Karın hiç durmadan yağdığı bir Noel akşamında, ayağında annesinin eski terlikleri ve sadece örtünmeye yarayan incecik kıyafetleriyle sokaklarda kibrit satmaya çalışan küçük kızı hepimiz tanırız ama adını bilemeyiz. Kendisi de tıpkı masallarındaki kahramanlar gibi alt sınıftan gelen Andersen masal boyunca bize bu küçük kızın adını söylemez onu sadece yaptığı işle anar. İşi kibrit satmaktır, öyleyse adı da bu olmalıdır; Kibritçi Kız.
Oysa saçlarının omuzlarına sadece Leipzig kentinde dokunabilen sırmalı ipekliler gibi yumuşacık döküldüğünü, çıplak ayaklarına büyük gelen terliklerden tekinin karşıdan karşıya geçtiği sırada ayağından çıktığını ve henüz neşesini kaybetmemiş haylaz bir oğlan tarafından kapıldığını biliriz. Hatta oğlanın terliği alıp kaçarken kıza doğru gülerek “ileride bir gün çocuğum olursa bunu ona beşik yapacağım” diye bağırdığını da.
O Noel gecesi Kibritçi Kız’ın başından geçenlerle ilgili bildiklerimiz bununla kalmaz, ölümünden önceki son saatlerini de bütün detaylarıyla biliriz. Zaten masal bunun hakkındadır. Bilindiği üzere Küçük Kibritçi Kız o gece satamadığı kibritleri ısınmak için birbiri ardına yakmış sonra da Noel’i kutlayan neşeli seslerin, kapı altlarından sızan yemek kokularının arasında donarak ölmüştür. Neyse ki ölmeden önce gördüğü kısa rüyalarda sıcak bir sobanın karşısında ısınmış, güzel bir sofraya oturabilmiş ve son kibritin alevinde ninesi tarafından şefkatle kucaklanmıştır.
Yine de Kibritçi Kız’ı hangi yaşta okursak okuyalım bir türlü evlerden ve sokaktan yayılan refahtan payını almış olarak öldüğüne ikna olmayız. Çünkü sadece hayal gördüğünü biliriz. Belki Andersen’in de tercih ettiği gibi bu kasvetli masalda bize teselli verecek, içimizi biraz olsun ferahlatacak hiçbir şey yoktur. Masalın bazı versiyonları muhtemelen masalı okuyacak diğerlerinden daha yufka yürekli çocukların kalbine su serpmek için ertesi sabah küçük kızın yüzünde gördükleri gülümsemeden de bahsederler. Mutlu öldüğüne dair bu zayıf teselli kalbimizin üzerine binmiş ağırlığı birazcık hafifletse de o gülümsemeye şahit olanlardan biri bile bize onu tanıdığını, adını bildiğini söylemez. O yüzden üyesi olduğu yoksul sınıftakiler gibi kederi de adı da anonim kalır.
