Ortadoğu Çalışmaları Birliği’nin (MESA) 1991’de yayımlanmış bülteninde, o yıl hayatını kaybetmiş İslâm ve İran tarihçisi Martin Dickson’un vefatının ardından yazılmış bir anma yazısı şöyle başlar: “İslâm araştırmaları bir ‘kutb’unu kaybetti. Dickson şimdi o görünmeyen gayb erenlerinden biri.” Her zaman büyük bir hürmet ve sitayişle andığı hocası Martin Dickson’un ardından bu satırları kaleme almış olan Cornell H. Fleischer, bu yılın nisan ayında aniden aramızdan ayrıldı. Cornell H. Fleischer Türkiye’de genelde yalnızca bir Osmanlı tarihçisi olarak bilinse de yaptığı çalışmalar ve yetiştirdiği öğrencilerin kapsamı düşünüldüğünde, Fleischer’ın kaybıyla İslâm, Akdeniz ve Osmanlı tarihçiliği bir “kutb”unu kaybetmiş oldu.
Cornell H. Fleischer, 23 Ekim 1950’de Berkeley/California’da babası Hugh Fleischer –ki künyesindeki H. kısaltması babasının adını taşımasından gelir– ve annesi Florence Fleischer’ın tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Babasının diplomatik görevleri nedeniyle çocukluğu ve ilk gençliği Mısır, Almanya, Irak ve Japonya’da geçti. Özellikle çocukluğunu geçirdiği Kahire’ye olan sevgisini sohbetlerinde sıkça dile getirir; hatta bu sevgiyi, derslerinde ve çalışmalarını yürüttüğü Şikago Üniversitesi’nin Kahire’de gerçekleşen ve öğrencilerin bir dönem geçirdiği programda lisans öğrencilerine aşılamaktan geri durmazdı. Bugün İslâm dünyası ya da Ortadoğu olarak tanımlanan coğrafyaya ve insanlarına dair meslekî bir merakın çok ötesine geçen duygu ve düşünce bağı, Cornell H. Fleischer’ı tanımlayan özelliklerden biriydi. Böyle bir bağ olmaksızın tamamen profesyonel sâiklerle ve kariyer hesaplarıyla Şarkiyat çalışmaları güdülmesinden ve güdenlerden doğrusu pek de hazzetmezdi.
1990’ların başından 2020’lere Osmanlı, İslâm ve Akdeniz tarihçiliğinde yetiştirdiği onlarca talebeden biri olarak Cornell H. Fleischer’la ilk kez 2008 eylül ayında, Şikago Üniversitesi’ndeki ofisinde tanıştım. Müstakbel danışmanımla ilk görüşmeyi, uygun olacağını düşünerek İngilizce gerçekleştirmiştim, lakin o ilk görüşmeyi takip eden on beş senede diğer tüm sohbetlerimizi –ortamda Türkçe bilmeyen biri yoksa ya da Türkçe bilmeyen kişi sohbete pek de dahil olmuyorsa– hep Türkçe gerçekleştirdik. Kendisiyle çalışma hevesi duyup Türkiye’den gelmiş diğer tüm öğrencileriyle ve misafir araştırmacılarla da durum hemen hemen aynıydı. Türkçeye olan sevgisi ve hakimiyetinin tezahür ettiği en hoş yerlerden birisi, insanı sözlüklere başvurmaya itecek denli zengin ve ahenkli bir Osmanlı Türkçesiyle gönderdiği muzip e-maillerdi. Bu tür e-maillerini, soy ismi Fleischer’ın Almancadaki kasap anlamından hareketle Cornell-i fānî, el-kassâb el-cânî diye imzalardı.
