“Fransa nereye gidiyor?” diye soruyor İsviçre. Yanlış cevap, ebediyen hoşnutsuz olan Galyalılar şablonuyla yetinmek olacaktır. Kriz politiktir. Emmanuel Macron, tarihte Direktuar yönetimi, Birinci ve İkinci imparatorluklar ve Saint Simoncu çeşitli teknokratik akımlarda vücut bulan "aşırı merkez"in bir üyesi olduğunu iddia ediyor. Macron, tarihçi Pierre Serna'nın "Fransız zehri" olarak adlandırdığı, kamu maliyesi ve merkezî güç kullanımı yoluyla anti-demokratik ve devletçi reformculuk eğiliminin son temsilcisidir.
Emeklilik yaşı konusundaki ihtilaf, bu aşırı merkez hükümetinin tükenişinin belirtisidir. Otuz yıldır yapılan ama birbirini izleyen iktidarların korporatizm, tembellik ve halkın çocuksuluğu gerekçeleriyle ellerinin tersiyle bir kenara ittikleri uyarılar hiç eksik olmadı. Otoriter ve çoğu zaman grotesk bir şekilde yönetilen Covid 19 pandemisi, ülkenin gurur duyduğu ve verdiği hizmetlerin ötesinde toplumun referans noktalarının bir kısmını oluşturan kamu hizmetlerinin direnemediği bir kaza testi işlevi gördü.
Emmanuel Macron, tüm "Jüpiterci" tarzıyla, Fransa'nın içine düştüğü çıkmazı daha da ağırlaştırıyor. Macron hiçbir zaman "yeni" denebilecek bir şeye sahip olmadı. Onun "kurtarıcı/ilahi" adam duruşu Bonapartist repertuarın basmakalıp bir figürüdür. Katıksız bir ürünü olduğu neoliberal modelden başka bir şey hayal etmiyor. Bu modeli yeri geldiğinde, Jean d’Arc kültü ile [Fransız devrimine karşı isyanın temsil edildiği her yıl Vendée’de düzenlenen, ç.n.] Puy-du-Fou gerici fantezisi arasında bir yerde duran bayatlamış bir ulusal hikâye anlayışıyla birleştirmekten öteye gitmiyor. İktidarı, olgunlaşmamış, narsisist, kibirli, başkalarına karşı sağır, özellikle diplomatik düzeyde oldukça beceriksiz ve kaprisleri yasayı ya da uluslararası gerçekleri göz ardı eden ama kanun gücünde olan bir çocuk gibi kullanıyor.
Tehlikeli olmasaydı komik olabilirdi. Muhaliflerin tencere-tavayla protesto gösterisi yapmalarını önlemek için "taşınabilir ses cihazlarının kullanımının" yasaklanması, devlet başkanının gittiği yerlerin polis kordonuna alınması, "wokizm", "cinsiyet teorisi", "İslâmi-solculuk", "eko-terörizm" ya da "ultra-sol"a karşı ideolojik düzeltme kampanyalarının başlatılması, sayılabilecek diğer başka örneklerin yanı sıra, benim gibi otoriter rejimler uzmanını aldatmayan küçük ipuçlarıdır. Fransa, lamı cimi yok, "illiberal" demokrasiler kampına katılmaya doğru gidiyor.
Bazıları bu söylediklerimin polemikçi bir abartı olduğunu iddia edecektir. Onların, bir yandan en az otuz yıldır terörizm ve göçle mücadele adına kamu özgürlüklerinin erozyona uğratıldığını, diğer yandan bu bakış açısıyla siyasi denetim alanında teknolojik yeniliklerin getirdiği tehlikeleri ve önceki hükümetlerin yeni özgürlük katili yasaları gereksiz kılan baskıcı bir cephanelik sağlayacağı aşırı sağın, Rassemblement National'in [Ulusal Birleşme] yakında iktidara geleceğini göz önünde bulundurarak iki kez düşünmelerini istiyorum.
Burada söz konusu olan devlet başkanının "iyi" ya da "kötü" niyetli olması değil, kendisini teslim ettiği ve belki anlamadan desteklediği bir durum mantığıdır. Macron ne Putin ne de Modi'dir. Ancak onların Fransız kopyasının ortaya çıkışını hazırlıyor. Macron'un politikası en iyi ihtimalle Victor Orbán'ın politikasıdır: iktidara gelmesini engellemek için aşırı sağın programını uygulamak.