Kibritçi Kız masalı[1] Danimarka’da 1845 yılında yayımlanır. Masalın yazım tarihi, masalda satılan ürünün kibrit olması, Kibritçi Kız’ın ailesiyle beraber içinde bulunduğu sefalet [2] ve Marx’ın kibrit yapımına dair referansları masalın gerçekle sıkı bir bağı olabileceğini düşündürür. Masalın Danimarka’ya ait olması koşulların gerçekle kurulan bağını zedeleyemeyecek tam tersine kapitalist şiddetin istilacı doğasına dair güçlü bir işaret sunacaktır. Kapital’de bazı iş kollarındaki korkunç çalışma koşulları detaylı olarak anlatılır. Kibrit fabrikaları da o iş kollarından biridir. 1863 yılındaki tanıklığa göre kibrit fabrikalarındaki çalışma ortamı Kapital’de şöyle nakledilir:
“Burada yalnızca yarı aç dulların vb. gözden çıkardığı çocuklar, lime lime giysileriyle, yarı aç, bakımsız ve eğitimsiz çalıştırılıyordu. Aralarında 8, 6 yaşlarında olanlar bile vardı. İş günü 12 ila 15 saat arasında değişiyor çoğu zaman geceleri de çalışılıyordu. Yemekler çok kere kibrit yapımında kullanılan fosfor bulanmış çalışma mekanlarında yeniyordu. Eğer Dante bu iş kolundaki çalışma şartlarına şahit olsaydı yazdığı dehşet verici cehennem tasvirlerini geride bıraktığını düşünürdü.”[3]
Kapital’deki bu tasvirde fosfordan ve çalışma şartlarının ağırlığından daha korkunç olan bir şey varsa o da kibrit fabrikasında çalışan çocukların en başından itibaren aileleri tarafından “gözden çıkarılmış” olduklarına dair yapılan gözlemdir. Sefaletin bu türünde gözden çıkarılmış olmanın Noel gecesi bir sokak arasında hipotermi sebebiyle ölmeyi de kapsayacağını düşünmemizde hiçbir engel olmadığı gibi Kibritçi Kız’ın ya da ailesinden birinin koşulları cehennemi andıran böyle bir kibrit fabrikasında çalıştığını düşünmemizde de bir engel yoktur.
Kibritçi Kız’ın ani bir kaza ya da uzun sürmüş bir hastalık sebebiyle değil de hipotermi sebebiyle ölmüş olması masalın ve kaynağının taşıdığı göndermeler açısından önem taşır. Hipoterminin başlangıcında vücut sıcaklığı 35-32 derece arasındadır. Hafif hipotermiden orta ve şiddetli hipotermiye geçiş aralığı dakikalarla ölçülebilecek kadar kısadır. Bu yüzden kişinin eğer varsa çevredeki insanlardan yardım isteyebileceği nokta kafa karışıklığının yeni başladığı bu ilk zamanlardır. [4] Masal bize bu geçiş aralığının küçük kızın ilk kibriti yaktığında gördüğü pirinç soba hayaliyle başladığını düşündürür. Daha sonra devam eden yiyeceklerle dolu masa, kocaman Noel ağacı, ninesinin hayali hipoterminin şiddetini giderek arttırdığının ve ölümün yakın olduğunun işaretlerini verir. Andersen, Küçük Kibritçi Kız’ın o gece kibrit satabilmek için geldiği muhitin zenginliğini küçük kızın gözünden anlatarak masaldaki sınıfsal ayrımı daha derinden hissetmemizi sağlar: (her pencerede şıkır şıkır ışıklar yanıyor, nar gibi kızarmış kazların kokusu geliyormuş burnuna… Zengin tüccarın camlı kapısından gördüğü ağaçtan bile büyük ve süslüymüş. Yeşil dallarda yüzlerce mum yanıyor, dükkân camekânlarında gördüklerine benzeyen çeşit çeşit süsler her bir yandan sarkıyormuş….) Ama niyeyse bu parlak ışıklarda, yemek kokularında ve süsler de tehditkâr bir hava vardır. Andersen bu manzaranın küçük kızı ancak bir ölüm döşeği gibi sahiplenebileceğini hissettirir. Kibritçi Kız ait olmadığı bir yerde ve yardım isteyebileceği herkesten uzaktadır. Toplumsal hiyerarşinin yarattığı bu aşılmaz eşik sebebiyle Kibritçi Kız giderek şeffaflaşıp bir hayalete dönüşmeye başlar. Ölmekte olduğunu kimse fark etmez. Ertesi sabah donmuş küçük bedeniyle karşılaşanların içinde de onu tanıyan kimse çıkmaz. Yanındaki boş kibrit kutularını görenler “Zavallı kız kibritleri yakarak ısınmaya çalışmış” derler. Andersen’in de dediği gibi o sadece Kibritçi Kız’dır, özel bir adı yoktur.
