Siyasi bilinç sahibi olduğum günden bu yana Filistin yanlısı bir solcuyum ve Filistin’in kurtuluşuna kadar da öyle kalacağım. İsrail’in Gazze’ye yönelik tarihin en vahşi ablukası sürerken ve bu satırları yazarken başlamak üzere bulunan, bir kıyıma yol açacağı açıkça belli kara harekâtını beklemekteyken, bütün Filistin yanlısı sol gibi ben de İsrail’in katliamcı politikalarının karşısında duruyorum. Ben de, İsrail’in kara harekâtı ile Gazze için planladığı kapsamlı etnik temizleme girişimini önlemenin en etkili biçiminin kitlesel siyasal baskı olduğunu düşünüyorum.
Bu ortamda, bu aşamada, Hamas liderliğindeki 7 Ekim 2023 tarihli askerî harekât, yani Aksa Tufanı, gündemin gerisinde kalmış görünüyor. Yine de ben, Filistin yanlısı solun bu harekâtı ele alma şeklini tartışmak istiyor, bunun gündem dışı olmadığını düşünüyorum. Çünkü burada, amaç-araç ilişkisi ve haklılık-meşruiyet bağlamında, sol açısından süreklilik arz eden ve ilkesel bir sorun söz konusudur. Bu yazıda, bu olayla ilgili taktik-strateji-vizyon üçgeninde bir tartışmanın elzem olduğunu vurgulamak istiyorum.
Aksa Tufanı’nda İsrail hükümetine göre (şu anda aksini düşünmek için bir neden göremiyorum) yaklaşık bin silahsız kişi ve yaklaşık üç yüz güvenlik görevlisi öldürüldü, dolayısıyla bu eylem açıkça terörist bir eylem olarak sınıflandırılmalıdır. Daha vahimi, neredeyse güvenlik güçlerinin kitlesel imha sırasında tesadüfen öldürüldükleri ve asıl hedef olmadıkları bile iddia edilebilir.
Hamas’ın ideolojisi ve söylemi, gerici İslâmcı örgütlerde hep olduğu gibi klasik antisemitizmle yüklüdür. Hamas’ın yayınladığı katlanılması güç sayısız vücut kamerası görüntüsünden askerî operasyonun büyük kısmını izledim. Bunlar ve yukarıda bahsedilen hayatını kaybeden insanların sayıları bir araya getirildiğinde, Yahudilerin ayrım gözetmeksizin hedef alındığı, soykırımcı-antisemitist bir gayeye dayandığını ileri sürebileceğimiz, ayrım gözetmeyen bir toplu katliam gerçekleştirildiği sonucuna varıyoruz –ancak niyet düzeyinde, çünkü Hamas’ın soykırım gerçekleştirecek araçları yok.
Elbette, Filistin yanlısı solcuların neredeyse hiçbiri bu eylem biçimini açıkça onaylamadı. Genellikle Filistinlilerin direniş hakkı genel düzeyde savunuldu ve İsrail’in eylemleri ya da sömürgeci tarihi bir skandal olarak hedefe kondu. Ancak Filistin yanlısı solun neredeyse hiçbir unsuru, bu somut eylem biçimini açıkça eleştirmedi ya da buna karşı bir sol alternatif sunmadı. Benim eleştirim, işte bu yaklaşımı veya yaklaşım eksikliğini hedef alıyor.