Nicolas Sarkozy, François Hollande, Alain Juppé, François Fillon ve Manuel Valls’ın sahneyi terk etmelerinden yararlanarak, iktidar partilerinin içinin boşaldığı bir ortamda bir "korsan" -Marx'ın Louis Bonaparte için kullandığı terimi kullanırsak- seçim ganimetini ele geçirdi. Marx'tan alıntı yapmaya devam edersek, Marine Le Pen ile yüz yüze gelmenin rahatlığını yaşamak için solu ve sağı "aynı anda" yok etmenin "kurnazca" olduğunu düşündü. Ancak Emmanuel Macron, Marine le Pen’in partisi Ulusal Birleşme’nin zaferini engellemek isteyen solun oyları sayesinde seçilmişti ve yeniden seçildi. Siyasal kurumların meşruiyetine zarar veren ve sayıları giderek artan kayıtsız seçmenler ve sandığa gitmeyenleri hesaba katmazsak, liberal ve Avrupa yanlısı programı seçmenlerin sadece dörtte birinin ideolojik tercihleriyle örtüşüyordu.
Bu açık gerçeğe rağmen, eğitimi ve meslekî geçmişi nedeniyle derin toplumun gerçeklerinden habersiz olan, ne ulusal planda ne de en ufak bir yerel idare seçimine daha önce hiç katılmadan doğrudan en yüksek makama seçilen Emmanuel Macron, neoliberal reformlarını kararnameler aracılığıyla yürürlüğe koyarak Schmittçi “güçlü devlet” ve “sağlıklı ekonomi” birleşimini hâkim kılmayı amaçladı. Aracı kurumları ve kamu görevlilerinin "derin devleti" olarak adlandırdığı kesimi atlayarak, özel danışmanlık şirketlerine veya Savunma Konseyi gibi anayasa dışı konseylere güvenerek, Fransa'yı bir "start-up ulusu" statüsüne indirgeyip, çalışanlarını "her şeye tepkili Galyalılar" olarak hor gören bir patron gibi yönetti.
Sonucun gelmesi uzun sürmedi. Fransa'yı sakinleştirmek isteyen Macron, hayaleti hâlâ Macronculuğun üzerinde dolaşan ve Mayıs 68'den bu yana ortaya çıkmış en ciddi toplumsal hareket olan Sarı Yelekliler'i kışkırttı. Emmanuel Macron, Covid 19 pandemisinin başlangıcında, elini kalbinin üzerine koyarak, her şeyin piyasa kanunlarına teslim edilemeyeceğini anladığına dair bize güvence vermişti. Birkaç kez, kurumlu duruşunun yarattığı öfkeyi yatıştırmak için değişeceğine söz verdi. Ama ardından gene gelen yeni küçük yaralayıcı ifadeler, bunu yapamayacağını hemen kanıtladı. Neoliberal çizgisini sürdürdü ve 2022'de Nicolas Sarkozy ile ittifak yaparak, halkın ve tüm sendikal güçlerin ısrarlı muhalefetine rağmen ve sendikaların karşı önerilerini görmezden gelmeyi ihmal etmeyerek, emeklilik sisteminde mali bir reformu dayattı. Buna tepki olarak gelişen yeni kitlesel toplumsal hareket karşısında Emmanuel Macron kendini inkâr ve alaya verdi. Reformun demokratik açıdan meşru olduğunu savunarak, kendi programının bir parçası olduğunu ve Anayasa Konseyi tarafından onaylanan kurumsal bir süreç sonucunda kabul edildiğini tekrarladı.
Ne var ki: 1) Emmanuel Macron, emeklilik yaşının ertelenmesine karşı olan solun oyları sayesinde yeniden seçilmişti; 2) halk, cumhurbaşkanlığı seçimini takip eden parlamento seçiminde kendisine çoğunluğu vermedi; 3) yasa tasarısı, bir yasanın mecliste oylanmadan kabul edilmesine imkân veren anayasanın 49-3 maddesine başvurma koşulu olan "sosyal güvenliğin finansmanı"yla (anayasanın 34. maddesi) ilgili değildi; olağan yasanın kapsamına giren "sosyal güvenliğin temel ilkeleri" ile ilgiliydi; 4) hükümet, mecliste bu yasa tasarısını kabul edecek çoğunluğa sahip olmadığı için bu usule başvurmaya mecbur kalmıştı, ancak bir gensoru önergesiyle bunu bozacak bir çoğunluk da yoktu; 5) Anayasa Konseyi hukukçulardan değil, siyasi kişiliklerden ve üst düzey devlet memurlarından oluşuyor ve Jacques Chirac'ın 1995'teki seçim kampanyasının hileli hesaplarını onaylamasının da gösterdiği gibi, hukukun üstünlüğüne saygıdan ziyade sistemin istikrarı ile ilgileniyor; 6) parlamenter usulün kötüye kullanılması bir dizi anayasa uzmanının tepkisine yol açtı ve buna her türlü toplumsal müzakerenin reddedilmesi eşlik etti.
