisimleştirmeye çalışır. Sokaktaki vatandaş küçük burjuvadır, aydın küçük burjuvadır. Dolayısıyla işçi sınıfından kendisini ayrıştırmak yerine anlatıda bu sınıfla hercümerç olarak yoksulluk söyleminde bir muğlaklık üretmeye çalışır. Bu söylem nedenlerden ziyade sonuca odaklanır.

İlginç biçimde, siz de daha önce sormuştunuz bana, siyasetçilerde diğer gündem maddelerini de kenara koyarak, sadece yoksulluktan bahsetme eğilimi var şimdilerde. Yoksulluk vurgulanıyor, evet, fakat toplumsal sınıf meselesinden bahsedilmiyor. Ekonomiden bahsediliyor ama üretim ilişkilerinden bahsedilmiyor. Şimdi bunların hepsi detay gibi görünüyor ama bu ayrımların kendisi aslında şu anda gerçekten toplumsal dönüşümü tetikleyebilecek bir “fırsat penceresi” olarak dururken, o fırsat penceresinin kapanmasına yol açıyor. Detay değil bunlar, önemlidir bu meseleler.

Neden detay gibi görülüyor, bunun motivasyonu nereden geliyor?

Bana kalırsa bunun temel nedeni küçük burjuvazinin mevcut iktidarla bir pazarlığa oturmak istemesi. Yani başka bir deyişle, küçük burjuva açısından temel mesele yeni bir iktidarın gelmesi değil. Küçük burjuvaziden neyi kastediyoruz onun içini dolduracağım… Diğer bir deyişle asıl mesele mevcut iktidarla bir pazarlığa oturmak, devam eden ekonomik küçülme süreci -ki buna “sürdürülebilir küçülme” diyorum ben- içinde paylaşım mücadelesinde payını koruyabilmek, mümkünse genişletebilmek ve nasıl derler, eğer iktidar değişikliği olacaksa da muhalefet bloğunun iktidarın politikalarının benzerini yürütmesini sağlamak… Bu yoksulluk tartışması mevcut durumda bir yeni siyasi anlatı, yeni bir siyasi mücadelenin başlangıcını tetiklemekten ziyade, aslında bu toplumsal sınıfın kendi çıkarlarını koruma mücadelesinin bir enstrümanı işlevini görüyor.

Şimdi, küçük burjuvazinin yoksulluğu gündeme getirerek ne amaçladığına işçi sınıfının tarafından bakalım. Yoksullaşma, yoksulluk, 2013, 2015 bu yıllara kadar götürülebilecek ekonomik küçülmeye işçi sınıfı nasıl bakar? Eğer yoksulluk mefhumuna ilişkin bu kadar büyük bir gürültü üretiliyorsa, diyebiliriz ki bunun işçi sınıfı üzerinde, işçi sınıfının siyaseti anlamasında, siyasi algısında, bu bağlamda genel perspektifinde bir değişikliğe yol açması gerekir. Ben bu konuda kuşkulara sahibim çünkü, evet, işçi sınıfının gelirinde geçtiğimiz yirmi sene içerisinde belli dönemlerde kısmi iyileşmeler olmuştur ama özü itibarıyla işçi sınıfı bu iktidar öncesinde de, bu iktidar sırasında da sadece yaşam mücadelesi veriyordu. Dolayısıyla şöyle bir tanım yapabiliriz. İşçi sınıfı açısından, ekonomik kriz olsa da olmasa da kazandığı gelir zaten bir yoksulluk geliridir. Böyle olduğunu da biliyoruz. Rakamlar belli.

İşçi sınıfı için kritik mesele ücret seviyesinin ne olduğu değil, çalışabileceği iş olup olmamasıdır. Bunu tabii ki şu parantez içerisinde söylüyorum. Bu önerme sendikalı oranının %10’un, %5’in altında olduğu bir ülkede geçerlidir. Sendikalı oranının daha yüksek olduğu bir ulusal ekonomide başka dinamiklerden bahsedebiliriz ama Türkiye gibi sendikalılığın fiilen olmadığı bir ekonomik yapı içerisinde işçi sınıfının ana önceliği iş sayısıdır. Dolayısıyla küçük burjuvazinin ücretlerdeki erime, milli gelirdeki erime üzerinden kurduğu sınıf mefhumundan ayrıştırılmış yoksulluk söylemi işçi sınıfı açısından albenili, fikirlerini değiştirebilecek, onları siyasi mobilizasyona itecek bir anlatı değildir. Etkisi sınırlı olacaktır.

Şimdi Türkiye’den küresel boyuta geçelim. Bunu yazmadığım için pişmanım: 2000’li yılların başından beri yirmi senedir şunu savundum. 1991’de Sovyetler Birliği çöktü ve her şeyi değiştiren, taşları yerinden oynatan temel gelişme buydu ve bunu hiçbir zaman unutmamak gerekir. Bundan sonraki dönem hakikaten dünya ekonomisi açısından 2008 krizine kadar ve ondan sonra müteakip dört-beş seneyi de kapsayacak şekilde artı-değerden pay alan sınıflar için son derece iyi gitti diyebiliriz. Küresel ticaret hacmi büyüdü, proleterleşme ivmelendi. Kaynak kullanımında, doğal kaynakların kullanımında bir genişleme oldu. Bölgesel savaşlar oldu fakat bir dünya savaşı benzeri bir şey yaşamadık vs.

Bunun ana dinamosu baştan beridir neredeyse tek bir olguydu, o da Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) girmesi ve Çin’de 1950’li yıllardan beridir görülmemiş büyük bir iç göç sürecinin başlaması. Çin DTÖ’ye Deng iktidarının ürünü olan 1982’teki anayasa değişikliği -ki Türkiye’deki darbe anayasası ile aynı yıl yürürlüğe girmiştir- ve müteakip reformlar neticesinde girdi. Eşzamanlı olarak “baraj kapaklarının” açılmasıyla başlayan içgöç süreci neticesinde dünya ekonomisi fiilen başka bir sürece girdi.

Şimdi genel bir anlatı var, onu da vurgulamak isterim. Dünyada genel olarak, Türkiye için de geçerli, ABD için de geçerli, dünyadaki birçok ülke için geçerli… Sosyal bilimciler bana kalırsa büyük bir hata yapıyorlar: Sürekli makineleşme sürecinden bahsediliyor. Bilgisayarların ortaya çıkması, “robotlar işimizi elimizden alacak” söyleminin tekrar popülerleşmesi...

Dijital çağ…

Evet fakat rakamlara baktığımızda, yani konuya ilişkin bir metrik verebilirim… Sabit sermaye yatırımı ile üretilen toplam artı değer arasındaki ilişkiye bakarsak, özellikle 1970’lerden itibaren bu oranın küçüldüğünü görüyoruz. Diğer bir ifadeyle, aslında 1970’lerden beridir dünya ekonomisi daha sermaye yoğun değil, daha emek yoğun bir sürece doğru evrilmiş gibi gözüküyor. Bunun iki katmanı var. Birisi en alt katmandır; konfeksiyon atölyeleri gibi diyelim. Bu ve benzeri sektörlerde “merdiven altı atölye” sayısında küresel bir patlama oldu. Bu ve benzeri sektörlerde, başta Çin’de olmak üzere inanılmaz bir istihdam genişlemesi gerçekleşti. Bu organik kompozisyonu küçülttü.

İkincisi en tepe katmanda oldu. Mesela yazılım üreten insanlar… Bu çalışanlar için tek gerekli olan şey bir bilgisayar. Ama değer üretimi sürecine büyük bir katkıda bulunuyorlar çünkü hemen tüm sektörlerde emek yoğunluğunun artmasını sağlıyorlar. Örneğin, akıllı telefon vb. aygıtların kullanımı, belki de fabrika ve plantasyon sistemleri ile taşıyıcı banttan (conveyor belt) sonra kapitalist emek sürecindeki kontrolü sıkılaştıran bir üçüncü önemli aşamaya işaret ediyor. Diğer bir deyişle, bu tepe katmandaki üretimi sadece kendi sektörü içindeki sonuçları itibarıyla değil, diğer sektörlerin emek süreçlerine ilişkin etkileri açısından değerlendirmek gerekir çünkü emek yoğunluğundaki büyüme, en azından potansiyel olarak, organik kompozisyondaki büyümeye zıt yönde hareket eden bir dinamik olabilir.

Kısacası işçi sınıfının hem üst hem alt katmanlarında emek-yoğun süreçlerde büyük bir genişleme gerçekleşti. Bununla birlikte istihdam hacmi de genişledi. Fakat ne zaman ki Çin’deki içgöç belli bir doyum noktasına yaklaşmaya başladı, ki bu işte 2008’den sonraki sürece tekabül eder, dünyada ilk defa büyüme sürecinde bir yavaşlama gerçekleşti. İçinde olduğumuz durum da sonuç olarak buna tekabül ediyor.

Şimdi bu yavaşlamanın toplumsal sınıflar açısından sonuçlarına bakalım. Mevcut konjonktürde ne ulusaşırı sermayedar sınıf ne de dünya işçi sınıfı açısından dramatik bir değişim oldu; bunu söyleyebiliriz son on yıl için. Daha önce değindiğim üzere, 2000’li yıllardaki büyüme işçi sınıfının birikim yapabilir bir konuma gelmesine değil (ki bu istisnai bir duruma işaret ederdi) sayıca ve oransal olarak büyümesine yol açtı. Öte taraftan, ulusaşırı sermayedar sınıf da nispeten büyüdü ve (işçi sınıfının aksine) ulusaşırı bağlarını güçlendirdi. 2000’de dünyada yaklaşık beş yüz kadar dolar milyarderi varken bu sayı şu anda 3 bine yaklaştı. Yani sömürü oranında ve hacminde muazzam bir büyüme gerçekleşirken, şaşırtıcı olmayacak şekilde, (ulusaşırı) sermayedar sınıfın üretim ilişkilerinin geneli üzerindeki kontrolü de arttı.