Oysa 19. yüzyılda yoksulların büyük çoğunluğu ailelerinin yanında genellikle sefalet ve pislik içindeki evlerinde ölüyorlardı. Bunun sebebi hem insanların yalnız olmaya daha az alışkın olmaları hem de ölümün ve ölmekte olanın ortak yaşam alanlarından dışlanmamış olmasıydı. Yoksul hanelerin tek göz odadan başka odaları da olmadığı için ölen kişi ailenin bir parçası olarak aşina olduğu mahalde ölüme teslim olurdu.[5] Kibritçi Kız’ın bu sıra dışı ölüm biçimi ve anonimliği onu arafta salınıp duran sürgün bir hayalet haline getirir. O yüzden sadece trajik bir imge olarak değil çektiği sefalet ve ölüm şekli olarak da iki yüz yıl boyunca ısrarla alacağını talep eden bir hayalet olarak paçalarımıza yapışıp, camlarımızı, kapılarımızı taşlama hakkını elinde tutar. Şimdilik bunu yapmaz sadece sessizce aramızda dolaşır ama canı istediğinde yapabileceğini o da biz de içten içe biliriz.
Peki ölüler niye geri döner diye soralım. Lacan; “Usulünce gömülmedikleri” için der. Bunda kast ettiği sadece definin biçimi ya da definin gerçekleşmemiş olması değildir. Şüphesiz onu da kapsar ama asıl geri dönme sebepleri “geçmiş – gelecek ve şimdiden” bir alacakları olduklarını düşünmeleridir. Tahsil edilmedikçe tüm zamanları ele geçirecek ve biz ölümlerinin travmasını tarihsel belleğimize yerleştirene kadar yaşayan ölüler olarak peşimizden gelmeyi sürdüreceklerdir.”[6]
Hayaletlerin dilini söken Derrida bir ismin yerine başka bir ismin, bütünün yerine de başka bir parça konulabileceğini ama bir insanın ölümü kadar biricik olan yaşamının, bir simgeden, bir paradigmadan daha öte bir şey olacağını dolayısıyla özel isimle adlandırması gerektiğini söyler Marx’ın Hayaletleri’nin en başında. Chris Hani’yi andığı bu kısım bir kaybın arkasından tutulacak yasın yapısökümüne giriş niteliğindedir. Apartheid hakkında onun tikelliğinin dışında dünyada devam etmekte olan daha başka bir sürü şiddet eylemini de deşifre edebileceğini hatırlatır. Nerede olursak olalım ve nereye bakarsak bakalım orada olup bitenler burada olanları bir dilden başka bir dile aktarır gibi aktarırlar. Böylece, tüm vicdan biçimleri sonsuz bir sorumluluk yüklenir[7] diyerek bizi mevcudiyetin olmadığı yerler de dahil olmak üzere tüm canlı şimdinin ötesinde, henüz doğmamış ya da çoktan ölmüş olanların hayaletleri önünde adaletin alanına davet eder. [8]
Bu davete icabet ederek yüklendiğimiz sorumluluklarla Kibritçi Kız’ın ölüm biçimini biraz daha detaylı inceleyebiliriz. Küçük kızın görünürdeki ölüm sebebi hipotermi olsa da arkasında yatan sebebin derin bir yoksulluk olduğu muhakkaktır. Onu Noel gecesi sokak sokak dolaşarak kibrit satmak zorunda bırakan yoksulluğun sebebi sistemde açılmış kolay kapanacağa benzemeyen derin ve devasa bir yarıktır. Bu sadece aile