2018'de olduğu gibi, Emmanuel Macron halkın öfkesine polis şiddetiyle karşılık veriyor. Anayasal gösteri özgürlüğünün ihlal edilmesi, çatışmacı polis tekniklerinin kullanılması, körlük ve sakatlanma gibi geri dönüşü olmayan yaralanmalara neden olan askerî silahların kullanılması Fransa'nın insan hakları örgütleri, Avrupa Konseyi, Avrupa Adalet Divanı ve Birleşmiş Milletler tarafından kınandı.
Bu suçlamalar karşısında Emmanuel Macron paralel bir gerçekliğe gömülerek, siyasi söylemini radikalleştiriyor. Boyun Eğmeyen Fransa partisi de dahil olmak üzere, solun oyları sayesinde zar zor yeniden seçilen Macron, solu, sınırlarını kendisinin çizme tekeline sahip olduğunu iddia ettiği "cumhuriyetçi yay"ın dışına yerleştiriyor. Reformuna karşı yapılan protestolarda "aşırı solun" parmağını görüyor. Polis şiddetini, bazı göstericilere karşı mücadele etme ihtiyacı ile gerekçelendiriyor.
Bunun dışında, bir kez daha tekrarlayalım: 1) 2002'de sol oyların ikinci turda aşırı sağın lideri Le Pen’e karşı Jacques Chirac'a yönelmesinden ve 2005 Avrupa Anayasası referandumunda çoğunluk olan hayır oylarının daha sonra parlamento tarafından devre dışı bırakılmasından bu yana tekrarlanan, seçmenlerin oylarını, kendilerininkinden farklı bir siyasi aileden geldiklerinde ya da hoşlarına gitmediklerinde dikkate almayı reddetmek temsilî demokrasinin itibarını zedeler. Bu durum zararlı bir çekimserliği besler ve sendikalara, seçilmiş temsilcilere verilmeyen hakları elde eden Sarı Yelekliler ile genç Korsikalı milliyetçi isyancılar gibi görüşlerini savunmak için doğrudan eyleme iter; 2) tarımsal sanayi çıkarları söz konusu olduğunda devletin yasal kararlara saygı göstermemesi, çevre savunucularının çatışma riskini göze alarak tartışmalı projelerin alanlarını işgal etmesine yol açar; 3) önemi hâlâ kanıtlanmayı bekleyen bir aşırı solun tehlike olarak damgalanması, kimlikçi aşırı sağın ve çevrecilere karşı saldırıları artan üretkenci çiftçilerin saldırı ve darp eylemleri karşısında hükümetin sessiz kalmasıyla el ele gider.
Ülkenin yeraltı suları kururken mega sulama havuzlarını el bombalarıyla savunan hükümetin tutarsızlığını sorgulamak "Amiş" olmak demek ve 5G'yi sorgulamak "mum ışığına" geri dönmeyi istemek değildir. Polisin yapısal aşırılıklarını teşhir etmek ve kınamak protesto gösterilerinde şiddet eylemcisi olmak değildir. İstihdam daha güvencesizleştikçe finansal mantık adına işçilerin aşırı sömürüye maruz kalmalarını teşhis etmek, kamu mülkünün özel çıkarlar yararına hortumlanmasını tespit etmek ya da en zengin şirketlere ve en zengin vergi mükelleflerine dağıtılan "çılgın paraya" esef etmek aşırı solcu olmak değildir. Macronculuğun yoksulları sevmediğini anlamak için çok okumuş olmaya da gerek yok. Macronculuğun artık protestoları kriminalleştirmekten başka bir yanıtı yok. Şimdi de antropolog Philippe Descola, filozof Baptiste Morizot ve romancı Alain Damasio tarafından desteklenen Dünya Ayaklanmaları grubunu dağıtmak istiyor! İçişleri Bakanı Gérald Darmanin’in kültür kelimesini duyduğunda silahına sarılası geliyor.
Bu ileriye doğru kaçış çabası içinde, Fransa’da hükümetin İnsan Hakları Ligi'ne saldırmasıyla önemli bir adım atıldı. Macronculuk bunu yaparak kendisini "cumhuriyetçi yay"ın dışına yerleştirdi. Hatırlanacağı üzere, Dreyfus olayından doğan bu dernek, cumhuriyet fikrinin ayrılmaz bir parçasıdır. Sadece Pétain rejimi ona saldırmaya cesaret edebilmişti. Gezegenimizde bu tür sözleri söyleyenler Putinler ve Orbanlar, Erdoğanlar ve Modiler, Kaïs Saïedler veya Xi Jinpinglerdir. Evet, Fransa da bu yana doğru devriliyor.
Çeviren: Ahmet İnsel
Not: Bu yazı Le Temps gazetesinde (İsviçre) 8 Mayıs 2023’te yayımlanmıştır.