Cornell Hoca ile yakınlığımızın henüz derinleşmediği ilk zamanlarda, Arapça ve Farsçaya olan muazzam hakimiyetinin, çocukluğu ve ilk gençliğini Arapça ve Farsçanın konuşulduğu yerlerde geçirmesinden kaynaklandığını düşünürdüm. Bir kulak dolgunluğu ve kültürel yatkınlıktan muhakkak söz edilebilirse de dil eğitimine dair asıl mesaisini üniversite yıllarındaki tahsil sırasında verdiğini sonraları kendisinden öğrendim. İlkin Brown Üniversitesi’nde Batı edebiyatı ağırlıklı bir eğitime başlamış, ancak bu tür bir eğitimi biraz benmerkezci ve narsistik bulması sonucu üniversitesini ve bölümünü değiştirip lisansını Princeton’da Yakın Doğu Çalışmaları (Near Eastern Studies) bölümünde Arapçada ihtisas yaparak tamamlamıştı. 1972’de aldığı lisans derecesinden sonra 1976’da aynı bölümde yüksek lisansını tamamladı.
Arapça ve Farsça ile olan münasebetiyle karşılaştırıldığında Türkçe –gerek modern gerek Osmanlı Türkçesi– Cornell Fleischer’ın repertuarına kattığı en son “Şark” diliydi. Türkçe öğrenmeye biraz da hocası Martin Dickson’ın “Türkçe bilmeden ciddi bir İslâm tarihçisi olamazsın” yönündeki kritik ikazıyla başladığından sık sık bahseder; aynı ikazı ve eleştiriyi, İslâm ve Ortadoğu tarihi alanında Türkçe öğrenmeye dudak bükenlere yöneltmekten geri durmazdı. Türkçeye olduğu gibi Osmanlı tarihine dair ilgisi de esasında tahsil hayatının ileri safhalarında belirginleşmişti. Doktoraya başladığında, beraber çalışmayı arzu ettiği Martin Dickson’un uzmanı olduğu İran ve Safevi tarihçiliğinde ihtisas yapmak istiyordu ve esasında o zamanlar Osmanlı tarihini biraz sıkıcı da bulmuş olduğunu ara ara söylerdi. Özellikle 1960’lardan itibaren daha da erişilir kılınan arşivlerdeki sayısız defter ve belge ışığında, sayısal verilere dayanan sosyoekonomik tarihçiliğin Osmanlı çalışmaları içinde o dönemler hakim yaklaşım olduğu düşünüldüğünde, Cornell Fleischer gibi entelektüel dertleri daha ziyade insanı merkezine alan, süreçleri ve yapıları, o süreç ve yapılara bizzat yön vermiş ya da maruz kalmış insanların gözünden aktarmaya çalışan tarihçilik türüne daha yatkın biri için bu alanın o vakit çok da cazip gelmemesi şaşırtıcı olmamalı.
Kendisine uygun bir doktora araştırma konusu ararken hocası Martin Dickson, 16. yüzyılın ikinci yarısındaki Osmanlı düşünce hayatının en üretken isimlerinden olan Mustafa Âli’yi ideal bir araştırma sahası olarak tavsiye ettiğinde buna başta çok da sıcak bakmamıştı. Ama Mustafa Âli gibi üretken, konuşkan ve döneminde tanık olduklarına dair lafını hiç esirgemeyen bir şahsiyetle tanışması kendisine yeni bir dünyanın kapılarını açtı. Öte yandan Mustafa Âli gibi, elsine-i selasede (Osmanlı okumuş yazmışlarının iyi bilmekle mükellef olduğu “üç lisan”: Arapça, Farsça, Türkçe) onlarca eser kaleme almış ve bugün Osmanlı Türkçesi olarak adlandırdığımız girift dilin icracılarından, hatta mimarlarından olan birisiyle belki de ancak Cornell Fleischer gibi her üç dile de ayrı ayrı istisnai derecede vâkıf biri baş edebilirdi.