Medeni terörizm
Filistin yanlısı kamptaki solcuların çoğunun bu konudaki sessizlikleriyle neye yol açtıklarının tam olarak farkında olmadıklarına inanıyorum. Belki de, ezilenlere belirli bir direniş biçimi ya da yöntem önererek, sömürgeci bir zihniyeti benimseme durumuna düşmemeye dikkat ediyorlardır. Ayrıca, Batı’da ana akım kamuoyunda, İsrail yanlısı propagandanın engizisyoncu bir gayretle yürütülüyor olmasına duyulan tepkinin de etkisi var. Her görüş beyanında, insanlardan öncelikle Hamas’ın çok korkunç bulunduğuna dair bir tür Katolik günah çıkarma edimi talep ediliyor. İngiltere’deki El Fetihli Filistin büyükelçisi Husom Zomlot’a önce Christiane Amanpour, sonra başka gazeteciler tarafından yapılan muamele, bunun tipik bir örneğidir.[1]
İsrail Savunma Kuvvetleri’nin eylemleri karşısında ise, Batı ana akım kamuoyunda asla böyle bir tutum benimsenmiyor. Üstelik bu eylemler açıkça, kısmen de İkinci Dünya Savaşı’nda Birleşik Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin Alman şehirlerini bombalamasına, yani Alman faşizmine atıfta bulunarak izah ediliyor, meşrulaştırılıyorlar. İsrail ordusunun yaptıkları, yıkım ve ayrım gözetmeyen kitlesel katliam ölçeği bakımından Hamas’ın terörünü çok aşmaktadır. Dünyanın en acımasız kitlesel kuşatması ve son on yılların en aşağılık rönvaşizmi İsrail devleti tarafından Gazze Şeridi’ne uygulanıyor –ama günler boyunca bu vahşet haber ajanslarının canlı akışında “BM Gazze’de insani bir felaket olabileceği konusunda uyardı” gibi marjinal bir nottan daha fazla bir değer taşımıyor. İşte İsrail’in şu ünlü “meşru müdafaa” hakkı: medeni barbarlığın zirvesi.
İsrail-Filistin söz konusu olduğunda, asimetriler ve yapısal şiddet yerine, yani İsrail’in Filistin’i on yıllardır sömürdüğünü ve baskı altında tuttuğunu, bunun tersinin geçerli olmadığını açıkça belirtmek yerine, olsa olsa bir “çatışmadan” söz ediliyor. Ki bu sömürgecilik son yirmi yılda ve özellikle Netanyahu döneminde alabildiğine tırmandı. İsrail devleti “en azından” tüm Filistinlileri sistematik olarak tehcir etme taktiğini izliyor; hatta sağcı Siyonist/Kahanist yelpazenin en keskin sözcüleri ve siyasetçileri açıkça soykırım niyeti güdüyor.[2] Gazze Şeridi, mevcut kapatmadan önce bile kuşatma nedeniyle yeryüzünde bir cehennem haline getirilmişti.[3] Bunu görmeyenlere denilecek laf yok; karanlık kalpleri ısıtacak bir güneş henüz doğmadı.
Bu koşulları görmezden gelerek, Batı’da ve benim yakından izlediğim Federal Almanya Cumhuriyeti'nde, Arap ve Filistin yanlısı her söze, tutuma karşı eşi benzeri görülmemiş bir baskı mekanizması harekete geçiriliyor. Filistin’e herhangi bir şekilde olumlu atıfta bulunan neredeyse her gösteri ya da ses, -solcu Yahudilerinkiler dahil-, yasaklanıyor veya susturuluyor. Berlin’in Neukölln semti gibi Arap yoğunluklu mahallelerin tümü fiilen polis karakollarına dönüştürülüyor. Irkçı bir uygulamayla bütün Araplar ve Filistinliler hedef alınıyor, okula giden Arap çocuklara Hamas’a dair ne düşündükleri soruluyor. Siyasi karar alıcıların ve medyanın büyük bir kısmı bu eylemleri özgürlük, demokrasi ve insan hakları gibi yüce kavramlarla örtüyor. Bazı solcular bu baskıyı destekliyor. Ve kısmen bu çifte standarda duyulan haklı öfkenin de etkisiyle, Filistin yanlısı sol, Hamas’ın eylemlerini tartışmayı reddediyor.
Halklar arası barışın ufku
Filistin’in sömürgeleştirilmesini de gizleyen bu medeni ikiyüzlülüğe duyulan öfkeyi kesinlikle paylaşıyorum. Ancak Filistin yanlısı solun Hamas’ın eylemleri konusunda büyük ölçüde sessiz kalmasının ve açıktan bir sol perspektifi temsil etmemesinin yine de esaslı bir yanlış olduğunu düşünüyorum.
Bu yazıda, terörist kitlesel katliamların ahlâki ve duygusal sınıflandırmalarıyla değil, –ki kanımca terörün erdemi her zaman çok şüpheli ve uzun vadeli siyasi etkisi oldukça tartışmalıdır–, mevcut durumdaki pratik sonuçlarıyla ilgileniyorum. Eylemde yer alan Marksist Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) de paylaştığı sessizlik, Hamas’ı ve onun soykırım amaçlı eylem yöntemlerini mevcut eylemin öncü ve yönlendirici gücü olarak meşrulaştırıyor. Böylece kurtuluş mücadelesi Hamas’la özdeşleştiriliyor.
