Osman Kavala, İletişim Yayınları tarafından geçtiğimiz yıl yayımlanan bir kitap üzerinden (“SS Subayının Koltuğu: Bir Nazi'nin Gizli Yaşamının Peşinde”) kaleme aldığı, her iki bölümü de ufuk açıcı olduğu kadar esin verici de olan yazısının ikinci bölümünde, Nazilerin ‘Yahudi Sorunu’ndan ‘nihayet’ kurtulmak için buldukları ve hayata geçirdikleri Holokost’u/Shoah’ı Nazi terminolojisindeki karşılığıyla “Nihai Çözüm”ü (“Endlösung”) ele alıyor. Kavala yazısının bu bölümünde imha kamplarının faaliyete geçmesini, Alman ordularının Doğu’da, Sovyetler Birliği tarafından durdurularak askeri bakımdan yenilmeye başlamasıyla ilişkilendiren Sebastian Haffner’in Hitler Üzerine Notlar kitabına da göndermede bulunuyor.
Alman silahlı kuvvetlerinin cephelerdeki kayıpları arttıkça cephe gerisindeki Nazi terörünün şiddet ve kıyıcılığının da giderek artması –esasen bu, tüm savaşlar için geçerlidir− arasında bir ilişki olmakla birlikte büyük toplumsal-politik hadiseler için tek nedenli bir açıklama yapmanın mahzurlu olacağı açıktır.
“Auschwitz gibi zaten bir imha kampı olarak tasarlanmış toplamda yedi büyük kamp dışındaki kampların çoğu, Semprun’un ifadesiyle, “fabrikaları, revir, mutfakları ve ambarlarıyla bir kentten farksız” (Büyük Yolculuk, çev. Nedim Gürsel, Can Yayınları, 1985) düşünülüp inşa edilmiş çalışma kamplarıydı. Washington’daki ‘Birleşik Devletler Holokost Anıt Müzesi’nde 400 proje çalışanından oluşan bir ekibin 13 yıl süren araştırması sonucunda çoğunluğu Almanya’da olmak üzere tüm Avrupa’daki toplam kamp sayısının 42 500 olduğu saptanmıştır. Bunların 980’i toplama kampı; çok sayıda şubeleri de dâhil olmak üzere 30 000’i çalışma kampı; 1150’si Yahudi gettosu ve 1 000’i savaş esiri kampıdır. Yalnızca Berlin’de Yahudilerin evlerinden sürüldükten sonra barındırıldığı ve daha sonra çalışma ve toplama kamplarına nakledilmek üzere hapsedildiği 3 000 zorunlu çalışma kampı ve sözde “Yahudi evi” belirlenmiştir. Proje yöneticisi Martin Dean’in sözleriyle bu muazzam sayı, bir gerçeğe açıkça işaret ediyor: “Gerçekten Almanya’da zorunlu çalışma kamplarına veya toplama kamplarına rastlamadan hiçbir yere gidilemezdi. Her yerdeydiler.”