Ama küresel ölçekte ulus-devletler içerisinde konumlanmış ve (kendi imtiyazlı sınıf konumunu ulus-devletlerin mevcudiyetine borçlu olduğu için) ekseriyeti milliyetçi olan küçük burjuvazi işçi sınıfının nominal genişlemesindeki yavaşlamanın neticesinde artı değer hacmindeki büyümenin yavaşlaması nedeniyle refah seviyesinde göreli bir daralma yaşamaya başladı. Bu nedenle de birçok ülkede sınıf kavramından arındırılmış yoksulluk söylemleri gündeme gelmeye başladı. Fukuyama’dan bahsetmiştiniz: Bu ve benzeri kişiler, küçük burjuvazinin bu tür fikirlerin, anlatıların alıcısı olduğunu gayet iyi bilir, bunlar zeki insanlar. Dolayısıyla sınıf kavramını tahrif eden bu ve benzeri söylemleri geliştirmeye başladılar. Yani meseleye küresel ölçekte baktığımızda, sınıf mefhumundan arındırılmış yoksulluk söyleminin devam eden bir “küçük burjuvazi ayaklanmasının” önemli bir söylemsel bileşeni olduğunu iddia edebiliriz. Bu “ayaklanmanın” en temel sonuçlarından bir tanesi küçük burjuvazinin otoriterleşme eğiliminde olan hükümetlerin arkasında durması oldu. Türkiye için bu durum kendini küçük burjuvazinin mevcut hükümete bir “atıllık siyaseti” izleyerek verdiği zımni destekte gösterdi.

İşçi sınıfının temel meselelerinden birinin çalışabilecekleri bir iş olduğunu söylediniz. 2020’ye kıyasla 2021’de sigortalı istihdamının %7,2 büyüdüğünü söylüyorsunuz siz. Bunu nasıl okumak lazım? Çünkü aynı zamanda pastanın da 2008 öncesine göre daraldığını söyleyenler var. Beri yandan illa bir tezat oluşturması gerekmez ama bu veriyi nasıl yorumlamak gerekir, bu önemli bir veri midir?

Önce veriden biraz bahsedeyim. Sonra önemi var mı ya da ne tür bir önemi var, ona bakalım. Ben bahsettiğiniz veriyi Twitter’dan paylaştım. Önemli olduğunu düşünüyordum ama bir yandan da malumun ilamı olarak görüyordum. Hakikaten konuyla ilgili herkes bu gelişmeden haberdardır diye düşündüm. Fakat bazı dolaylı ve doğrudan geri dönüşler neticesinde fark ettim ki birçokları bu gelişmeyi göz ardı etmiş. Bu dolaylı geri dönüşlerden biri bir bankanın üst düzey yöneticisinden geldi. Bazı işletmeciler de benzer yorumlar yaptılar. Çok şaşırdıklarını söylediler. Şaşırmalarına şaşırdım elbette. Mesela ABD örneğini ele alalım. Herkesin ilk baktığı veri, her ay için, üretilen iş sayısıdır ve ABD’deki Çalışma İstatistikleri Bürosu açıklar bunu. Herkesin gözü oradadır. Enflasyondan daha önemlidir mesela bu veri. Dış ticaret dengesinden daha önemlidir. Çünkü herkes bilir ki “sendikasızlığın” bu seviyede olduğu -ki ABD’de de Türkiye’de olduğu gibi çok düşük- sağ siyasetin insanları özellikle yakalayabileceği ana nokta istihdamdır. Benimle paylaşılan yorumlardan bir diğeri de bu verinin doğru olmayabileceğine dönük. Bu iktidar baştayken hiçbir şeye güvenemeyiz, doğrudur, ama bu enflasyon verisi gibi bir kaynak değil. Aktüeryal dengenin tutturulması lazım… Öte taraftan, insanlar istihdam verisine bu kadar ilgisizse, iktidar da bu veriyi tahrif etmekle çok uğraşmaz diye düşünüyorum.

Buradan rakamlara gelelim. Sosyal Güvenlik Kurumu ay ay açıklıyor. Bu ay kaç tane kayıtlı çalışan var… 4A, 4B, 4C kategorilerine ayırıyor. 2010’lu yıllardan itibaren yıllık değişimlere bakalım örneğin. 2013 yılında 597 bin kişi artmış SGK kapsamındaki zorunlu sigortalı sayısı. Sonraki sene 648 bin. Sayı 2016’da 62 bin düşmüş. 2012-2020 yılları arasındaki yıllık değişim ortalaması yaklaşık 420 bin. 2020’den 2021’e geldiğimizde ise büyüme 1,4 milyon. Örneğin 2019’dan 2020’ye 500 bin artmış, bir sonraki sene neredeyse 1,5 milyon artmış. Bu korkunç bir rakam.

Neden?

Toplam sigortalı sayısı 22 milyon! 2020’de 20,5 milyon, 2021’de 22 milyon. Yani devasa bir değişim var bir sene içinde. Özetlemek gerekirse, ekonomi on yıllardır istihdam açığı yaratırken son iki sene için süreç tersine dönmüş gibi gözüküyor: İstihdamda bir patlama söz konusu.

Bu patlamanın nedeni ne?

Aslına bakarsanız bu soruya cevaben ilginç hiçbir şey söylemeyeceğim. Bunun çok basit bir izahı var. Yoksullaşma denilen sürecin kendisi… Türkiye ekonomisinin göreli olarak iki özelliği var. Birincisi, nispeten dışa açık bir ekonomiden bahsediyoruz. Burada bir ilginçlik yok. İkincisi ve ayırt edici unsur ise, doğrudan yabancı yatırımın payı son derece düşük. Ne demek istiyorum? Türkiye dışarıya bir şeyler satıyor ama bu satma işlemini yabancı sermayenin kontrolü altındaki işletmeler vasıtasıyla değil, yurtiçinde bulunan şahısların, ailelerin vs. işletmelerinin faaliyetleri neticesinde gerçekleştiriyor. Dolayısıyla Türkiye’deki işletme sayısındaki büyüme/küçülme başta yönelttiğiniz “neden” sorusuna dair bir cevap vermemize yardımcı olabilir.

Bu işletmelerin ekseriyeti düşük teknolojili ihracat yapıyor. Teknolojik gelişimle kendini ön plana çıkarmıyor. Yüksek katma değer üretmiyorlar ve dolayısıyla bu işletmelerin ayakta kalması, sayılarının artması ile TL’nin değersizleşmesi arasında birebir bir ilişki söz konusu. Bunu bazı insanlar orta gelir tuzağı vs. gibi bence nispeten kof kavramlarla anlamaya çalışıyorlar.

Türkiye’de bu istihdam patlamasının arkasındaki temel etmen, bana kalırsa, istihdamı sağlayan işletme sayısındaki patlama. Onu da şöyle ifade edeyim: Türkiye’de dış ticarete ilişkin en büyük payı üstlenen işletmeler imalat sanayindeki KOBİ’ler. İmalat sanayiinde olacak ve KOBİ olacak. Bu KOBİ’lerin sayısı yıldan yıla değişiyor elbette. Türkiye’de yaklaşık 3,3 milyon işletme var. Bunların 3 milyonu mikro KOBİ diyebileceğimiz on kişiden az insan istihdam eder. Kayıtdışı istihdam da söz konusu. Dolayısıyla istihdam hacimleri resmî kayıtlarda gözükenden daha büyük.

Bizim asıl ilgilenmemiz gereken ise imalat sanayideki işletme sayısı çünkü ihracatın %80’den fazlasını sınai sektörler gerçekleştiriyor. O da 400 bin civarında. Bu 400 bin işletmenin yaklaşık 350 bini ortalama yaklaşık yirmi işçilik bir istihdam hacmine sahip. Toplamda 250 kişiden fazla istihdam sağlayan işletme sayısı ise sadece 3 bin civarında. Şimdi bu işletmeler açılıyor, kapanıyor. Yıldan yıla “açılan işletme sayısı eksi kapanan işletme sayısı”, yani “net yeni imalat sanayi işletme sayısı” gibi bir metrik kullansak ne görürüz?

Şöyle bir şey görüyoruz Aybars: TÜİK 1985’ten beri veri sağlıyor. 1985 ile 1991 yılları arasında Türkiye’de net yeni imalat sanayi işletme sayısı toplamda 27 bin civarında. Bunların %99’u KOBİ olduğu için hepsini atölye gibi değerlendirebiliriz. Bunu, sayıları paylaşırken büyük işletmeleri kafamızdan silmek için vurguluyorum. 1992-1998 yılları arasında bu sayı 27 binden 91 bine çıkıyor. 1999-2005 arası 45 bine düşüyor. 2015’lere kadar sayı yarı yarıya iniyor. Büyüme devam etse de büyüme hızında önemli bir düşüş var. 2013-2021 yılları arasında ise toplamda 86 bin işletme açılmış. Yani aynen 90’ların ortasındaki benzer bir patlama görüyoruz son dört-beş sene içerisinde. 90’larda zirveye ulaşıyor, sonra düşüyor, 2010’lu yıllara kadar belirli bir seviyede devam ediyor, son yıllarda ise tekrar hiç azalmadan yine bir zirve yapıyor. Şimdi, bu veriden hareketle bir siyasi bağlantı kurmaya çalışacağım.

İslâmcılar ne zaman seçim kazandı? İslâmcılar ilk seçim zaferini 1994 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara belediyelerini kazanarak elde ettiler. Tam bu atölye patlamasının ortasında.

Sizinle söyleşiden sonra bu bağlantıya ilişkin iki grafik paylaşmak istiyorum. Birinci grafik net yeni imalat sanayi işletme sayısı ile seçimlerde en yüksek oyu alan İslâmcı partinin (yani yıllara göre Refah Partisi, Fazilet Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi) oy oranlarını gösterecek.