Oysa kurtuluş mücadelesinin otomatik bir ontolojisi, yani varlık mantığı yoktur. Güncel açıklamalarda sık sık dile getirildiğinin aksine, dayanılmaz bir baskı ve sömürü sistemi, kendiliğinden, belirli bir sömürge karşıtı şiddet biçiminin ya da eğiliminin ortaya çıkmasına yol açmaz. Aksine, içerik biçim tarafından, temel “üstyapı” tarafından, yani kurtuluş mücadelesinin somut gerçekliği, onun başını çeken ideolojiler ve partiler tarafından oluşturulur. Dolayısıyla, bir gün kurtuluş mücadelesinin “sahici” özünün kendiliğinden ortaya çıkacağı umuduyla kitlesel katliamlara sessiz kalarak Filistinlilerin direniş hakkını ve özgürlük mücadelesini savunmak mümkün değildir. Bir mücadelenin “sahici” özünün ne olduğu, bizzat uğruna mücadele verilen ve verilmesi gereken bir meseledir -Filistin kurtuluş mücadelesinde de bu böyledir. Bu konuda sessiz kalan, bilerek ya da bilmeyerek mücadelenin mevcut egemen biçimini ve egemen aktörlerini güçlendirmiş olur.
Ayrım gözetmeksizin işlenen kitlesel cinayetler ise, solun nihai vizyonu olan halkların barış içinde bir arada yaşaması perspektifine engeldir. Her iki taraf da, ulusal-dinsel karşıtlıklar üzerinden nefretle biçimlendirilmiş sınıflar üstü kutuplaşmayı ve sınıflar üstü rövanşizmi, dolayısıyla aynı zamanda bu kutuplaşma ve rövanşizmin baş aktörlerini teşvik eder. Filistin örneğinde bunlar bir tarafta İslâmcı örgütler, diğer tarafta gerici faşistoid İsrail iktidar blokudur. Aksa Tufanı İsrail’de şu anda aslında son zamanlarda derin bir hegemonya krizi yaşayan Netanyahu’nun arkasındaki elitlerin ve halkın yeniden kısmi mobilizasyonunu sağlıyor. Gerçi Netanyahu ve hükümeti Filistinlilerin herhangi bir eylemini soykırımcı bir savaş için bahane olarak kullanabilirdi. Onlar için sadece sessizce ölen ya da sürülmeye rıza gösteren Filistinliler iyi Filistinlilerdir. Ancak Netanyahu bölünmüş İsrail toplumunu alışıldık bahaneleriyle her zaman ikna edemeyebilirdi.
Örneğin, Filistin’in askerî saldırısı silahlı kuvvetlere ve (ekonomik) altyapıya odaklanan bir saldırı olsaydı, propagandasında açıkça Yahudilere Yahudi olarak saldırmadığını, sadece sömürgeleştirme işlevini üstlenen kişileri ve sadece sömürgeleştirmenin maliyetini artırmak üzere altyapıyı hedef aldığını, aksi takdirde sömürgeci baskının artacağını vurgulasaydı, Netanyahu İsrail toplumunu arkasında birleştirmekte çok daha fazla zorlanırdı.