Nazi savaş aygıtının bir parçası olarak en küçük ayrıntısına kadar planlanmış olan bu kamplar, devasa bir organizasyondu ‒ sadece esir kamplarındaki Sovyet savaş esirinin sayısı 3,3 milyon ve Avrupa’nın dört bir yanına yayılmış olan çalışma kamplarında zorla çalıştırılan işçilerin sayısı ise zaman zaman on iki milyondur. Kamplarda Nazi diktatörlüğünde ari ırka mensup olmayanlarla ari ırka mensup olduğu halde Nasyonal Sosyalizm dışında bir siyasal ideolojiye veya kanaate sahip olan tutsaklar, ölmeyecekleri kadar beslenmelerine izin verilerek zorla çalıştırılıyorlardı. Özellikle imha kamplarında çoğunlukla da kitlesel biçimde öldürülen tutsaklar başta Yahudiler ve Yahudi olmayıp politik veya toplumsal bakımdan suçlu görülenlerdi: Engelliler, Romanlar, komünistler, eşcinseller… Nasıl okullar, cezaevleri, akıl hastaneleri “demokratik” kapitalist toplumların olağan kurumlarıysa bu kamplar da, aslında “bin yıl” süreceğine inanılan Üçüncü Reich’ta, Nazi devletine paralel yapılandırılmış bir SS devleti ve toplumunun vazgeçilmez kurumları olarak tasarlanmıştı. 1942 yılı Ocak ayında üst düzey Nazi yöneticilerinin, Berlin yakınındaki Wannsee’de (Wann Gölü) toplanarak Yahudi sorununda aslında sistematik bir imha olan “Nihai Çözüm” (Endlösung) kararı almaları üzerine artık kampların çoğu giderek çalışma kampı niteliğinden çıkarak fırın ve gaz odalarıyla endüstriyel olarak fasılasız işletilen tam bir toplu imha/yok etme kampına dönüşür. Artık toplama kamplarında ölüm, Paul Celan’ın ‘Ölüm Fügü’nde dediği gibi, “Almanya’dan gelen bir ustadır.” (Toplama kamplarındaki çocuklar – II, M.G. siyasihaber.org)
Daniel Lee kitabının son bölümünde “Yeni Dünya’dan Eski Dünya’ya gelenler yanlarında … ırkla ilgili düşünme biçimlerini de getirdiler” diyor ve Griesinger’in atalarının Amerika’nın ırk ayrımının had safhada olduğu bölgesinden gelmiş olmasının Griesinger’de bırakmış olabileceği ize dikkat çekiyor. Kitabın odak noktasındaki Griesinger’in bir SS görevlisine dönüşmesinde elbette atalarının geçmişinin kolaylaştırıcı bir etkisi olmuş olabilir; ancak ırkçılığın Almanya’da kök salıp gelişmesinde Avrupa menşeli ırkçı düşünce ve kuramların belirleyici etkisi dışında, soykırım (Holokost) bağlamında Güneybatı Afrika’daki Alman sömürge deneyiminin etkisinin büyük olduğu açıktır –Kavala yazısında bunu vurguluyor.
Irkçılığın ve soykırımın atavistik, anti-modern bir suç olduğu, saplantıyı andıran mutlaklığıyla irrasyonel olduğu yönündeki sıkça karşılaşılan fikrin aksine, bunun tam tersi doğrudur. Soykırımı teşvik eden modern ve rasyonel düşüncedir. Aydınlanma Çağı, sonunda sadece aklın zaferini değil, aynı zamanda sınıflandırmanın zaferini de getirdi. Buna göre her şey adlandırılıp tanımlanmalı, tablolara ve soy ağaçlarına dahil edilmelidir. Tıpkı bitkiler ve hayvanlar gibi insanlar da artık sınıflandırılıyor, sözde uyumsuz “ırklar” arasında sınırlar çiziliyordu. Bu durum özellikle Avrupa sömürgeciliğinde belirginleşmiştir. Örneğin, Protestan misyoner Wandres 20. yüzyılın başında Güneybatı Afrika’daki Alman kolonisinden şöyle yazar:
“Karma evlilikler sadece istenmeyen değil, fakat düpedüz ahlaksızlıktır ve Almanlığın yüzüne atılan bir tokattır. (…) Karma evlilikler her zaman ırk bilincine karşı bir günahtır. (…)
Melezlere gelince, yeterli deneyimden sonra onların kolonimiz için bir talihsizlik olduğunu söylemek zorundayız. (…)”
Ancak sınırların ve ayırt edici özelliklerin kesin olarak belirlendiği yerde, melez olan, sarih olmayan bir tehlike, sistemin kendisi için bir meydan okuma haline gelir. Bu nedenle Alman-Güney Batı Afrika’sında karma evlilikler yasaklanmıştı. Ve 1935 yılında Üçüncü Reich, “Nürnberg Yasaları”ndan biri olan “Alman Kanını ve Alman Onurunu Koruma Yasası”nda da şunları şart koşacaktır:
“Paragraf 1
Yahudiler ile Alman veya akraba kanı taşıyan vatandaşlar arasındaki evlilikler yasaklanmıştır. Buna rağmen yapılan evlilikler, bu yasayı atlatmak için yurt dışında yapılmış olsalar bile hükümsüzdür. (…)
Paragraf 2
Yahudiler ile Alman veya akraba kanı taşıyan vatandaşlar arasında evlilik dışı ilişki yasaktır.”