tarafından değil bütün bir sistem tarafından gözden çıkarılmak, yoksun bırakılmaktır. Bu yoksun kalma, yoksul olma halini Foucault “azlık” olarak aktarır. Piyasada azlığın oluşabilmesi ve bunun bireylere yansıması için “azlığın” kabulü gerekir. İnsanları ölmeye bırakmak yokluğu bir hülya haline getirmenin ve önceki sistemlerde onu tanımlayan haliyle yekpare bir musibet olmasını engellemenin yoludur. Bu şekilde musibet yoksulluk ortadan kalkar ama bireyleri öldüren azlık ortadan kalkmaz, hatta ortadan kalkmamak durumundadır.[9]
Yokluğu bir hülya haline getirecek sistemsel mekanizmayı kurmak kadar yaşam ve ölüm hakkını elinde tutmak da iktidarın başat araçlarındandır. Ancak geçen zaman iktidar mekanizmalarında da derin bir dönüşüme tanıklık eder. 17. yüzyıldan itibaren bedenin terbiyesi, yeteneklerinin arttırılması ve yararlılığıyla itaatkârlığının koşut gelişmesi önem kazanmaya başlar. Kapitalizm için çalışabilir durumda, öğrenebilir ve tabi olabilen bedenler gereklidir. Egemen iktidarın simgelediği eski öldürme gücü yerini bedenlerin titizlikle yönetimine ve yaşamın hesapçı bir biçimde işletilmesine bırakır. 19. yüzyılın büyük iktidar teknolojisini bu soyut düzenlemeler oluşturur. Kapitalizm biyo-iktidarını kullanarak bedenlerin denetimli bir biçimde üretim aygıtına sokulmasını talep eder.[10] Bu da Kibritçi Kız gibi görülmeyen bedenlerin ancak işe yaradıkları takdirde sadece yeteri kadar görünür olması demektir.
Kibrit fabrikaları da bu dönemde diğer fabrikalar gibi doymak bilmez bir açlıkla çalışacak beden talep ederler. Cornelia o bedenlerden biridir. 1855 yılında küçük Kibritçi Kız’ın ısınmak için kibritleri duvarlara sürterek yakmasından on yıl sonra 16 yaşındaki Cornelia alt çenesindeki ağrı sebebiyle doktora gider. İki yıl önce bir kibrit fabrikasında işe başlamış ama son zamanlarda giderek artan diş ağrıları yüzünden çalışamaz hale gelmiştir. Doktor, Cornelia’nın dişini çekip tekrar kibrit fabrikasındaki işinin başına gönderir. Fakat Cornelia kısa bir süre sonra bu sefer çenesinde açılmış kocaman irinli bir delikle çıkagelir. Ağrıları artık dayanılmaz haldedir. Sonunda acı dolu meşakkatli bir ameliyatla alt çenesi alınır. Henüz 16 yaşındadır ve yüzünün önemli bir parçasını, alt çenesinin büyük kısmını kaybetmiştir. Cornelia’nın adını bilmemizin tek sebebi tıbbi bir vaka olarak kayıtlara geçmiş olması. O yüzden çenesini kaybetse de en azından adını koruyabilmiş bir çocuk işçi olarak hakkında 1855 yılında 16 yaşında olduğunu, yoksul bir aileden geldiğini ve binlerce adsız Kibritçi Kız gibi kibrit yapımında kullanılan beyaz fosfor yüzünden alt çenesini kaybettiğini biliriz. [11]
Cornelia fabrikaların fosfor buharını soluyarak çenesini kaybeden binlerce kadın ve çocuktan sadece biridir.