Bir kurtuluş savaşının mutlak bir “temizlikle” yürütülebileceği yanılsamasına kapılmadan da olsa, kurtuluş mücadelelerini daha “temiz” ya da daha “kirli” biçimde yürütmek arasında, yıkım ve ölümün boyutunu yüceltmek ile bu konuda sessiz kalmak ya da pişmanlık duymak arasında, bunların farklı derecelendirmelerini de mümkün kılan geniş bir olasılıklar alanı vardır. Gözümüzün önünde ayrım gözetmeksizin toplu katliamlar yapmayan, veya böyle bir eleştiriye açık bir Kürt hareketi var. Her şeyden önemlisi, bu sadece bir ahlâk ve duygu meselesi değil, baştan sona siyasi bir sorudur: neyi, nasıl elde etmek istiyorsunuz? Yukarıda özetlenen türden bir eylemin vereceği mesajın, Filistinlilerin kurtuluş davasına ilkesel olarak açık olan insanlar tarafından –ki İsrail’de de bu insanlar o kadar da az sayıda değildir– algılanma potansiyeli, ayrım gözetmeksizin ve acımasızca cinayetlerin işlendiği mevcut eyleme göre çok daha fazla olurdu. Bugün ise bu insanların birçoğu sersemlemiş, acı, keder ve öfkeyle felç olmuş durumda. Sömürgeleştirmenin maliyetini –askerî ve ekonomik zarar yoluyla– artırmanın, mütereddit durumda olanları sömürge sistemine rıza üretmekten alıkoyma ya da koparma potansiyeli, çok daha yüksek olurdu. Mevcut eylem biçiminin (insanları ayrım gözetmeksizin katletmek) maliyetleri artırma biçimi ise, tarihsel olarak haklı imha deneyimini ve korkusunu yaşayan Yahudileri tüm gücüyle doğrulayıp bu korkuları yeniden üreterek onları kısmen de olsa yeniden rejime bağlamaktadır. Bir elde Kalaşnikof tutarken, diğer eliyle zeytin dalı uzatmayan ve İsrail halkına yapısal eşitsizliğin ortadan kaldırılması koşuluyla barış teklif etmeyen bir eylemin sonucu, budur.
Oysa öbür türlü, belki de İsrail Savunma Kuvetleri’nin yedek askerleri Gazze’ye yönelik bir imha harekâtına katılmayı reddederlerdi –tıpkı kısa bir süre önce İsrail yedek kuvvetlerinin pilotlarının Netanyahu’nun faşist projesi nedeniyle artık askere gitmeyeceklerini açıkça ilan etmeleri ve üst düzey eski generallerin sadece Netanyahu’ya değil, aynı zamanda onun “Filistin sorununa” getirdiği “çözüme” de karşı çıkmaları gibi.[4] Bugün bile, Netanyahu’nun savaş kışkırtıcılığının yeniden güçlendiği koşullarda, İsraillilerin büyük bir kısmı hükümetlerine eleştirel bir gözle bakmaya devam ediyor. Sömürgeleştirilenlerin harekete geçirilmesinin ve sömürgeleştirilen toprakların özgürleştirilmesinin yanı sıra, sömürge karşıtı askerî eylemlerin temel hedeflerinden biri daima bu olmuştur: iktidardaki sömürgeci ittifakın, haksız olarak görülen sömürgeleştirmenin artan maliyeti nedeniyle halk desteğini kaybetmesi ve bir meşruiyet krizine girmesi. Bu tür bir yaklaşım, yani sömürgecilik karşıtı askerî siyasetin sol bir taktik, strateji ve hepsinden önemlisi vizyona sahip olması, her zaman Amerikan halkına barış öneren Viet Kong’un başarısının en önemli unsurlarından biriydi ve bu tutum, ABD’deki savaş karşıtı hareketle verimli bir etkileşime girmişti. Viet Kong’un ABD’de ayrım gözetmeksizin ABD vatandaşlarını öldürdüğünü düşünün. Kuşkusuz ABD’deki barış isteği daha zayıf, Viet Kong’un başarı şansı daha düşük olurdu.