Naziler için Yahudiler, Ari ırkın ana düşmanını temsil ediyordu. Onların ayrı bir ırk olduğunu ilan ettiler ve Ari ırkın niteliği üzerinde zararlı bir etkiye sahip olmakla suçladılar. Bu nedenle yok edilmeleri gerekiyordu.
Bu ırkçı mantık esas olarak Avrupa sömürgelerinde dış gruplara karşı uygulanırken, radikal milliyetçilik bu yok edici mantığı içeriye de yöneltir. Daha radikal biçimiyle bu, tamamen homojen bir ulus idealinin propagandasında ifadesini bulur. Avrupa kökenli ırkçılığa gelince, beyaz/ari ırktan olan Cermen ve Frankların diğer ırklardan üstün olduğu savını ilk temellendiren kişi bir Fransız diplomatı olan Arthur de Gobineau’dur. Nasyonal sosyalist ideolojinin önde gelen kurucuları olan Alfred Rosenberg ve Hans F. K. Günther’in “kan” veya “ırk” temizliğine dayalı saf/temiz ulus ideali de, her ikisi de 19. yüzyıl antropologlarından feyzalmış olan Arthur de Gobineau’nun İnsan Irklarının Eşitsizliği Üzerine Deneme’sine ve Houston Stewart Chamberlain’ın 19. Yüzyılın Temelleri’ne dayanıyordu. Rosenberg ve Günther yaşamları boyunca “Nordik/Skandinav ırkın kültürel üstünlüğüne ve ırksal karışımın zararlı olduğuna” inandılar. Günther ırkçı bir akademisyen olarak yaptığı çalışmalar nedeniyle Nasyonal sosyalist dönemde çok sayıda ödül alır: 1935’te NSDAP Bilim Ödülü’nün ilk sahibidir. 1941’de Hitler’den Goethe Sanat ve Bilim Madalyası alır. “Yaşamın Koruyucusu Platon” adlı analizinde, Platon ve Arthur de Gobineau’nun felsefeleri ile Gregor Mendel’in kalıtım yasaları arasında paralellikler kurar.
Nazi egemenliği altında ırkçılık, kurucu bir devlet doktrini, toplumsal-politik bir model haline gelmiştir. Nasyonal sosyalistler “aşağı” olarak kabul edilen diğer halklara ve insan gruplarına karşı mücadele ve savaş vererek hatta bunları ortadan kaldırarak “cemiyeti/ulusal topluluğu” (“Volksgemeinschaft”) ve giderek tüm dünyayı iyileştirmeyi öngören ırkçı bir eylem ve savaş programını uyguladılar. Buna göre Nazi ırkçılığının iki eylem alanı vardı: “Etnik” ırkçılık, “ırksal açıdan aşağı” olarak sınıflandırılan sözde “yabancılara”, “yabancı ırklara” veya “yabancı halklara” yönelikti. Bunlar temel olarak Yahudiler, Romanların yanı sıra Doğu Avrupa halklarının çoğunluğu olan Slavlar’dı. “Sosyal ırkçılık”, sözgelimi yaşam tarzları, cinsel yönelimleri ya da fiziksel veya zihinsel durumları nedeniyle “Nordik ana ırk” imajına uymayan “Nordik ırk” üyelerine karşı da kolaylıkla yöneltilebiliyordu. Bu insanlar “kendi ırkına aykırı” ya da “yabancı ırk”tan değil, daha ziyade “ırksal olarak yozlaşmış” olarak görülüyorlardı. Irkçı dünya görüşüyle bağlantılı olan sosyal Darwinist zihinsel imgeler tüm nazi yöneticilerini yönlendiriyordu. Irkçı nasyonal sosyalist ideolojinin taraftarları dünyayı, ırksal topluluklar olarak anlaşılan ulusların, yalnızca en iyi ve en güçlü olanın hayatta kalacağı, herkesin herkese karşı sürekli bir mücadele içinde olduğu bir arena olarak görüyorlardı. Onlara göre “ırklar” ve halklar arasında ve insan grupları içinde, “daha güçlü” olanın “daha zayıf” olana karşı taleplerini kabul ettirebileceği ve ettirmesi gereken bir “var olma mücadelesi” vardır. “İskandinav ırkını” seçim ve insan üremesi bakımından “yükseltmek” için “zayıf” ve “sapkın” her şey “ortadan kaldırılmalıdır”. Ek olarak, Alman “üstün ırkı”nın Orta ve Doğu Avrupa’daki milyonlarca ve milyonlarca “alt-insan”ı yerlerinden kovarak veya yok ederek “yaşam alanını güvence altına alması” caizdi. Bu hedeflerin gerçekleştirilmesinde nefret, vahşet ve fanatizm olumlu değerler olarak propaganda ediliyordu.