Bu veriden hareket edersek 1991-97 yıllarında atölye sayısındaki yaklaşık dört katlık büyümeye karşılık gelecek şekilde ana İslâmcı partinin oyu 2002 ve 2004 seçimlerinde neredeyse üç katına çıkıyor. Diğer bir deyişle atölye sayısındaki büyüme ile İslâmcıların oy oranlarındaki büyüme arasında birkaç yıllık bir aralık içeren bir örtüşme var. Sonraki yıllarda İslâmcıların oy oranları %40-50 bandında seyrediyor. Şimdi ise oy oranlarının %30’lara indiği söyleniyor. Öte taraftan, 2013-2020 dönemindeki atölye sayısındaki artışın bu açıdan tek muadili 1991-1997 dönemindeki büyüme. Yani atölye sayısında son yıllarda istisnai bir büyüme görüyoruz.

İkinci paylaşacağım grafik ise, net yeni imalat sanayi işletme sayısındaki yıllık değişim oranının seçim yılları arasındaki ortalaması ile oy oranı en yüksek İslâmcı partinin oy oranlarının değişim oranını gösterecek. Eğilimleri daha açık gösterebilmek için 1999-2001 dönemi için işletme sayıları ve 1998-2002 dönemi için oy oranlarını grafikte yer vermeyeceğim -ki bahsedilen dönemde farklı bir eğilim gözlemlemiyoruz. Bu grafik ise İslâmcı partilerin oy oranları ile atölye sayısındaki değişim arasındaki çarpıcı örtüşmeyi ortaya koyuyor.

Eğer bu anlamlı bir metrik ise, 1990’lardakine benzer bir süreç yaşadığımızı iddia edebiliriz. Her zaman ikinci sefer yaşanalar bir öncekinin komedisi gibidir, tarih asla tekerrür etmez, bunları biliyoruz ama eğer şu andaki süreç ile 90’lardaki arasında bir benzerlik varsa, bu durum önümüzdeki seçimler açısından bize bir şeyler söyler.

Daha önemlisi, söylesin söylemesin, ben iktidarın 90’lı yıllardaki başarısı ile o dönem imalat sanayiindeki atölye sayısındaki patlama arasında bir ilişki kurduğuna ve bu ilişkinin bir benzerini bu dönemde de yeniden üreterek kendisine destek devşirmeye çalıştığına inanıyorum. Yani sonuçları öngörmek güç olsa da bu ilişki bize iktidarın mevcut stratejisini anlamamıza yardımcı olabilir.

Soruya geri gelirsem: Bu veri önemli midir? Önemlidir. 1980’lerin ortasından beridir, sadece atölye sayısı değil, imalat sanayi ihracatı hacmi ile iktidardaki partinin oy oranları arasında şaşırtıcı bir örtüşme görüyoruz. Diğer bir deyişle, imalat sanayiine ilişkin üretim hacminde büyüme olduğu dönemlerde iktidardaki partinin oy oranları arttı; küçülme olduğu zaman da ya oy oranında küçülme gerçekleşti ya da bir duraksama oldu.

Bu örtüşmeler, bize sigortalı istihdamı ve imalat sanayi istihdamı özelinde, seçimlere ilişkin önemli bir gösterge sunuyor. Türkiye gibi ülkelerde iktisadi daralma istihdam hacmini küçültmez, tam tersine birçok durumda büyütür çünkü, tekrar etmek gerekirse, Türkiye düşük teknolojili, düşük ücretli emek kullanımına dayalı ve ihracat odaklı bir ekonomiye sahip. TL’nin değer kaybı ve dolayısıyla yoksullaşma, aslında tam olarak istihdamı tetikleyebilecek, işçi sınıfının istihdamını tetikleyebilecek bir olguya işaret eder. Ana neden budur. Bunun da siyasi bir önemi vardır. Geneli itibarıyla istihdamın genişlemesi iktidarın elini rahatlatan bir unsurdur.

O halde aslında toplumun özellikle muhalif kesimlerde büyük oranda görülen bir iyimserlik, yani bu iktisadi krizin, bunu çeşitli veçhelerini hesaba katabiliriz (enflasyon, işsizlik, genç işsizliği, üniversiteli gençlerdeki gelecek kaygıları), hepsini bir bütün olarak hesaba kattığımız zaman “bu sefer gidecekler” gibi bir siyasi sonuç bekleniyor. Siz o zaman biraz farklı bakıyorsunuz gibi anlıyorum. Kısacası bu verileri siyasete de tercüme ederek, öngörülerinizi ve varsayımlarını bizimle paylaşır mısınız?

Elbette hepimiz anketlere bakıyoruz. Bu verinin daha önceki seçimlerin aksine, 2015 seçimlerini bir kenara bırakarak söylüyorum, ümitvar işaretler barındırdığını görebiliyoruz. Şahsen böyle bir sürecin gerçekleşmesini, tüm şerhlerime rağmen, isterim. Fakat bu veriden hareketle seçim sonucuna ilişkin bir öngörüde bulunamam çünkü öngörü geliştirmeyi zorlaştıran iki unsur var.

Birinci unsur, şu an iktidar bir oy kaybı yaşıyor ise, bu kaybın muhalefet bloğunun geliştirdiği bölüşüm ve büyümeye dair bir modelden kaynaklanmaması. Bu malumun ilamı. Hepimiz biliyoruz. Ama bunu hatırlamak gerekir. Bu neden önemli? Muhalefet bloğunun elinde fikir olmadığını düşünmüyorum. Hatta ellerinde işe yarayabilecek fikirler olduğunu biliyorum. Niye biliyorum? Çünkü, naçizane, bu fikir üretim süreçlerinin bir kısmının içinde bulundum. Bir kısmına şahitlik ettim. Dolayısıyla mevcut durumdaki bu sessizlik halinin arkasındaki nedenlerden biri “iktidara gelirsek bölüşüm ve büyümeye ilişkin mevcut iktidarın inşa ettiği ana unsurlara pek de dokunmak istemiyoruz” altmetni olabilir.

Bu da kendi başına sorunlu bir tutumdur. Neden sorunludur? Önce bir şerhi paylaşayım: Tabii ki iktidarın değişmesi birçok insanı rahatlatacaktır çünkü yaşanan sıkıntılar sadece ücret seviyesi, çalışma-istihdam koşulları ve geçimle sınırlı bir mesele değil. Sıkıntıların farklı boyutları var. Bunlardan önemli biri toplumsal cinsiyet unsuru, diğeri Kürt yurttaşların yaşadığı süreçler…

Şimdi soruya geri döneyim: Sınıflararası ilişkiler açısından mevcut yapı ile devam edilirse, önümüzdeki seçimde iktidar değişse bile bir sonraki seçimde ne olacağını bilemeyiz. Yani en azından belirli bir kesimde şöyle bir algı var gibi: “Seçimde İslâmcı iktidar giderse, bir katharsis yaşanacak ve İslâmcılar tuzla buz olacak. Kadrolar fikirlerini değiştirecek ve siyasetten elini eteğini çekecek.” Böyle bir şey olmayacak. Dolayısıyla iktidara karşı muhalefet bloğunun alternatif bir projeler yekunu geliştirmemesi, alternatif bir perspektif geliştirmekteki isteksizliği hem önümüzdeki seçim hem de sonrakiler için endişe verici.

İkinci unsur ise muhalefetin iktidara ilişkin algısına dair. Muhalefetin sesi en gür çıkan kesimlerinde iktidarın ne yaptığını bilmediğine ilişkin güçlü bir kanı söz konusu. Buna verebileceğim yakın zamanlı ve en bilinen örnek, Tayyip Erdoğan’ın “faiz nedendir, enflasyon sonuçtur” ifadesi. Yani (benden çok daha deneyimli olan) birçok arkadaşımızın çok hoşuna gitti bu ifade. Çünkü çok basit bir mantıki hata var gibi görünüyor ve öyle de… Sonuç olarak faizler yükseltilmedi ama döviz kurları, enflasyon patladı. Yani hatalı olduğu bu kadar açık bir fikir…  Faiz politikasına ilişkin bu söylem iktidarın bir stratejisi olmadığı fikrini desteklemek için sıklıkla vurgulanıyor. İktisatçı olduğunu söylüyor Tayyip Erdoğan, bu kadar basit bir şeyi anlamıyor olabilir mi? Bu soruyu sormak istiyorum. Hadi anlamıyor, etrafındakiler anlamıyor mu? Anlamıyor olabilir ama sonuçlarını görüyorlar artık. Halen mi anlamıyorlar? O halde niye böyle? Bazı fikirler var ortada. Mesela İslâmcılık. “İslâm faizi yasaklar” vs. Şimdi bu yanlış bir yaklaşım. İktidarın bir stratejisi olduğunu düşünmemiz için elimizde yeterince done var. İktidarın bir şekilde hedefe ulaşmaya çalıştığına ilişkin de done var. Mesele bu stratejinin ne olduğunu çözümleyebilmekte.

Yani Türkiye’ye ilişkin çalışmalar yürüten akademisyenler, aydınlar, düşünürlerin yapması gereken iktidarla dalga geçmektense, iktidarın ne yapmak istediğini anlamaya çalışmak. Bunu da kamuoyuyla paylaşmak. Bariyer, yine muhalif okuryazar kesimin zihnindeki, çok uzun zamandır belki hepimizin zihnindeki aksiyomatik önerme. Kastettiğim önerme şu: “Her iktidarın seçim kazanması için ekonomiyi büyütmesi gerekir. Ekonomi küçülürse iktidar düşer.” Bu önerme aslında kalkınmacılık diyebileceğimiz, özellikle iki dünya savaşı sonrası dekolonizasyon süreci içerisinde ete kemiğe bürünmüş, Fordist birikim rejimi denilen küresel bir ekonomi-politik yapı içerisinde olgunlaşmış anlatının bir ürünü. Ama küresel ekonomi-politik açısından çok şey değişti. Birincisi, biraz önce vurguladığım üzere emek-yoğun üretim hacminin genişlemesiyle organik kompozisyonda bir küçülme gözlemliyor olabiliriz. İkincisi, gelir dağılımında Kuzey Atlantik ülkelerinin aleyhine bir gelişme yaşanıyor. Kısacası, yeni bir dünyada yaşıyoruz ve biraz önce paylaştığım fikri tekrar vurgulayayım: Hayır, iktidarlar ekonomiyi büyüttüğü için iktidarda kalmaya devam etmiyorlar. İktidarlar istihdam yaratabildiği için iktidarda kalabiliyorlar.