Fleischer’ın Mustafa Âli ve eserleriyle tanışması nasıl kendisi için yeni kapılar açtıysa, onun Mustafa Âli üzerine olan araştırması Osmanlı ve İslâm tarihçiliği için yepyeni pencereler açtı. Zira okumuş yazmış bir Osmanlı bireyinin izini, üç dilde yazdığı ve sayısı binleri bulan yazma nüshalarda dolaşmış onlarca eserinde ve dağınık kimi arşiv belgelerinde sürmek, Osmanlı ve İslâm tarihçiliği içerisinde Fleischer’dan önce pek de girişil(e)memiş bir teşebbüstü. Fleischer’ın Mustafa Âli üzerine olan kitabını yalnızca bir biyografi olarak değerlendirmek yanıltıcı ve eksik olacaktır, çünkü Fleischer, Mustafa Âli üzerinden, Osmanlı imparatorluk nizamının –gerek kurumları, yani iskeleti, gerek ethos’u ve ideolojisi, yani o iskeletin altında yatanları ile– nasıl kurulup işlediğini; bu imparatorluk nizamının, yapı içerisinde kendisine yer açmaya çalışan kişilerce nasıl değerlendirilip tenkit edildiğini çarpıcı bir biçimde göstererek mikro ve makro perspektifleri ustalıkla birbirine bağlar. Ustalık mertebesindeki bir eseri mesleğinin henüz başlangıç safhasında kaleme alabilmesi, Fleischer’ın ABD’de “dâhilik ödülü” olarak adlandırılan, MacArthur Vakfı’nın herhangi bir alan kısıtı olmaksızın yaratıcı çalışmalarıyla büyük potansiyel taşıyan seçkin araştırmacı ve sanatçılara verdiği prestijli ödüle layık görülmesini sağladı. 1988’de bu ödüle layık görülen Fleischer, bu ödülü kazanmış hâlâ tek Osmanlı tarihçisidir ve sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen İslâm/Ortadoğu tarihçisinden biridir.
Cornell Fleischer, 1986’da Princeton Üniversitesi Yayınevi’nden Bureaucrat and Intellectual in the Ottoman Empire: the Historian Mustafa Ali adıyla yayımlanan (Türkçeye de 1994’te Ayla Ortaç’ın tercümesiyle -Tarihçi Mustafa Ali: Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı- kazandırıldı) ve 16. yüzyılın ikinci yarısına odaklanan bu ilk kitabından sonra araştırmalarını daha da erken dönemlere kaydırdı. 1980’lerin sonundan itibaren çalışmalarının ağırlıkla yoğunlaştığı alan, özellikle 15. ve 16. yüzyıllarda Akdeniz havzasında ve İslâm dünyasında kritik bir siyasi-ideolojik rolü olan kehanet, kıyametçilik ve mesihçi cereyanlar oldu. 1990’da Fransa’da Kanuni Sultan Süleyman ve dönemi üzerine düzenlenen bir sempozyumda sunduğu The Lawgiver as Messiah: The Making of the Imperial Image in the Reign of Süleymân [Mehdi Olarak Kanuni: Sultan Süleyman Döneminde İmparatorluk İmgesinin Oluşturulması] adlı çalışması, Fleischer’ın takip eden otuz senedeki araştırma sürecinin bir bakıma temellerini oluşturdu. Bir yandan Kanuni’nin kırk altı senelik uzun saltanatındaki bürokratikleşme, “kanunileşme” ve imparatorluk inşası sürecinin dinamiklerine, bir yandan da bu uzun dönemin özellikle ilk yarısında etkin olan Mehdi söyleminin, kıyametçi yaklaşımların ve kehanet trafiğinin kapsamına ve köklerine eğildi. Cornell Fleischer’ın sürdüğü izler, tarihçilerin daha önce görüş alanına neredeyse hiç girmemiş iki önemli tarihî şahsiyetle araştırmacı ve okurların tanışmasını da sağladı. Kanuni Süleyman devrinin başlarında yolunu Safevi topraklarından Osmanlı payitahtına düşürüp uzmanlık sahası olan ilm-i remldeki (kum falı olarak da bilinen ama esasında noktaların ilmi olarak adlandırmanın daha doğru olacağı ilim) maharetiyle padişah üzerinde ve saray çevresinde bir hayli etkin olan Remmal Haydar ile 16. yüzyıldaki birçok başka ismin eserlerini hatmettiği, 15. yüzyılın ilk yarısında diyar-ı Rum’da ve bu diyarla yoğun entelektüel ilişkiler içinde bulunan Mısır ve Acem memleketlerinde hatırı sayılır bir muhiti ve etkisi olan Abdurrahman el-Bistâmî, Fleischer’ın öncü çalışmaları sayesinde ete kemiğe büründü.