Geçmişte ve günümüzde, kolektif kimliklerin genellikle azınlıkların veya bazen de diğer büyük grupların –örneğin komşu ülkelerin halklarının– ırkçı yargılarla aşağılanmasıyla, yani egemen/üstün olan ulusal kimliğin ezilen, dışlanan ve aşağılananlar üzerinden oluşturulduğu veya tahkim edildiği gözlemlenebilmektedir. “ Führer gerçekten tüm Yahudileri yok etme hedefine erişebilseydi yenilerini icat etmesi gerekecekti, çünkü Yahudi şeytan olmadan, –“Yahudiyi tanımayan şeytanı da tanımaz” diye yazardı Stürmer’in tabelalarında–, karanlık Yahudi olmadan Nordik Cermenin ışıklı sureti de olamazdı.” ( LTI Nasyonal Sosyalizmin Dili, çev. Tanıl Bora, İletişim Yayınları, 2018) Ancak ırkçı doktrinin savunucularının, kendilerini her zaman “yüksek değerli” toplumlar arasında saymaları da manidardır.
İleride bazıları Nazi kadroları içinde yer alacak olan kimi genç Alman subaylarının Güneybatı Afrika’daki (günümüzde Namibya) Alman sömürge deneyimine henüz Türkçeye çevrilmemiş önemli bir kaynaktan da yararlanarak yer veren Kavala’nın, aynı bağlamda bir başka çok önemli deneyimden, 1915 Ermeni soykırımından ise söz etmediği görülmektedir– bu, yazının biz okurlara ulaşabilmesi kaygısıyla verilmiş/ödenmiş entelektüel bir ödün/bedel olabilir mi?
Bilindiği gibi Alman subayları, 1. Dünya Savaşı’nda Almanya’nın müttefiki olan Osmanlı ordusunun en üst yönetiminde ve pek çok kademesinde görev yapmıştır. Döneme ilişkin mebzul miktarda birincil kaynakta “tehcir” sırasında birçok yerde bu subayların yerel askeri kadrolara yardımcı oldukları, hatta yer yer onları yönlendirdikleri görülür. Ayrıca Hitler’in 1915 soykırımından ayrıntılı biçimde haberdar olması için çok özel ve sağlam bir haber kaynağı da bulunmaktadır: “Birahane darbesi”nde yanı başında vurularak ölen ve “9 Kasım 1923 şehidi” ilan edilen Max Erwin von Scheubner-Richter, 1915’te Erzurum’da muavin konsolos olarak görev yapmış bir dava arkadaşıdır.