Dolayısıyla ekonomik küçülme (“küçülmeye rağmen” değil, “küçülme nedeniyle”) istihdam yaratabiliyor ise, özellikle sağ eğilimli bir iktidar gerektiğinde bu tür bir yola tevessül edebilir. Böyle bir patikaya kayabilir. Nitekim özellikle mevcut iktidar açısından bu son derece albenili bir plandır. Risklidir, çok risklidir, o yüzden gelecek seneye ilişkin bir tahminde bulunmak zor ama riskli olduğunu bilmelerine rağmen, böyle bir yönteme başvurabilirler diye düşünüyorum. Daha önce kısaca bahsettiğim üzere, bu durumu tarif etmek için kendimce naçizane bir takı ürettim: sürdürülebilir küçülme.

Özellikle kalkınma iktisatçılarının sıklıkla kullandığı “sürdürülebilir büyüme” kavramı vardır. Büyümenin doğal kaynakların ve insan kaynaklarının tarumarına, kontrolsüz borçlanmaya vs. yol açmaması, büyüme sürecinde sürekli halde tutunabilecek bir hatta devam edebilmek. Eğer sürdürülebilir büyüme bir olgu ise, en azından bir amaç ise, şu soruyu sorabiliriz: Sürdürülebilir küçülme neden olmasın? Böyle baktığımızda hükümetin ana amacının 2008 Krizi’yle birlikte kademeli ve kontrollü biçimde küçülmeyi yönetebilmek, küçülmeyle birlikte ücretlerin düşmesini sağlayabilmek ve bu sayede istihdam üretebilmek olduğunu iddia edebiliriz. Bu eğilim son birkaç sene içerisinde gittikçe güçlenmiş gibi gözüküyor. Bu riskli oyunu hükümet oynamaya devam ediyor. Bu şekilde, kaybettiği desteğin bir kısmını kazanmaya çalışıyor.

Bunun siyaseten karşılığı nedir, neye denk düşer diye sorarsanız, biraz önceki veriyi tekrar hatırlamakta fayda var. İşsizlik azaltılabilir ise iktidar işçi sınıfı arasındaki mevcut desteğini korumayı başarabilir. Basit bir hesapla anlatmaya çalışayım: Türkiye’deki asgari ücret AKP iktidara geldiğinde yaklaşık olarak 200 dolar civarındaydı. 2004 gibi böyleydi. 2001 krizinden sonra çok ciddi bir küçülme oldu ve sonra taşlar yerine oturdu. 2010 yıllarına geldiğimizde neredeyse 400 dolara çıktı. Şu anda baktığımızda, 2022 itibarıyla 300 doların altına indi. Aldığı yere geri götürdü aşağı yukarı. Bu bir olgu ve işçi sınıfı açısından da zorlayıcı bir durum fakat duruma bir de şu açıdan bakalım. Diyelim ki ücretlerde döviz bazında %25’lik bir küçülme var: bu, ferdi ücret düşüyor ve sömürü oranı büyüyor demektir çünkü işçi ücreti düştüğü için daha kısa ya da rölantide çalışmayacak. Öte taraftan, eğer istihdam hacminde biraz önce bahsettiğim çerçevede bir patlama yaşanırsa çalışan sayısındaki büyüme nedeniyle ülkeye giren toplam gelir havuzunda bir küçülme yaşanmayabilir. Bu küçülme asgari seviyede kalabilir ya da en azından, küçülme olsa bile, bu küçülmenin işçi sınıfının kesesine giren toplam miktarda büyük bir aşınmaya yol açmaması muhtemeldir.

Nasıl olur? Dört kişilik bir hanede bir kişi çalışırken, iki kişi çalışmaya başlarsa ferdi ücretlerde %30’luk bir küçülme olsa bile haneye iki maaş gireceği için o hane açısından aslında gelirde bir büyüme bile olabilir. Şöyle bir olguyu da göz ardı etmemek gerekir tabii: Bir kişi yerine iki kişi çalışmaya başlıyor. Sömürü oranı dediğimiz göstergeye baktığımızda korkunç, kabul edilemez bir artış gerçekleşiyor elbette. Burada tartışma yok fakat konuyu sınıftan koparırsak, yoksulluğu da sınıftan koparırsak (ki şu anda olan bu), işçi sınıfı sömürü oranındaki büyümeyi göz ardı edebilir. Çünkü haneye giren rakamda ya çok ciddi bir küçülme olmuyor ya da büyüme bile olabiliyor.

Sürecin bir başka boyutu ise ücretli emeğe ilişkin hâkim değer yargılarına dair. Hakikaten genç işsizliği çok ciddi bir sorun. Umutsuzluk dediğimiz bir unsur da var. Kapitalist üretim ilişkileri içerisinde çalışma kavramı kutsanan bir kavram. Ücretli emek kutsanan bir kavram. İşsiz kalan gençler ciddi bir buhran yaşıyorlar. Şimdilerde “gençler iş beğenmiyor” cümlesi son derece popüler. Bu aslına bakarsanız genç kuşağın proleterleşmesi sürecinin zeminini hazırlayan söylemin bir yansıması.

İnsanlar güle oynaya proleterleşmezler. Kapitalist emek sürecine adapte olmaları gerekir. Bu adaptasyon süreci (İkinci Dünya Savaşı sonrası) birçok yeni kurulmuş ulus-devlette asgari bir kuşağın yaşamını şekillendiren temel bir unsur olmuştur çünkü insanlar proleterleşmeyi, bir patron için çalışmayı, bir başkasının el koyacağı artı-değeri üretmeyi kabul etmek istemezler. Bu pratiklerin toplumsal bellek içerisinde yer edinmesi, yeni toplumsal norm ve değerler sayesinde bireyler için kabul edilebilir kılınması gerekir. Ücretli emeğin kutsanması da bu yeni norm ve değer setinin ana unsurlarından biridir.

Bu açıdan bakıldığında “sürdürülebilir küçülme” sadece mevcut iktidarın ayakta kalma stratejisinin bir ana bileşeni değil, aynı zamanda 2000’li yıllardaki kısa ve nispi refah dönemi içerisine doğmuş genç kuşağın tekrar proleterleştirilmesi sürecinin de bir parçasıdır. Tam da bu nedenle, “sürdürülebilir küçülme” sadece bu iktidara ve geneli itibarıyla İslâmcılara mal edilmemeli. Muhalefetin birçok önemli bileşeni de bu sürecin devamından yanadır.

Ekonomi-politik zaviyeyi tutturmak açısından da… bu yoksulluk meselesine dair siyasi partiler nasıl bir kavrayışla ilerlemeleri gerekir peki? Bunlara kapasiteleri var mıdır? Doğrudan soruyorum ama sonuçta yoksulluk aslında bir durum, evet ama sadece onun kendi içerisinden kavranabilecek bir şey değil. Aynı zamanda bir ilişki diyelim… Toplumsal-sınıfsal bir açıdan bakılırsa, nasıl görmeli ve sadece reel politik çerçevede başarılı olmak için de değil, hakiki bir toplumsal dönüşüm, yeni bir “anlatı” için nasıl ilerlemek gerekir?

Bir vurgu yaptınız, onun altını çizmek istiyorum. “Yoksulluk” ve “yoksullaşma” kavramlarını belki ayrıştırmak gerekiyor. İşçi sınıfına mensup olmayanlar için böyle bir ayrım yapmak gerekir çünkü işçiler zaten hep yoksul. Tanımı gereği yoksul. Öncelikle onu söyleyeyim ve geçeyim.

Şimdi burada ve bu soru çerçevesinde konuyu biraz daha soyutlaştırmak isterim müsaade ederseniz çünkü Türkiye ölçeğine ve küresel ölçeğe ilişkin bir kısım fikir paylaştım fakat söyleşinin başından beri kullandığım “küçük burjuvazi” kavramının içini henüz doldurmadım. Sorunuzun cevabına dair bazı ipuçları, bahsedeceğim soyut şemanın içinden çıkabilir.

Tabii…

2010’ların başından beridir şu tezi işlemeye çalışıyorum: Türkiye’deki uzun erimli siyasi dönüşümleri anlamak istiyorsak, bakmamız gereken temel fail kümesi ne burjuvazi ne proletarya. Ele almamıza gereken ana mesele gayri-burjuva ve gayri-proleter diyebileceğimiz toplum kesimleri arasındaki ilişkiler. Bu tez bizi “fi tarihine” kısaca olsa da bakmaya teşvik eder. Kestirmeden gidersek, “Türkiye Cumhuriyet nedir?” sorusuna dönmek gerekir belki. Bu tezden hareket edersek Türkiye Cumhuriyeti’nin 19. yüzyılın ilk yarısında artık sınıflaşmaya başlamış, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist dünya ekonomisine dahil olma süreciyle sınıflaşabilmiş küçük burjuvazinin kurduğu bir entite olduğunu söyleyebiliriz.

Bu ilginç ve yeni bir fikir değildir. V. I. Lenin bu saptamayı 1920’li yıllarda yapmıştır. Lenin’e göre Türkiye yeni bir ülkedir, burada köylülük ve küçük burjuvazi vardır. Küçük burjuvazi bu devleti kurmuştur. Şimdi Türkiye’deki uzun yıllardır anlamlandırmakta güçlük çektiğimiz siyasi buhranın temelinde, taşlar sanki hiç yerine oturmuyormuş hissini veren bu durumun arkasında yatan ana neden, bana kalırsa, 1980’li yıllar itibarıyla en aşağı yüzyıldır devam eden küçük burjuva iktidarının ilk defa aşınmaya başlamış olması.

Ne demek istiyorum? İşte burada biraz sınıfları tanımlamaya çabalamamız gerekir. Çoğu insan şu konuda mutabık: Marksist kuram içerisinde orta sınıf kavramına dair bir sorunumuz var. Mesele o kadar aleni hale gelmiş durumda ki, örneğin, ünlü karikatürist Umut Sarıkaya’nın güzel bir eseri var, belki hatırlarsınız. Ölüm döşeğindeki Karl Marx birden yatağından fırlayarak küfürlü bir ifadeyle “Orta sınıf nedir?” diye soruyor ve yanındaki kişi Marx’a, “Sakin ol lütfen,” diyor. Kısacası bu o kadar uzun zamandır tartışılan bir mevzu ki artık neredeyse folklorumuzun bir parçası oldu.