Fleischer’ın 1980’lerin sonundan itibaren yürüttüğü ilham verici çalışmalar basılı kitap olarak yayına dönüşemese de ayrı ayrı kitap taslakları halindeki A Mediterranean Apocalypse (Akdeniz’de Kıyamet) ve Master of the Age: Süleyman the Lawgiver and the Remaking of Ottoman Sovereignty (Sahibü’z-zaman: Kanuni Sultan Süleyman ve Osmanlı Egemenliğinin İnşası), 1990’lardan itibaren gerek yayımladığı müstakil makalelerde gerekse bizzat yetiştirdiği öğrencilerin ve bu konularda kalem oynatan yeni nesillerin yürüttüğü araştırmalarda serdettiği temel paradigmaları teşkil etti. Bu temel paradigmalardan kısaca bahsetmek gerekirse, özellikle 13. yüzyıldan sonra, artık etkisini yitirmiş Abbasi halifeliği ya da Cengiz soyuna mensubiyet gibi siyasi-ideolojik modellere alternatif teşkil edecek yeni arayışlar, aktörler ve bilgi biçimleri Müslüman dünyanın muhtelif köşelerinde yeşeriyor; farklı dinî ve sosyal kesimlerden insanları adil bir idare altında bir arada tutabilecek esaslı (constitutional) anlayışın ne olabileceği tartışılıp deneniyordu. İslâm coğrafyası için yeni sayılabilecek ve Müslüman olmayanların çoğunluk oluşturduğu bir yerde (Balkanlar ve Batı Anadolu, ki Fleischer bu dünyayı Wild West of Islam -İslâm’ın Vahşi Batı’sı- olarak adlandırırdı) serpilmekte olan, bununla birlikte kendini İslâm dünyası içinde de kanıtlamaya ihtiyaç duyan Osmanlılar da bu arayışların önemli bir âmiliydi. İstanbul’un fethinden Osmanlı imparatorluk düzeni ve kimliğinin belki de ancak tesis olunabildiği (ve daha sonra “klasik dönem” olarak addolunacak) 16. yüzyıl ortalarına değin geçen yüzyıllık süre, rüştünü çoktan ispat etmiş, kaderi baştan belli, şanlı bir Osmanlı çağından ziyade adına Osmanlı denecek imparatorluk düzeni ve kültürünün çeşitli denemeler, yapbozlar, ısrarlar ve mücadeleler neticesinde oluşması serüveniydi. Ki benzer bir süreç, İslâm dünyasının İran ve Hint bölgelerinde de yaşanıyordu. Bu Osmanlılaşma devrinde, Osmanlıların zamanla değişen ve kapsamı gittikçe genişleyen egemenlik iddialarında muhtelif meşruiyet araçları rol oynamıştı. Bunlar içerisinde kehanetlerin, gücünü astrolojik olgulardan alan hükümdarlık unvanlarının ve dünyevî egemenliğin yanına uhrevî ve mistik iktidarı da ekleyecek iddiaların mühim bir yeri vardı. Bu açıdan Osmanlı deneyimi yalnızca İslâm dünyası için değil, aynı dönemde benzer arayış ve iddialara sahne olmuş, kehanetlerin ve dünyanın sonu tartışmalarının revaç bulduğu Avrupa ve Akdeniz dünyası için de kritik bir önemi haizdi.