Bu dönemin edebi düzeydeki önemli bir kaynağı da Avusturyalı yazar Franz Werfel’in 1929 yılında eşi Alma Mahler-Werfel ile birlikte Suriye ve Antakya’da yaptığı gezideki izlenimlerinin ardından kaleme aldığı “Musa Dağ’da Kırk Gün” adlı romanıdır. Werfel, Suriye’nin Deyr ez Zor çöllerine zorla sürülen Ermenileri ve Musa Dağ köylerindeki Ermeni direnişini anlattığı romanında kahramanlarından yaşlı şeyhi şöyle konuşturur:
“Milliyetçilik, insanların kalbinden sökülüp atılan Tanrı’nın geride bıraktığı yakıcı boşluğu dolduruyor.” (Musa Dağ’da Kırk Gün, Franz Wefel, çev. Saliha Nazlı Kaya, Belge Yayınları, s. 528)
Werfel’in ölüm yolculuğuna çıkarılan Ermeni kafileler için kâhince bir sezgiyle “seyyar toplama kampı” (s. 93) tanımlamasını da yaptığı bu başyapıtında Alman subaylarıyla İttihat ve Terakki yöneticileri arasındaki sıkı ilişkiler de sergilenir – bu roman Kasım 1933’te yayımlandığında Almanya çoktan Üçüncü Reich olmuştu ve yayımlanmasından iki ay sonra da Naziler tarafından yasaklanmıştır.
Kuşkusuz her ikisi de jenosid’dir; soykırımdır. Kavramın mucidi Raphael Lemkin’in yazdığı gibi soykırım bir topluluğun diğerine karşı işlediği suçtur:
“Soykırım bir grup olarak ulusal gruba yöneliktir ve alınan önlemler bireylere, bireysel özelliklerinden dolayı yönelik değildir, ulusal grubun üyesi oldukları için yöneliktir.”
İnsanlık tarihi aynı yüzyıl içinde iki soykırım yaşamıştır: Birincisinde kırıma uğratılan soy, Ermeniler, diğerinde Yahudilerdir. Ancak benzerlik bu kadardır. Her ikisinin de soykırım olması, siyasal bakımdan soykırımı gerçekleştiren rejimlerin ve bunların toplumsal-ekonomik temellerinin aynı olduğu anlamına gelmez, tabii. Apayrı tarihsel-toplumsal koşullarda gerçekleşen bu iki hadise arasında bu bakımdan temelde büyük farklılıklar bulunmaktadır. Karşılaştırmalı, kabaca ve çok kısa ifadeyle: Soykırımlardan birincisini gerçekleştiren(ler), milliyetçi İttihat ve Terakki partisinin rejimi ve onun milliyetçi kadrolarıdır. Diğerini gerçekleştiren(ler) ise ırkçı faşist bir rejim ve onun nasyonal sosyalist kadrolarıdır. İstanbul’da ve merkezde Talat Paşa’dan Şam’daki Cemal Paşa’ya kadar; Diyarbakır valisi Doktor Reşid Bey’den Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey’e kadar birincisini gerçekleştirenler, İttihat ve Terakki’nin bu işe de meyyal – Z. Bauman’ın metaforuyla zararlı ve yabani otları ayıklayan bahçıvanın işine – başka bir deyişle elinden bu iş de gelen yöneticileridir. İkincisini gerçekleştirenler ise 1933’ten itibaren yazının başında nasıl bir devasa organizasyon olduğuna değindiğim zorla çalışma-toplama kamplarını ve fırınlarla donatılmış imha kamplarını inşa ederek buralarda SS özel kuvvetleriyle, Gestapo ve diğer ilgili personellerle birlikte altı milyon kurbanla Avrupa Yahudiliğini yok etme girişimi Holokost’u/Shoah’ı gerçekleştiren, aynı zamanda beş yüz bin Roman’ı, yüz binlerce akıl hastasını, on binlerce siyasal muhalif ve eşcinseli ortadan kaldıran nasyonal sosyalist kadrolardır. Bahçenin güzel düzenini engelleyen zararlı otları ayıklamak hatta yok etmek, “sınıf savaşı yerine ırk savaşı” diyen Führer’den Berlin Garı’ndaki “deportation”un sıradan bir yetkilisi olan Eichmann’a kadar; “Prag kasabı” Heydrich’den, “Beyaz melek” Mengele’ye kadar NSDAP marka muazzam kıyım makinesini meydana getirip kıyasıya işleten bu kadroların elinden gelen ve ehil oldukları tek iş budur: Gerçekten “ölüm, Almanya’dan gelen bir ustadır.”