Tabii bu biraz idealist bir yaklaşım, çünkü artık bu formatta bir Filistin solu kalmadı. Ancak kalan güçler, son eylem biçiminin açık bir eleştirisi ve hayalî olmayan bu tür alternatif stratejilere atıfla, bağımsız bir kutup olarak yeniden ortaya çıkmayı deneyebilir. Bir yerden başlamak zorundasınız. 1969’da kuruluşundan sonraki görkemli döneminde, bağımsızlık mücadelesi içindeki (sınıfsal) farklılıkların ve ayrışmaların üstünü örten bir ulusal kurtuluş mücadelesinin yalnızca İsrail’e ve Arap gericiliğine hizmet edeceği ve hedefin Arapların ve Yahudilerin baskıdan uzak beraber yaşaması olması gerektiği, FHKC için her zaman netti. Diğer şeylerin yanı sıra FHKC’nin Filistin kurtuluş hareketinin önde gelen sol-devrimci gücü olmasını sağlayan bu temel kavrayış, değişen koşullar altında bugün de ele alınabilir. Eğer sol, savaşta Hamas ve İslâmi Cihad’dan böyle bir tavır ve yaklaşımla temelde ayrışmazsa, karşılıklı terörizm ve katliamların tırmanması kaçınılmaz olacaktır. Ve ister Netanyahu ister Hamas olsun, böyle koşullar altında güç kazananlar hemen her zaman gerici ve faşist güçler olurken, sol toplumsal tasarımlar neredeyse hiçbir zaman güç kazanamayacaktır. Elbette, yapısal olarak Netanyahu ve Hamas tamamen farklı düzeylerde ve noktalarda yer alıyorlar; ancak sömürgeleştirilenin şiddetinin ahlâki açıdan sömürgecinin şiddetinden farklı olduğunu -haklı olarak- istediğiniz kadar vurgulasanız da, sonuçta, sömürgeci İsrail tarafındaki sağcı Siyonist terör ile sömürgeleştirilen Filistin tarafındaki İslâmcı terörün birleşimi, Filistin’in kurtuluşunun önünü tıkayacaktır. Filistin yanlısı sol bir perspektifin merkezinde olması gereken ise tam olarak budur: Filistin’in kurtuluşu.
Özgür Filistin, özgür İsrail
İsrail’de klasik Avrupa sömürgeciliğinin (yerli halkın siyasi tahakkümü ve sömürülmesi), yerleşimci sömürgeciliğinin (yerli halkın topraklarından sürülmesi, topraklara el konulması) ve Apartheid’ın (farklı nüfus gruplarına yasal ve fiilî olarak eşit olmayan muamele) unsurlarını görüyoruz. Elbette tüm bunlar sınırlı bir demokratik cumhuriyet şemsiyesi altında gerçekleşiyor.
Ancak, analiz için kullandığım bu terimlere rağmen, burada Filistin’in kurtuluşunun İsrail’de yaşayan insanlardan kurtulmak değil, baskıcı yapılardan kurtulmak anlamına geldiğini vurgulamak isterim. İnsanları yapısal baskı ve sömürü çerçevesinde yerine getirdikleri işlevler nedeniyle suçlu görmek, tam da onların başka işlevler üstlenerek ya da eski işlevlerini bir kenara bırakarak değişebileceklerini varsaymak anlamına gelir. Bu seçenek her zaman çok gerçekçi olmayabilir, ancak kurtuluş mücadelesinde her zaman açık tutulmalıdır. Kurtuluş savaşının yıkım ve acılarını hafifleten, hatta güçlendiren ve potansiyel olarak başarılı bir bağımsızlık mücadelesinden sonra sosyalist bir gelecek için daha insani başlangıç koşulları için çabalayan solun hümanizmi budur.
İsrail’de yaşayan çoğu insanın başka bir yurdu ya da alternatifi yoktur –ve neden bir alternatifleri olması gerektiği de açık değildir. Daha önce başkalarına ait olan ve/veya meşru olarak başkalarına ait olabilecek köyler, evler, toprak ve arazilere el konması hakkında elbette hesap sormak gerekir. Burada öncelikle Filistinlilere ait yerleri kendilerine mal eden ve etmekte olan fanatik yerleşimcileri düşünüyorum. Milyonlarca Filistinli mülteci ve onların torunları adalet bekliyor. Ancak İsrail’in Yahudi vatandaşlarının büyük bir kısmı, yapısal eşitsizliğin yürütülmesinde ve sürdürülmesinde doğrudan işlev üstlenmiş değildir. İsrail’de ayrıcalıklı olmak, yani Yahudi bir İsrailli olmak, otomatik olarak sömürgeci tahakkümün üretimine ve yeniden üretimine aktif olarak katılmak anlamına gelmez. Filistinlileri kovan İsraillilerin çocukları ya da İsrail’e sığınmış olan Yahudiler, eğer bunu açıkça savunmuyor ve yeniden üretmiyorlarsa, Filistinlilerin sürülmesinden ve bunun sonuçlarından otomatik olarak sorumlu tutulamazlar. İkinci durumda da, yani bu rejimi savunuyor veya yeniden üretiyorlarsa, hesap verebilirlik ve adalet talebinin somut biçimi nasıl olursa olsun, her halükarda orantılı olmalıdır ve bu da basitçe herkesin katledilmesi olamaz. Eğer herkes öldürülerek, toplu katliamla takibata uğrayacak olursa, zincirlerinden boşanan terörü kim kontrol edebilir? Ve serbest bırakılan vahşetin halihazırdaki durumdan daha iyi bir şey doğurması mümkün olabilir mi? Zincirlerinden boşanan terör her zaman kendi kendini yok etmeye varır. Filistin örneğinde böyle bir terörün başarı şansının olmadığı gerçeğini bir yana bırakarak söylüyorum bunu.