Şimdi, bu meseleye ilişkin benim bir önerim var. Türkiye’de bu konunun ivedilikle tartışılması gerektiğine inandığım için ilgili fikrin ana hatlarını 2013 yılında Praksis dergisinde yayımladım. Bu proje halen bitmedi ama o metinde fikrin genel çerçevesi ortaya çıktı.

Öneriyi şöyle özetleyebilirim: İşçi sınıfı artı değeri üreten sınıf. Burjuvazi ise artı değerin temellükünü amaçlayan, mevcudiyetinin ana nedeni artı değere el koymak olan ve bu çerçevede hareket eden bir sınıf… Kapital’in birinci ve üçüncü ciltlerinde sırasıyla bu temel iki mesele ele alınır. Ama Kapital’in ikinci cildinde “sermayenin dolaşımı” süreci tartışılır.

Bu küçümsenecek, hafife alınacak bir mesele değil. Çünkü işçi sınıfı artı değer üretirken bu artı değerin realizasyonu ve gerekli üretim koşullarının inşası farklı sermaye biçimleri arasındaki metamorfozların olabildiğince sorunsuz şekilde gerçekleşmesini gerektirir… Aslında siyasete, yani “burjuva siyasetine” dair meselelerin onda dokuzu bu dolaşım sürecinin farklı veçhelerine dair friksiyonların, sıkıntıların aşılması veya aşılamamasıyla ilgilidir. Mesela post-kolonyal ulus-devletlere bakalım. Bu kurumsal ve teritoryal yapıların ana amacı ulusal pazarların inşasıydı. Neden pazarların inşası? En azından o dönemde proleterleşme ancak ulusal pazarın inşası ile mümkün olabilirdi çünkü ücretli emeğin ortaya çıkabilmesi için kapitalist mülkiyet rejimine dayalı bir ulusal pazarın ortaya çıkması gerekiyordu.

Şimdi Marx şöyle bir fikir ortaya atıyor; diyor ki sermaye birdir, tektir fakat bu sofistikasyon seviyesiyle olan biten birçok süreci derinlikli şekilde anlayamayız: para sermaye, meta sermaye ve üretken sermaye olarak sermaye kavramını üçe ayırmamız gerekir. Her sermaye biçimi de bir ilişki olarak mevcudiyetine devam edebilmek için bir diğerine dönüşmek, metamorfoza uğramak zorunda. Dolaşım sürecini kabataslak böyle anlatıyor, Marx.

Her ne kadar farklı patikaların olabilirliğini analitik olarak tartıştığı metinler ve pasajlar olsa da Marx, bilindiği üzere, yaşadığı dönemin koşulları içerisinde bu metamorfoz sürecinin gittikçe büyük firma yapıları içinde massedileceğini ve dolayısıyla o dönemki haliyle gayri-burjuva ve gayri-proleter toplumsal sınıfların eriyeceğini öngördü.

1929 Büyük Buhranı’na kadarki süreç Marx’ın öngörüsünü doğrularken 20. yüzyılın geri kalan kısmında olanlar bizi bu öngörü üzerinde tekrar düşünmeye iter. Konuyu derinlemesine ele alan düşünürler var. Örneğin Nicos Poulantzas. Eric Olin Wright var, yakın zamanda aramızdan ayrıldı. Praksis’te yayımlanan makalede bu fikirleri kısaca tartışıyorum. Büyük bir sıkıntı görüyorum bu ve benzeri yaklaşımlarda. Kategorik yaklaşımlar bunlar. Bana kalırsa Marx’ın düşünme biçimiyle örtüşmüyorlar. Sunulan yaklaşımın hareketlilik öğesini içermesi gerekir çünkü sermaye hareketlilik demektir.

Önerdiğim basit formül ise şu: Her metamorfoz, yani (meta, para, üretken olmak üzere) her sermaye biçiminin diğerine dönüşümü aslında farklı bir toplumsal sınıf için analitik bir yer hazırlar. Burada tarihsel bir olgudan veya bir mecburiyetten bahsetmiyoruz. Bu sınıflar ortaya çıkabilir veya çıkmayabilir. Netice burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadelenin tarihsel koşulları içerisinde netleşir. Dolayısıyla bahsettiğimiz gayri-proleter ve gayri-burjuva kesimleri “orta sınıf” olarak adlandırmamak gerekir çünkü bu kesimleri sınıflaştıran proletarya ve burjuvazinin “ortasında” durmaları değil, burjuvaziyle proletarya arasındaki mücadelenin tarihsel koşullarını belirlediği birikim sürecinde özgün bir rol üstlenmeleri. Daha da netleştirirsek dolaşım sürecinde birikimi kolaylaştıran işlevler ifa etmeleri.

Bu nedenle bu kesimleri “dolaşımdan kökenlenen sınıflar” olarak adlandırıyorum. Üç farklı sınıf var burada: birincisi para sermayeyi üretken sermayeye dönüştüren ya da bu dönüşümde kilit bir rol oynayan bir toplumsal fail. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra bu fail birikim sürecinde giderek kritik hale gelen bir konuma yerleşti. “Bu fail tam olarak nedir, kimdir?” derseniz, isterseniz, indirgemeden somutlaştıralım: İngilizce kısaltmasıyla “C-Suite” olarak adlandırılan büyük firmaların yöneticileri dünyadaki az sayıdaki ailenin para sermayesinin kullanımı için izin isteyen ve bu para sermayeyi kullanmak için onlara bir proje öneren insanlar. Bunlar yaratıcı insanlar, zeki insanlar, bir seviyede bilgi ve birikimleri var. Bu insanlar bu para sermayeyi alarak burjuvazi için küresel meta zincirleri oluşturuyorlar. Bunun karşılığında da burjuvaziden bir pay alıyorlar ve bu pay bazen o kadar büyük oluyor ki bir kısmı burjuvaziye dahil olabiliyor. Bu nadir duruma ABD özelinde Elon Musk veya Jeff Bezos’u örnek verebiliriz. Bunlar işe hakikaten çok büyük paralarla başlamış insanlar değiller ama o sınıfa yükseldiler. Öte taraftan bu sınıfın önemli bir kısmı bu tür bir yukarı-yönlü sınıfsal hareketlilik yaşamıyor. ABD’de CEO diyebileceğimiz insanların senelik ortalama geliri 300-400 bin doları aşmaz. Bunlar tabii bizim için çok büyük meblağlar ama o dünya için değil.

İkincisi, ki bu daha tanıdık, meta sermayenin tekrar para sermayeye metamorfozuna yardımcı olan bir sınıf; yani küçük burjuvazi. Ne kastediyoruz bu “metamorfoz” kavramından? Diyelim ki elimde bir kahve fincanı var; metamorfoz bu metanın pazarda satılması ve paranın satıcının eline geçmesi: meta paraya dönüşüyor. Bir tür kullanım değer içeren bir “şey” kullanım değeri olmayan bir “simgeye” dönüşüyor.

Bu ne demektir? Bu metamorfoz küçük burjuvazi açısından özü itibarıyla iki unsura tekabül ediyor zannımca. Birincisi ve tarihsel olarak önemli olan unsur pazarların, bir pazar ekonomisinin oluşturulması. Pazar ekonomisinin oluşması için gerekli kurumların inşası ve bu inşa sürecinin sonrasında bu kurumların işletilmesi. Modern dünya tarihi boyunca gördüğümüz ulus-devlet inşa süreçlerinin ekseriyetini bu sınıf üstlenmiştir. Küçük burjuvazi ve ulus-devlet inşası arasındaki ilişkinin en görünür olduğu dönem onlarca post-kolonyal ulus-devletin kısa sürede inşa edildiği 1945 sonrası… Her ne kadar kronolojik olarak bu ulus-devletler ve Almanya ve İtalya gibi Avrupa’nın “geç uluslaşmış” devletleri arasında kalsa da Türkiye Cumhuriyeti’ni de bu kategori içine koyabiliriz. Müstakil ideolojiler üretmişlerdir, marşlar yazmışlardır, bayraklar, kostümler… Buradan başlayabiliriz ve diğer tüm kalkınmacı projelere kadar gidebiliriz. Demiryolları, rafineriler, barajlar vs.

Bir de yapısal bir unsur var. Onu da şöyle özetleyebilirim: Lacan’ın arzu kavramı var. Küçük burjuva arzu üretir. Daha önce arzulamadığımız “şeyleri” üretir. Bunlar ilişkiler ya da nesneler olabilir. Burada mesela küçük burjuvazi içerisinde daha dar bir gruba yoğunlaşalım. Akademisyenlere odaklanalım. Entelektüellere, yazarlara, müzisyenlere, sanatçılara… Ben de kısmen parçası olarak görebilirim kendimi bu kesimin. Biz arzu üretiriz. Farklı şekillerde, herkes ne yapıyorsa, çalışıyorsa. Bitmeyen bir arzu ve tüketim. Sınırsız bir birikim süreci için bu gerekli. Bu, küçük burjuvazi…

Türkiye’de küçük burjuvazinin iktidarı 1980’li yıllara kadar sarsılmadı. 1930’lara kadar geriye götürebileceğimiz süreçte ulusal burjuvazi inşasına dönük bir proje yürütüldü. Bu burjuvazi değil, komprador burjuvaziydi! Çünkü küresel birikim sürecinin seyrini tayin eden bir fail değil, iç pazar inşasında aracılık üstlenen bir vasaldı. O dönemin düşünürlerinin farklı fikirleri vardır ama genel olarak mutabık kaldıkları nokta, komprador burjuvazinin şu veya bu biçimde kanatlarını geliştireceği, uçmayı öğreneceği ve en sonunda devlet otoritesine el koyacağı yönündeydi. Beklenti buydu ve 1980 darbesi de bu çerçevede ele alındı. Buna göre, burjuvazi nihayet artık müstakil bir sınıf olmuştur ve devlet aygıtını ele geçirmiştir.