Andersen’in masal kitabını yayımlanmasından 43 yıl sonra 1888 yılında Londra’daki Bryant & May kibrit fabrikasında çalışan Kibritçi Kızlar İngiltere’nin ilk büyük grevlerinden birine imza atarlar. Greve aralarında çocukların da olduğu 1400 civarında çenelerinin yarısı alınmış, yetersiz beslenmekten ve yorgunluktan benizleri solmuş kadın ve çocuklar katılır. Tarihe “Match Girls Strike” olarak geçecek bu grevin başlamasına “The Link” adlı haftalık gazetede genellikle kadın hakları üzerine yazılar yazan Annie Besant adlı gazetecinin “Londra’da Beyaz Kölelik” adlı makalesinin yayınlanması sebep olur. Bu makalenin İngilizlerdeki karşılığı sarsıcıdır. Çünkü şimdiye kadarki ezberleri sadece “aşağı” olarak kabul ettikleri ırkların kölelik pratiğine dahil olabilecekleri yönündedir. Oysa bu makalede sözü edilenler kibrit fabrikasında korkunç koşullarda çalıştırılanlar İngiliz kadın ve çocuklardır. [12]
Greve çıkanlar Küçük Kibritçi Kız’ın kırk yıl önce satmaya çalıştığı kibritlerin yapımı için günde 12-14 saat arası fosfor dumanı soluyarak çalışan genç kadınlarla çocuklardır. Ağır çalışma temposuna karşı aldıkları düşük ücretin, kötü çalışma koşullarının, nihayetinde eriyen çenelerinin, Bryant & May fabrikasından tükettikleri bedenlerinin hesabını sormak ve haklarını almak için iş bırakırlar.[13] Grevin sonucunda taleplerinin çoğu karşılanır ama beyaz fosforun kibrit yapımında kullanımı on sene daha devam eder. [14]
19. yüzyıl sadece kibrit fabrikalarında değil pek çok iş kolunda bedenlerin yaşlarına bakılmaksızın bir makine gibi kullanılabildiği zamanlardır. Ölüm ve sakatlıkla sonuçlanan kazalar, uzuv kayıpları üretimin doğal bir sonucu olarak görülür. Duvar kâğıdı fabrikasında çalışan bir çocuğun annesinin aktardıkları bedenlerin kapitalist sistem tarafından nasıl sömürüldüğünün en çarpıcı örneklerinden birini sunar; “Bu oğlumu, daha 7 yaşında iken, sırtıma alır, kar üzerinde işine getirip götürürdüm. Oğlum günde 16 saat çalışırdı. O makinenin başında çalışırken çok kere diz çöker onu beslerdim. Çünkü makineyi ne bırakabilir ne de durdurabilirdi”[15] 1865 yılında bir keten dövme fabrikasındaki şartlar da neredeyse aynıydı. Fabrikanın yetkili doktoru bu sektördeki kazaların pek çoğunda vücudun dörtte birinin gövdeden koptuğunu, bunun sonucunun ölüm olmadığı durumlarda ise sonun acı içinde geçirilecek bir hayat olduğunu nakleder. Oysa hepsi birkaç şilinlik masrafa mal olacak, son derece basit usul ve araçlarla önlenebilecek kazalar olmasına rağmen kapitalist üretim tarzı özü gereği belli bir noktanın ötesindeki her tür akılcı iyileşmeyi dışlamak üzere mevzilenmiştir.[16]
Bu makine başında beslenen altı yaşında sıska çocuklardan, keten fabrikasında bedenlerinin bir kısmını bırakan işçilerden, çeneleri alınan ve bir köşede donarak ölen kibritçi kızlardan oluşan hayaletler ordusu küskün ve öfkeli neferlerini arttırarak üstümüze ilerler. Mustafa Eti[17] de o alacaklı hayaletler ordusuna son katılanlardan. Onun hikayesini küçük Kibritçi Kız’ın hikayesine bağlayan detaylardan biri de çocuk işçi olarak çalıştığı tuğla fabrikasında ısınmak isterken ölmesi. Mustafa bir masal kahramanı olmamasına rağmen onunla ilgili bildiklerimiz de tıpkı Kibritçi Kız gibi nasıl öldüğü ve hayallerinin neler olduğu hakkında. Mustafa’nın hayali kapitalizmin kült nesnelerinden biri olan o bilindik marka telefonu almak ve lokanta açmakmış. Babası hayalleriyle ilgili sadece bu kadarcık bilgi verebilmiş. Vücudunu saran alevleri söndürmek için yağmur sularının biriktiği çukura atlamış ama olmamış. Doğumuyla ölümü arasına serilmiş kısacık hayatının detaylarını yaşayacak olsaydı belki bize Mustafa anlatırdı ama artık o da gövdesinin % 90’nı yanmış alacaklı bir hayalet. Yokluğu bir hülya haline getiren kapitalizmin yarattığı hayaletler ordusuna son katılanlarsa Kocaeli’de bir parfüm dolum deposunda bilinmeyen bir sebeple çıkan yangında hayatını kaybeden altı işçi kadın. En yaşlısı 65, en genci sadece 16 yaşında. Artık onlar da bu habis tahayyülden alacaklı hayaletler ordusunun yeni neferleri.