Cornell Fleischer’ı yalnızca bir Osmanlı tarihçisi değil, aynı zamanda bir İslâm ve Avrupa/Akdeniz tarihçisi yapan şey, çalıştığı konulara geniş bir perspektiften yaklaşabilmesini sağlayan vizyonu, olağanüstü dil becerisi ve farklı dillerde ve biçimlerde yazılmış çok çeşitli kaynağı kullanma maharetiydi. Gerçekten de Cornell Fleischer, 1980’lerin sonundan günümüze değin yürüttüğü araştırmalar, yayımladığı çalışmalar ve yetiştirdiği tarihçilerle (ki hemen hemen tamamı ABD, Avrupa ve Türkiye’nin kalburüstü kurumlarında mesleklerini icra ediyor) erken modern Osmanlı deneyiminin hem İslâm hem de Avrupa/Akdeniz tarihi içinde ele alınması gerektiğini gösterdi. Bunun da ancak zengin bir kaynak çeşidinin (muhtelif dillerdeki arşiv belgelerinden kapağı hiç açılmamış elyazması eserlere) filolojik hassasiyetleri bir an bile olsun bırakmadan incelenmesiyle ortaya konabileceğine inanıyordu. Özellikle filoloji konusundaki hassasiyeti, üzerinde hassaten durulması gereken bir özelliğiydi. Tarihçiliğin aslında o kadar da zor bir zanaat (kendisinin tabiriyle “rocket science”) olmadığını, bu işin kaynaklara gidip onları doğru düzgün okumaktan ve önceki nesillerin yaptığı mühim çalışmalara gerekli saygıyı göstermekten geçtiğini sık sık ifade ederdi. Yarım yamalak okunmuş ya da hiç okunamamış kaynaklara; bağlamı ya hiç anlaşılamamış ya da birtakım fiyakalı teorik mülahazalar için tarihî bağlamından koparılmış kavramlara; kendini ve çalışmasını milat olarak görüp önceki nesillerin yaptığı katkıları görmezden gelenlere tahammülü pek yoktu. Cılız kaynaklarına ve o kaynakları da hakkıyla ele alamamasına rağmen teorik açıdan süslü sözler sarf edip şaşaalı anlatılar kuran, bu sayede dünya, Avrupa ve Amerikan tarihiyle uğraşan meslektaşlarının ve okurların ilgisini çekeceğini düşünen kimi yeni nesil Osmanlı tarihçilerini sair platformlarda eleştirmekten geri durmazdı. Mesleğe (Osmanlı/İslâm tarihçiliği) dair duyduğu derin bağ ve saygı, mesleğin özellikle de ABD’deki gidişatından son yıllarda çokça endişelenmesini beraberinde getirmişti.
Mesleğe duyduğu derin saygının farklı yönleri bulunuyordu. Geçmişte yaşamış insanlara ve onların birtakım dertlerle kaleme aldıklarına hürmet etme, onları hakkıyla değerlendirme bu saygının önemli bir parçasıysa, bu mesleği kendisininkine benzer endişeler ışığında icra etmiş ve etmekte olan meslektaşlarına, ustalarına ve öğrencilerine duyduğu bağlılık diğer önemli parçasıydı. İstanbul’da 1976-1979 yılları arasında doktora araştırmalarını yürütmek için geçirdiği üç seneyle başlayan ve sonrasında 2010’ların ortalarına kadar düzenli olarak devam eden Türkiye ziyaretlerinde kurduğu meslekî ve dostane bağlar Cornell Fleischer için çok mühimdi. Belki 1979’da Türkçe ve Farsça öğretmek için Ohio State Üniversitesi’nde okutmanlığa başlamasa ya da kendisinin de 70’lerin sonunda Metin Kunt, Engin Akarlı gibi her zaman ağabeylerim diye söz ettiği isimlerle ders verdiği Boğaziçi Üniversitesi Beşeri Bilimler, 1980 askerî darbesi sonrasında farklı bir şekle bürünmese, kariyerine Türkiye’de devam edebilirdi. Mustafa Âli üzerine olan kitabının önsözü, Sahaflar Çarşısı’ndaki dükkânının müdavimi olduğu İsmail Manav’dan İstanbul Üniversitesi tarih profesörü Bekir Kütükoğlu ve Cihangir’deki evinde teşrik-i mesai yaptığı Andreas Tietze’ye uzanan geniş bir teşekkür listesi içeriyordu. 2021 senesinde kendisinin birtakım makalelerini bir araya getirip Kitap Yayınevi’nde yayımladığımız Saraydaki Kâhin adlı kitaba kısa bir önsöz yazmasını rica ettiğimizde de, tüm önsözü, 80’lerden itibaren Türkiye’deki araştırmaları sırasında dostluklar kurup ihvan bildiği, bilgilerinden istifade ettiği Barbara Flemming, Filiz Çağman, Serpil Bağcı gibi isimlere teşekküre hasretmişti.