Geçenlerde gördüm Türkiye’nin en büyük sınai teşebbüslerine sahip olan bir ailenin bir ferdi bir futbol programında ciddiye alınmayacak bir kişiyle ağız dalaşı yapıyordu. Bu olmaz. Devletin eğer sahibi olduğunu iddia ettiğimiz bir sınıfın mensubuysa, böyle bir diyalog gerçekleşemez, gerçekleşmez de… Burada başka bir şey söz konusu, detaya girmiyorum.

1980’den sonra ise ilginç bir şey oldu. Kalkınmacılık diye adlandırabileceğimiz süreç sekteye uğradı. 1970’lerden itibaren Fordist birikim rejimi diye adlandırılan küresel rejim zafiyete uğradı ve en önemlisi Türkiye özelinde bu durum sosyalist hareketlerin güçlenmesine yol açtı. Küçük burjuvazi, ve elbette Türk Silahlı Kuvvetleri’nin paşaları da bu sınıfa dahildir, sonuç olarak bu gelişmeye/soruna bir çözüm geliştirmek zorundaydı. Neticede kendi mezarlarını kazacak bir düzenlemeler penceresi açtılar. Bazı insanlar neoliberalizm adını taktı bu sürece. Akabinde olan şey ise şu oldu: Oyunun kendisi müstakil yapısını yitirdi. Türkiye’de daha önce komprador burjuvazi dediğimiz kesimin büyük bir kısmı silindi gitti. Önemli bir ayrıntı, hakikaten Türkiye’de burjuvazi olarak adlandırabileceğimiz kesimlerin ulusal katma değer üretimi içerisindeki payı 2000’li yıllardan sonra ve özellikle 2008’den sonra düzenli biçimde küçüldü. Altını çiziyorum.

Bu bize bir işaret. Bildiğimiz hikâyenin tersi bir olguya işaret ediyor. Bizim alışık olduğumuz, aşina olduğumuz öyküye göre kapitalist üretim ilişkilerinin tarihsel seyri sermayenin merkezileşmesini ve yoğunlaşmasını beraberinde getirir.

Neden tersine bir merkezileşme gerçekleşiyor?

Asıl gelmeye çalıştığım noktaya geleyim. Bir de üçüncü bir metamorfoz var. Üretken sermayenin meta sermayeye dönüşümü. Bunu özetle kapitalist emek süreci olarak adlandırabiliriz. Marx başta olmak üzere 19. yüzyıldaki birçok düşünürün öngörülerine göre gelecekte kapitalist emek süreci büyük oranda burjuvazinin direkt gözetimi altında gerçekleşecekti. Bu öngörü, belli bir süre de gerçekten doğru gözüktü, olgularla desteklendi.

Fakat şimdi geriye dönüp bakıyoruz ki bu sonsuz, sınırsız bir süreç değilmiş. Özellikle finans kurumları, yani finansı kontrol eden yapılar ile üretimi kontrol eden yapılar arasında gerçekleşen büyük işbirliği süreci neticesinde, farklı bir yöne doğru evrildi dünya ekonomisi ve şöyle bir şey ortaya çıktı: Söyleşinin başında da bahsettiğim küçük üreticilerin artan önemde bir rol oynadığı bir yere doğru evrilmeye başladık. Bunun farklı tarafları var; yüksek teknoloji kullanan sektörler, start-up süreçleri vs. Ama Türkiye’yi daha fazla ilgilendiren temel mesele yine bu imalat sanayinde faaliyet gösteren işletmeler.

Uluslararası Çalışma Örgütü’nün bir raporuna göre şu an dünyada çalışan insanların %10’undan fazlası imalat sanayiindeki atölyelerde çalışıyor. Böyle bir oran koyabiliriz ortaya. Şimdi o zaman soru şuraya doğru evrilmeye başlıyor. Ulus-devletlerin kuruluşunda rol oynayan bir toplumsal sınıftan bahsettik: küçük burjuvazi. Arzuyu üreten sınıf bu. Küresel meta zincirlerinin genel mimarisini çizen, arkasındaki fikri oluşturan, ete kemiğe büründüren bir sınıftan bahsettik: buna ben teknokrasi diyorum, CEO’lar sınıfı diyebiliriz, ya da artık her ne diyeceksek.

Üçüncü metamorfoza ilişkin bir boşluk var. Bu boşluk, hem ulus-devletlerin çizdiği çerçeve içinde hem de küresel meta zincirlerinin içerisinde faaliyet gösteren bir fail tarafından dolduruluyor olmalı. O zaman şu sorulara yoğunlaşmalıyız: Bu küçük üretim yerleri nasıl ayakta kalabiliyor ve buradaki üretim organizasyonunun kontrolü kimin elinde?

Hatırlarsanız ilk başta şunu söyledim, Türkiye’nin ayırt edici özelliklerinden biri dışa açık bir ekonomi olmasına rağmen doğrudan dış yatırımların genel ekonomi hacmindeki payının düşük kalması. Türkiye doğrudan dış yatırım açısından albenisi olmayan bir ülke ki bu durum mevcut iktidar döneminde de geçerliydi.

O zaman bu 400 bin işletmeye geri dönmek gerekir. Türkiye’nin eğer cari açığı tavan yapmadıysa nedeni ekseriyetle büyük şehirlerde yer alan bu 400 bin işletme. Varoşa ekmek getiren kesim bu 400 bin işletmenin sahibi… Bu işletme sahiplerinin ülke ekonomisine getirdiği döviz ile inşaat yapan müteahhitler, onların ödediği yevmiyelerden beslenerek işçi sınıfı mahallelerine sol siyasetin girmesini engelleyen esnaf… Bu kesimler müstakil bir toplumsal sınıfın bileşenleri. Eğer bu söyleşide orijinal bir fikir sunuyorsam o da budur.

Bu sınıfa ben “faburjuvazi” diyorum. Burjuvaziye benzeyen bir sözcük oyunuyla. Burcun içindeki değil, dışındaki sınıf. Çeperin dışındaki, varoş diyebileceğimiz neresiyse; İstanbul’u ele alalım, İstanbul surlarının dışındaki semtler. Esenler, Güngören, Bağcılar… Ve bu toplumsal sınıf 1980’lerden sonra tam da küçük burjuvazinin sevk ve idaresi altında gelişmiş olan kalkınmacılık-sonrası bir ekonomik büyüme modeli içinde serpildi. 1995 itibarıyla -kolektif olarak- tek başına en büyük ihracatçı haline geldi. Benzer şekilde en büyük istihdam sağlayıcısı haline geldi. Bu gelişmenin aslında kimseyi sürprize uğratmaması gerekiyordu fakat 1980 darbesi ve akabindeki dönüşümün mimarları süreci şaşkınlıkla karşıladı çünkü hedefledikleri bu değildi. Faburjuvazi bir süre sonra şaşırtıcı olmayacak şekilde siyasette kendisine bir yer aramaya başladı. Aslında bu kesim siyasetle ilgilenmek zorunda kaldı.

Neden ilgilenmek zorunda kaldı?

Çok basit… Tekil olarak son derece güçsüz, ortalama dört ila beş senede bir kapanan işletmelerden bahsediyoruz. İşçi istihdam ediyor, kolektif olarak en büyük istihdam sağlayıcısı ama tekil olarak son derece güçsüz. Hükümet gümrük vergilerinde değişikliğe gittiğinde, bazı koruma duvarlarını kaldırdığında, bazı vergi sübvansiyonlarını kesintiye uğrattığında bu işletmelerin önemli bir kısmı ortadan kalkabilir(di).

Bu toplumsal sınıf, siyasette yer bulabilmek için 1990’lı yıllardan sonra ivmelenecek şekilde farklı siyasi faillerle -şimdi siyasi partilerden bahsetmeye başlayabiliriz- flört etmeye başladı. İşin garibi şu ki 1980’li yıllarda bu kesimin daha henüz gelişmesinin ilk dönemindeyken flört ettiği ilk parti, dönemin SHP’siydi. Genç okurlar hatırlamayacaktır, SHP o dönem müteahhit partisi olarak adlandırılıyordu. Bahsedilen kesimin bir kısmı hakikaten özellikle SHP’li belediyelerden iş aldığına inanılan müteahhitlerdi. Bir kısmı hem müteahhit hem atölyeci. Kimi sadece atölyeciydi. Bu kesimin SHP deneyimi başarısızlığa uğradı çünkü dönemin SHP’si bu hızda bir dönüşümü kaldıramadı. İçinde halen darbe sonrasında partiye sığınmış sosyalistler vardı. MHP/MÇP ise benzer şekilde bu tür bir dönüşümün siyasi ayağı olabilecek bir oluşum değildi çünkü faburjuvazinin çıkarları kalkınmacı ulusal ekonominin tasfiyesini gerektiriyordu. Oysa MHP de kalkınmacılıktan nemalanan bir oluşumdu. Bu farklı oluşumlarla flört etme hali içinde en sonunda İslâmcılarla bir ortaklaşma gerçekleşti ve bu ortaklaşma İslâmcıları da dönüştürdü. İşte Tayyip Erdoğan’ın bir figür olarak Necmettin Erbakan’ı tasfiyesi 1990’lı yıllarda kurulan bu ittifakın neticesiydi.

Bu ittifak nasıl bir kompozisyon üretti; karşıtını vs.?

Mesela İslâmcılar ve laikçiler arasındaki çekişme… Aslında İslâmcılık-laikçilik gerilimi bu çerçeveden bakılırsa, küçük burjuvazi ile bahsettiğim atölyeci sınıf ya da faburjuvazi arasındaki, burjuvazinin temellük ettiği artı değerden önlerine düşen toplam payı paylaşma mücadelesinin bir yansımasından başka bir şey değildi, değildir.