Heykeltıraş Ertoran tarafından 1973 yılında yapılıp Tophane Parkı'na yerleştirilen İşçi Heykeli’nin yok edilme süreci kapitalist sistem tarafından parçalarına ayrılan ve hayalet olarak aramızda gezinen binlerce soluk yüzün de hikayesini anlatması bakımından önemlidir.
Sınırlı bir bütçeyle betondan yapılan iki metrelik heykel arkasında bir çark elinde bir balyozla Almanya’ya göç eden işçileri betimler. Ancak heykel yerine koyulduğu andan itibaren çeşitli saldırıların hedefi olur. Daha bir yılını doldurmadan önce parmakları peşinden elindeki balyozu kırılır, yüzü ziftle kaplanır ve sözüm ona bu zifti temizlemek bahanesiyle yüzünün tamamı yok edilir. Heykelin saldırılar sonrası kopan uzuvlarını, boyanan yerlerini Ertoran uzunca bir süre sabırla yeniden onarsa da nihayetinde pes ederek “artık yakasını bıraktım her gün bir yerini kırıyorlar, yine de tükenmedi, ne zaman bir makine gelip kökünden söküp götürse oh tükendi diyeceğim” der.[18]
Bedenin kendisi gibi siyasal alanın içinde olan sureti de iktidarın bütün müdahalelerine açık haldedir. İktidar bütün ilişki ağlarıyla hem bu bedenleri hem de çeşitli biçimdeki yansımalarını kuşatarak, damgalayarak, azap çektirerek, onu işe koşarak tasallut etme hakkını kendinde bulur.[19] Bu sebeple bedenler yankıları ve replikalarıyla beraber iktidarın da bedenleridir. Hatta çoğu zaman bedenler sahibinden daha çok sistemi yönetenlere aittirler. “İşçi” heykelinin başına gelen de budur. En sonunda bir torso enkazına dönüşür. Darmadağın edilmiş başsız kolsuz beden artığı asıl bu haliyle “azap çektirmenin görkemini”[20] kent hafızasına kazıyarak iktidarın tüm yüzeylere sızabileceğini hatırlatan mükemmel bir gösteri sunar [21]. Ama bu perişan haliyle bile katlanılmaz bulunarak yerleştirilmesinden 43 yıl [22] sonra tâbi kılınmış bir beden artığı olarak sökülüp bilinmeyen bir yere götürülür ve bir daha temsil ettiği sınıf gibi “İşçi” heykelinden de haber alınamaz.
İstanbul Bienali’ne katılan sanatçılardan biri olan Pilar Quinteros bienal daveti üzerine geldiği İstanbul’da gezerken “İşçi” heykelinin bıraktığı boşluktan ve ardındaki hikâyeden çok etkilenir. [23] Bütün boşluklar gibi onun da varlığının sebebi yok olanın bıraktığı trajik izdir. Bunu dert eden Quinteros kapitalist bir dehşetle bütünlüğünü ve iyimserliğini neredeyse artık tamamen kaybetmiş dünyanın ufkuna görünmez iplerle bedenlerinden ayrı düşmüş çeşit çeşit işçi uzuvları asar. “İşçi Sınıfı”[24] adını verdiği bu yerleştirme sadece Ertoran’ın heykelinin başına gelenleri değil işçi sınıfının tarih boyunca yaşadığı kayıpları da simgeler.
Quinteros’un yerleştirmesindeki bu uzuvların hangi hayaletlere ait oldukları ve böyle mavi bir uzamda asılı halde durarak neyi murat ettiklerini düşlemek hayal gücümüze kalmıştır. Bu yüzden boşlukta salınan kimisi yumruğunu öfkeyle sıkmış bu sahipsiz beden parçalarının arasında fosforla erimiş çenelerden, donan, yanan, parçalanan, eriyen gövdelerden ve gerçekleşecek zamanı bulamamış hayallerden arta kalanların da olduğunu düşünmek sanırım hadsizlik sayılmayacaktır.