Cornell “Hoca”, tarihçilik zanaatı ya da ilminde dostlukların yanı sıra silsilelerin önemi üzerinde durur; Martin Dickson’dan Zeki Velidi Togan ve Wilhelm Barthold’a uzanan kendi ilmi silsilesinden kıvanç duyardı. Ama silsile içi bağlılıkların yeni bilgi ve düşünce üretimi önünde bir pranga oluşturmasına müsaade etmezdi. Mesela kendi doktora araştırmalarım sırasında, onun özellikle 16. yüzyıldaki kıyametçi cereyanlar ve kehanet trafiği hususlarındaki görüşleriyle bütünüyle uyuşmayan kimi bulgularıma her ortam ve zamanda yüreklendirici bir tavırla yaklaşırdı. Zira mesele hocaların ne dediğinden ziyade kaynakların ne gösterdiği idi.
Cornell Fleischer’ın kariyeri boyunca yayımladığı eser sayısı, kişinin ilmî prestiji ve etkisini yayımladığı çalışma sayısına bakarak değerlendirenlere az görünebilir. Ama çıktığı günden bu yana kırk seneye yakın bir zaman geçmiş olan tek basılı kitabının halen Osmanlı tarihçiliği içindeki temel birkaç eserden biri olduğu, genelde dostlarına ve meslektaşlarına armağan olarak hazırlanmış kitaplarda yayımlandığı için erişilmeleri pek de kolay olmamış makalelerinin de Osmanlı-İslâm düşünce ve kültür tarihi üzerine çalışan sonraki nesillerin yaklaşımlarını doğrudan belirlediği düşünüldüğünde, Fleischer’ın geride bıraktığı eser sayısı, bir eleştiriden ziyade geçmişe dönük bir temenninin, keşke yazmış olduğu daha fazla şey olsaydı türü bir dileğin konusu olabilir ancak. Ama bu, Cornell Fleischer’ın geniş vizyonlu büyük bir âlim ve tam manasıyla “Hocaların Hocası” olduğu gerçeğine halel getirmez. Zira Fleischer erken modern dönem Osmanlı, İslâm ve Akdeniz tarihi üzerine yayımladıklarından çok daha fazlasını sohbetleriyle ve seminerleriyle onlarca öğrencisi ve meslektaşına aktarıp onların tarihçi olarak kendi zevkleri ve kimliklerinin oluşumuna tarifsiz katkılar sağladı. Princeton’da otuz seneyi aşkın kariyerinde geriye bir doktora tezi, bir makale, uzunca bir kitap değerlendirmesi ve yayına hazırladığı bir kaynak eser dışında basılı bir şey bırakmayan hocası Martin Dickson’ın 1991’deki vefatının ardından yazdığı yazıda zikrettiği şu sözler, belki de Cornell Hoca’yı uğurlayan biz öğrencileri, dostları ve meslektaşlarının duygularına tercüman olacaktır: “O, üstad-ı kamil, hepimizin etrafında döndüğü bir güneş, bir dayanak noktası, bir kutb idi.”