Başta SHP/CHP olmak üzere laiklik kavramı etrafında siyaset yapan faillerin genel olarak neoliberal diye adlandırılan politika setine dair temel bir itirazı yoktu. Hiçbir zaman olmadı. Özelleştirmelere karşılardı çünkü özelleştirme küçük burjuvazi kapsamı altında kurulmuş olan işletmelerin tasfiyesi, dolayısıyla küçük burjuvazinin iktisat ve siyaset üzerindeki etkisinin daralması anlamına geliyordu. Özelleştirmelerin yavaşlatılmasının ötesinde son kırk senedir neredeyse hiçbir farklı çıkış gerçekleştirmediler. Dolayısıyla genel şema içerisinde ortaklaşıp yeni ekonomi politik bağlam içinde paylarını müzakere ettiler. 2010’larda artık küçük burjuvazi faburjuvazinin, yani bu atölyeci sınıfın hakimiyetini büyük oranda kabul etti. İşte tam da bu nedenle geçtiğimiz on yılda biz ittifaklar siyasetine şahitlik etmeye başladık. Örneğin, Saadet Partisi ve CHP aynı ittifakın içine girebilmeye başladı. Doğu Perinçek’in partisiyle AKP işbirliği yapabilmeye başladı. Laikçilik-İslâmcılık çatışması birdenbire tuzla buz oldu.

Şimdi İslâmcılık-laikçilik meselesine bu çerçeveden baktığımızda Türkiye’deki parti ittifakları arasındaki rekabetin halen büyük oranda küçük burjuvazi-faburjuvazi arasındaki pazarlık sürecinin bir ürünü olarak tezahür ettiğini görebiliriz. Bu süreç bağlamında Millet ve Cumhur ittifakları sırasıyla küçük burjuvazi ve faburjuvazinin çıkarlarını nispeten ön plana çıkarıyorlar. Fakat “nispeten” sözcüğünün altını çizmeliyim çünkü bu ayrışma, sınıflar ve partiler arasında doğrudan bir örtüşme olduğu anlamına gelmiyor elbette: Atölyeci sınıf Millet İttifakı’nda da var, CHP’nin içinde de var. Aynı zamanda bir kısım küçük burjuva Cumhur İttifakı’nın içinde var.

Dolayısıyla bu ittifakların arasındaki rekabetten ziyade, bunların kurulma süreci önemli. Çünkü bu ittifakların kurulması bize şunu gösteriyor: Neredeyse kırk senedir birbiriyle şu veya bu şekilde gerginlik, çatışma içerisinde olan bu iki sınıf her iki ittifakın bünyesinde bir uzlaşmaya vardı. Bu ittifaklar birbiriyle rekabet ediyor gibi görünüyor ve kısmen de ediyor ama bu artık önemli değil. Önemli olan tekil olarak her ittifakın her iki sınıfın da beklentilerini karşılamaya çalışması. Dolayısıyla, bu bütünleşme içerisinde biz zaten siyasette büyük bir kayma gördük. Bundan sonra dönüşüm, ancak ve ancak işçi sınıfının siyasete doğrudan müdahalesiyle gerçekleşebilecektir.

Siz yoksulluk meselesine dair ana akım siyasi partilerin toplumsal sınıflar bağlamında üretmesi gereken siyasi perspektife ilişkin bir soru yönelttiniz. “Böyle bir perspektif üretebilirler mi” diye sordunuz. Bu son kısımda paylaştığım fikirlerden hareketle soruyu yanıtlayayım: Hayır, üretemezler.

Peki, üretebilirler miydi?

Maalesef üretebilirlerdi! İlintili bir başka konuya geçeyim. 2013 yılında bir toplumsal hareketlenme oldu, Gezi protestoları. 81 ilin 79’unda, 5 milyon insanın üzerinde katılım oldu. Neredeyse on sene olmuş. Beş milyon insan sokağa çıkarsa, Gaziantep, Kayseri… En muhafazakâr yerlerde dahi… Bir Bayburt yoktu galiba. Hangi ülkede bu ölçekte gösteriler olsaydı orada iktidar düşerdi. Türkiye’de düşmedi!

Neden düşmedi?

Protesto ve örgütlenme arasında kavramsal bir açı ortaya çıktı. Şu anda muhalefeti yönlendiren birçok kanaat önderinin ana vurgusu (“seçimi bekleyelim” demiyorlarsa) protesto. Örgütlenme değil. Çünkü örgütlenme yapabilmeniz için bir kurama ihtiyacınız var. Türkiye’deki durumu açıklamak için yanlışlanabilir fikirlere ihtiyacınız var.

Protesto ise olan bitenin tekrarını insanlara lanse etmektir büyük oranda. İkisi de gerekli mi? Elbette gerekli fakat protestonun siyasi fikirleri değiştirmediğini defaten gördük. Örneğin ABD’de yapılan bir araştırma var. “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketi gerçekleşti, ülke kaynıyor, her yerde gösteriler; sandığa bakıldığında, oy oranlarının değişmediğini görüyoruz. Şu ortaya çıkıyor: Bu gösteriler olunca daha fazla insan bu hareketin lehine fikirlerini destekleyecek oluşumlara oy atıyor ama karşı tarafta duran insanlar da sandığa gidiyorlar. Yani protestonun kendisi fikirleri değiştirmiyor, sadece farklı fikirlerde olan insanların siyasete olan ilgisini artırıyor.

Örgütlenme için ise, dediğim gibi, belirli bir kuram gerekir. Dolayısıyla olabilir miydi, üretilebilir miydi? Eğer 2013’ten 2015’e giden süreçte mücadelede işçi sınıfının yanında yer alan kesimler ve işçi sınıfının kendisi Gezi protestoları sırasında küçük burjuva protestocularla devam eden fikrî ve performatif mücadeleyi kazanabilseydi, daha sonraki dönemde herkes evine çekilmez, bir atıllık süreci başlamazdı: Şimdilerde olduğu gibi o dönemde de “2015 seçimlerini bekleyelim, oy atarız giderler” mesajını güçlü bir şekilde dillendiren küçük burjuvazi siyasi iklime hâkimdi… E gitmediler.

Örgütlenme sürecine ilişkin ciddi tartışmalar başlasaydı Türkiye’deki büyük siyasi oluşumların tepe noktasındaki insanların buna cevap vermesi gerekirdi. Süreç ivmelenirdi… CHP’nin içinden bir sosyalist parti çıkardı demiyorum, en azından şu konjonktürde gerçekçi değil bu. Ama sosyalist partilerden tezi en güçlü olanın etki alanı genişler ve CHP yönetimi bu basınca cevap vermek zorunda kalırdı.

Fakat bu sürecin akabinde artık elde kalan tek şey ittifak siyaseti oldu.

Tam da şu momentte, iktisadi krizin de kendini iyice hissettirdiği momentte muhalefetin atıllığından bahsediyorsunuz. “Kriz=yoksullaşma demektir, o da iktidarı derinden sarsacak” denklemine dair neler söylemek isterseniz son olarak?

Kuramsal atıllığa vurgu yapmak gerekir. Sol cenahta bulunan, kapitalist üretim ilişkilerinin yaşadığımız sorunların önemli bir kısmının temelini teşkil ettiğine inanan insanların önemli bir kısmında bir siyah-beyaz arayışı var diyebiliriz. İki tane fail tanımlamak istiyorlar, kötüler ve iyiler, bunlar ebedi ve ezeli savaş içindeler, geriye kalan her şey detay gibi geliyor. Bu anlatı çok çekici, işsizliğe anlatıda bir epik pozisyon sunuyor. Epistemolojik kuşkularınızı bir tarafa koymanıza yardımcı oluyor.

Pratik meselelere gelirsek. Sendikalar ne yapıyor? Oraya gelmek lazım. Siyasi partilere ilişkin bazı fikirler paylaştım. Nasıl bazı muhalif kesimlerde mevcut iktidara dair “iş bilmezler” algısı yaygınsa CHP üst yönetimi için de tabanını temsil etmediği algısı bir hayli yaygın. Niye? CHP’ye 10 milyon insan oy atıyor, Yunanistan’ın toplam seçmen sayısı daha küçük. Bu 10 milyonun içinde işçi kesimi önemli bir yer tutuyor. Aslına bakarsanız küçük burjuvazi CHP seçmeni içerisinde azınlık ama parti küçük burjuvazinin çıkarlarını temsil ediyor. Bu yönüyle üst yönetim sadece tabanının kompozit taleplerini temsil ediyor: Yani sesi çıkmayanların taleplerini dikkate almıyor, sesi çıkanları ise el üstünde tutuyor. Özetle, nasıl mevcut iktidarın bir stratejisi varsa, CHP üst yönetimi de tabanının talepkâr ve katılımcı kesimlerini temsil ediyor diyebiliriz.

CHP seçmeni olan işçi sınıfı küçük burjuvaziyle bu adaletsizliği önlemek için bir mücadeleye giremiyor türlü nedenlerle, onu geçelim, ama işçi sınıfının yanında olduğunu iddia eden küçük burjuvalar niye gerçekten süreci değiştirebilmek için, mesela işçi sınıfını ve taleplerini CHP’ye taşımak için örgütlü bir çaba içerisinde değiller? Neden böyle bir vazgeçmişlik söz konusu, bu ön kabuller nereden geliyor? “Hiçbir şey değişemez” kanısı, günümüz dünyasında hiçbir empirik karşılığı olmayan, yaşadığımız dünyayı geç 19. yüzyıl ve erken 20. yüzyıl tarihine hapseden ayrıntılardan besleniyor. Bu ayrıntıları köpürtmenin de küçük burjuvazinin çıkarlarına hizmet ettiğine inanıyorum. Orayı da geçelim.

Şimdi bir önceki soruya geri dönelim: Sendikalar, en başta DİSK, küçük işyerlerini örgütlemek için ne tür bir sistematik çalışma yapmıştır son kırk yıl içerisinde? Bu konuyu çalışan akademisyenlerle ne oranda, hangi kaynakları harcayarak işbirliğine gitti? Hadi geçelim akademisyenleri, küçük işletmeleri örgütlemek için bütçelerinin yüzde kaçını harcıyorlar, kaç tane araştırma/deney yaptılar? Sendikalar bunu yapabilir, kaynakları var. Yapabilme lüksleri de var. Hatta bu örgütlenme deneylerini yapmakla yükümlüler. Çünkü ödül, bu hatalardan ders çıkarabilmek ve çalışan bir strateji geliştirebilmek.