Bienal sona erip Quinteros işini söküp götürdüğünde bile hayaletlerden arta kalan bu dökülüp saçılmış uzuvların borçları tahsil edilene kadar ufkumuzda asılı kalmaya devam edeceğini bilmekse dehşet verici. Ama o dehşete ihtiyacımız var. Çünkü sokağımızda köşedeki merdivenlere bir Noel gecesi oturmuş ve bir daha oradan hiç kalkamamış bir kız çocuğunun hayaleti geziniyor. Açık kalmış gözlerini üzerimizden ayırmadan arkasında saf tutacak diğerler alacaklı hayaletleri çağırıyor.
[1] Kibritçi Kız “Den Lille Pige Med Svovlstikkerne” masalı için iki ayrı çeviriden istifade edilmiştir. 1- Hans Christian Andersen, “Kibritçi Kız, Seçme Masallar”, Çeviren: Çiçek Eriş, İletişim Çocuk Klasikleri. 1. Baskı 2019/ İstanbul.
2-Seçme Masallar “Kibritçi Kız” Çeviri: Murat Alpar, İş Bankası Yayınları, 2020.
[2] “…ev de sokak kadar soğukmuş. Başlarının üstünde derme çatma bir çatı varmış. En büyük delikleri çul çaputla tıkadıkları halde buz gibi rüzgâr ıslıklar çalarak içeri doluyormuş..” İletişim Çocuk Klasikleri, s. 16
[3] Karl Marx, Das Kapital Ekonomi Politiğin Eleştirisi 1. Cilt Sermayenin Üretim Süreci “Mutlak Artık Değerin Üretimi”, s 242, Çeviren: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap, Nisan 2011
[4] Vikipedi “ Hipotermi”
[5] Norbert Elias, “Ölmekte Olanların Yalnızlığı Üzerine”, Çeviri: Oğuzhan Ekinci, İletişim Yayınları, İstanbul 2023, s86.
[6] Slovaj Zizek, “Yamuk Bakmak Popüler Kültürden Jacques Lacan’a Giriş” Çeviri: Tuncay Birkan, Metis Yayınları, Eylül 2025, s 73-76
[7] Jacques Derrida, “Marx’ın Hayaletleri- Borç Durumu, Yas Çalışması ve Yeni Enternasyonel”, Çeviri: Alp Tümertekin, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2019, s.7
[8] A.g.e s.12.
[9] Michel Foucault, Güvenlik Toprak Nüfus, Çeviri: FerhatTaylan, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2013, s. 40,41.
[10] Michel Foucault, “Cinselliğin Tarihi”, Çeviri: Hülya Uğur Tanrıöver, Ayrıntı Yayınları, 2007, s 103-106
[11] https://allthatsinteresting.com
[12] www.nationarchives.gov.uk / Match Girls Strike
[14] www.nationalarchives.gov.uk
[15] K. Marx, A.g.e, s.243
[16] K. Marx, A.g.e, s. 460
[17] www.bianet.org 28 Ekim 2025
[18] www.evrensel.net / Devrim Büyükacaroğlu, 24/3/2010
[19] Michel Foucault “Hapishanenin Doğuşu, Çeviri: Mehmet Ali Kılıçbay, İmge Kitabevi, 1992
[20] A,g,e. s 39
[21] A.g.e, s 190
[22] Heykel 2016 yılında Tophane Parkı’nın bakım ve onarım çalışmaları sırasında İBB tarafından yerinden sökülüp bilinmeyen bir yere götürülür.
[23] www.bienal.iksv.org /Pilar Quinteros
[24] “işçi Sınıfı”, Pilar Quinteros. Mekân: Karaköy/ Meclis-i Mebusan 35.