Üretilecek fikir kabataslak şudur. İşçi sınıfına şu mesajı götürebilmek ki bunu sendikalar yapabilir: İktidara kim gelirse gelsin biz milyonlarca insanı istihdam eden atölyeleri kooperatiflere çevireceğiz, iktidara bu süreci kolaylaştırmak için baskı yapacağız. Sahiplerinden, ki sahiplerinin önemli bir kısmı zengin değildir zaten, üretim araçlarını almak ve kooperatifler birlikleri oluşturmak… İstanbul’un Rumeli yakasının işçi sınıfı mahallerinde yedi ila sekiz milyon insan yaşıyor. Bu bir ulusal ekonomiye denktir. Çok küçük bir alandır burası ve bu nedenle örgütlemesi de kolaydır. Sonraki adım da tüm bu süreçleri üretim, dağıtım, ihracat, bunları yeniden tasarımlamaktır. Bu tür deneyimler var, hem başka ülkelerin hem de bu ülkenin tarihinde.

Bu, şu anda fikrî egemenlik kazanan ama kof yoksulluk anlatısına göre daha etkili olacaktır. Yani… İnsanlar yoksul? Hayır insanlar hep yoksuldu, sen yoksul değildin ve sen de şu anda biraz yoksullaştın. Çocuğunu özel okula göndermekte zorlandığın için şikâyet ediyorsun ve çocuğunu özel okula göndermek istemenin nedeni, eğer kaliteli bir kamusal eğitim olursa, senin rakı içtiğin lokantada parmağını şıklattığında orada biten garson çocuğun gelecekte senin çocuğuna rakip olma “riski”. İstemiyorsun! Çok düşük ücretlere evine temizlikçi olarak gelen kişi daha yüksek ücretler isteyebilir haklı olarak; bunu istemiyorsun.

Türkiye’de gerçekten de kişi başı gelir düşüyor, 2015’ten beri açık bir biçimde düşüyor. Fakat bu küçülmenin kendisinin eşitsiz dağılımı nedeniyle, aslına bakarsanız küçük burjuvazinin göreli olarak hayat standardında önemli bir iyileşme gerçekleşmiş olabilir. Çünkü ekonomi her ne kadar dışa açık olsa da hizmetlerin önemli bir kısmı tabii ki ülke içinden karşılanıyor. Döviz kuruyla alakası daha zayıf; bir kişiye para veriyorsunuz ve sizin için bir faaliyet gerçekleştiriyor.

İki oran vereyim size. Asgari ücretin kişi başı gelire oranı 2009 yılında %46. Şu an bu oran 2022 itibarıyla, kabaca söyleyeyim, %33’e indi. Türkiye’de çalışanların %50’sinin asgari ücretli olduğunu biliyoruz, işte işçi sınıfı diyebileceğimiz kesim budur ve daha da geniş de olabilir. Geri kalanın bir kısmı küçük burjuvadır ve onun geliri ulusal gelire yakındır. Aradaki açık büyüyünce, evet, bizim küçük burjuva faillerimiz yazın yurtdışına tatile gidemiyor, çocuklarını özel okula göndermekte zorlanıyor ama işçi sınıfının sunduğu hizmetlere ilişkin bir ferahlama yaşıyor. O zaman bu hükümeti kim defetmek ister ki? Hükümet “sürdürülebilir küçülme” stratejisi kapsamında bu kesime de bir şeyler veriyor ki burada küçük burjuvaziye doğrudan değer aktarımı sağlayan, örneğin geçtiğimiz yıllarda çıkan düşük faizli konut kredileri ve benzeri uygulamalardan bahsetmiyorum bile.

Toparlayayım: Kof, sınıf anlatısından arındırılmış bir yoksulluk anlatısı ile sınıf kavramını “kötüler-iyiler savaşı” çerçevesinden okumaya çalışan bir sınıf anlatısının arasında sıkışmış durumdayız. Bu sıkışma önemli çünkü ne birinci ne de ikinci anlatı işçi sınıfının fikirlerini ve siyasi tutumunu değiştirebilir. İşçi sınıfının tutumu elbette değişebilir, fakat bu anlatılar sayesinde değil. Öte taraftan bu insanlara “seçimden sonra size başka bir gelecek vaat ediyoruz, birkaç sene zorlanacağız ama sorunlarınızı birlikte aşacağız çünkü üretim ilişkilerinde yapısal bir dönüşüm gerçekleştireceğiz” mesajı verilebilirse, bu mesajın altı ayakları yere basan bir modelle desteklenebilirse, işte o zaman bir şeyler değişebilir.

O zaman “yoksulluk karşıtı vaatlerin” aslında yoksulluğun yönetilmesiyle daha baskın bir ilişkisi var diyebilir miyiz? Yani yoksulluğu ortadan kaldırmak değil çünkü o bir ilişki biçimi, daha ziyade onu yönetilebilir kılmakla mı ilgili muhalefetin siyaset tarzı?

2010’lu yılların başında CHP’nin başına geçen yeni yönetim aile sigortası kavramıyla ortaya çıktı. Mülkiye’den değerli hocalarımızla birlikte 2014-2015 gibi, bizden bunu revize etmemiz istendi. Şu soruyla başladık: Gerekli kurumsal altyapı sağlandığı takdirde, yoksul hanelerin gelirlerini AB’nin yoksulluk çıpasına göre medyan gelirin %60’ına çekebilecek bir yeniden dağıtım programı geliştirebilir miyiz; bunu optimal kaynak kullanımıyla nasıl sağlarız? Yaptığımız çalışmalar sonunda yoksul haneleri üç gelir grubuna bölerek, gelirce en üstteki gruptan en alttaki gruba doğru kademeli olarak artan kaynakları koşulsuz ve sürekli şekilde sağlayacak bir model geliştirdik. Yaptığımız hesaplara göre iktidarın kabataslak şu anki sosyal yardım harcamasına denk gelen bir bütçe ile yoksulluk oranını, %92-93 oranında azaltabilecek bir model bu. Şu anki sosyal yardım harcamaları çok büyük bir meblağdır ama yoksulluğu sadece %7 oranında azaltıyor. Bu programlarla birlikte gelecek sendikalılaşma ve kooperatifleşmeyi teşvik eden politikalarla faydalanıcı hane sayısının ve gerekli program bütçesinin de küçüleceğini öngördük.

Bu modelin eksikleri olabilir fakat Bolsa Família gibi bir model değildi bu. Orijinal bir şey önermeye çalıştık. Uygulandığı vakit hataları da zaman içerisinde çıkacaktır ama bunlar düzeltilebilir hatalar olacaktır. Şu anda eğer iddia edildiği gibi hızlı ve derin bir yoksullaşma süreci yaşanıyor fakat bu ve benzer modeller ciddiyetle tartışılmıyor ve yoksulların yoksulluk hallerinin dokümante edilmesinin kendisi bir siyasi strateji olarak sunuluyorsa, bu tercih ediliyorsa, bence sorunuzun cevabı “evettir”: Yoksulluğun yönetimi dediniz, evet…

En soyut seviyede küçük burjuvazinin faburjuvaziyle yaptığı pazarlığın bir öğesi olarak kullanılıyor yoksulluk. Ana amaç yapısal bir çözüm üretmek ve işçi sınıfının fikrini değiştirmek değil, yoksulluk temasını faburjuvazi ve onun birincil temsilcisi olan iktidardaki partiye karşı bir pazarlık kozu olarak kullanmaktır. Ama acı bir şey söyleyeceğim. Nasıl mevcut hükümet ne yaptığına ilişkin fikir sahibiyse, bu tür bir blöfe de boyun eğmeyecek, bu blöfü görecektir.

Son olarak bir şerh düşmem lazım. İnsanlarla bu fikirleri paylaştığımda genellikle aldığım cevap şu oluyor: “Hadi canım! Bir hayal dünyasında yaşıyorsun, iktidarın beş-altı senelik planlar yapabilen akil insanlardan oluştuğunu varsayıyorsun. Oysa iktidarın temsilcilerinin sözleri günden güne değişiyor. İktidarın bu kadar uzun vadeli planlar yapabileceğini nasıl varsayabilirsin?” Kabaca bana söylenen bunlar. Yani, alışıldığı üzere, “nasıl” ve “neden” sorularından ziyade “kim” sorusuna odaklanılıyor.

Burada görmemiz gereken öğe, sınıf siyasetiyle parti siyaseti arasındaki açı. Bunu es geçtiğimiz sürece böyle kestirme sonuçlara varabiliriz. Sınıfların çıkarları belirli bir gecikmeyle, kimi zaman parti yönetimlerinin burunlarının sürtülmesi kimi zaman ekip ve kliklerin tasfiyesi neticesinde partilerin kolektif düşünme ve eyleme pratiklerini belirlemeye başlar. Bu belirleme sürecinin detaylarını anlayabilmek için de faburjuvazinin temsilcilerinin zaman zaman yaptığı çıkışlarla AKP’nin siyasi rota değişiklikleri arasındaki ilişkiye bakmak gerekir. İslâmcılık mevcut konumuna bu belirlenim sürecinin bir parçası olduğu için gelebildi. Bu dönemin İslâmcılar açısından geçtiğimiz on yıldan farkı ise mevcudiyet ve iktidarlarını borçlu oldukları sınıfın çıkarlarını gözetmenin getirdiği maliyet ve risklerin artması. İktidar bu maliyeti ödemeye ve riskleri almaya hazır çünkü bu sınıfın üretim ilişkileri içindeki konumunun zayıflamasının İslâmcılığın sonu olacağını biliyorlar. Bu tutumun iktidar açısından başarılı olup olmayacağını zaman gösterecek. Öte taraftan “sürdürülebilir küçülme” modelinin mevcut iktidardan daha uzun ömürlü olduğunu görürsek de şaşırmayacağız, ya da şaşırmamalıyız.