Bu nedenle, Hamas’ın eylemlerinde ve bunların altında yatan niyette fiilen mündemiç olduğu ve açıklamalarında bazen doğrudan, bazen dolaylı olarak talep ettiği gibi, İsrail’in tüm (Yahudi) nüfusunu eşit derecede ve aynı biçimde sorumlu tutmak doğru değildir; bu, ahlâki açıdan olduğu kadar siyasi açıdan da yanlıştır. Son tahlilde tek devletli çözüm, yerinden edilenlerin geri dönüş hakkını da garanti altına alan tek perspektiftir. Bu ister her biri kendi içinde İsrail ve Filistin gibi iki büyük toprak parçasına ayrılmış üniter bir devlet olsun, isterse coğrafi olarak net bir şekilde ayrışmamış İsrail-Filistin devleti (ben kendi adıma bunun en iyi çözüm olacağına inanıyorum) ya da başka bir şey olsun… En nihayetinde, Filistin’in özgürleşmesinden doğacak toplumsal barış, İsrail’in de özgürleşmesi, yani İsrail’in sömürgeleştirme ve Apartheid’ın maliyet ve kimliklerinden kurtulması anlamına gelecektir.
Elbette sadece tek devletli çözümün değil, çok daha cılız olan iki devletli çözümün de İsrail ve Filistin tarihinde muhtemelen hiç olmadığı kadar günümüz gerçekliğinden uzak olduğu açıktır. Devrimci bir çözümün unsurları öncelikle güçlenmeli ve yeniden bir araya gelmeli, Filistin yanlısı solcular ile İsrail yanlısı Yahudi solcular arasındaki kırılgan bağlar da yeniden kurulmalıdır.
İsrail-Filistin sorununun bazı yönlerini İsrail yanlısı Yahudi solunun (bir kısmından) farklı görüyorum. Ancak bir hususu belirtmek gerekir: İşgale karşı, Netanyahu’ya karşı, dün ve bugün Gazze’ye ve Filistinlilere uygulanan barbarlığa karşı çok net tutumlarında kararlılar.[5] Çoğunlukla ısrarlı bir şekilde zeytin dalı uzatmaya devam ediyorlar.[6] Hayim Katsman, Vivan Silver ya da Shahar Tzemach gibi Apartheid karşıtı aktivistlerin Hamas tarafından Aksa Tufanı sırasında öldürülmesine ya da kaçırılmasına, aile üyelerinin ve arkadaşlarının öldürülmesine rağmen böyle bir sol, yaşadığı şokun derinliğine rağmen büyüklüğünü kanıtlıyor.[7] Filistin yanlısı tarafın bir elinde zaten Kalaşnikof var. Diğer eliyle zeytin dalını yeniden uzatabilir ve uzatmalıdır. Aksi takdirde Filistin’in kurtuluş mücadelesinin başarıya ulaşması şu an olduğundan daha da zor olacaktır.
[1] https://twitter.com/hzomlot/status/1710750718024409484; https://twitter.com/hzomlot/status/1711105509900566905; https://twitter.com/hzomlot/status/1711387200804315348.
[2] https://www.972mag.com/ben-gvir-sorry-mohammad-apartheid/; https://jewishcurrents.org/a-textbook-case-of-genocide.
[3] https://thenextrecession.wordpress.com/2021/05/16/the-unending-nightmare-of-gaza/; https://www.jadaliyya.com/Details/45383.
[4] https://www.nytimes.com/2023/07/25/world/middleeast/israel-military-reservists-quit.html; https://www.timesofisrael.com/ex-idf-general-likens-military-control-of-west-bank-to-nazi-germany/.
[5] https://yachad.org.uk/wp-content/uploads/2023/10/Statement-on-Behalf-of-Israel-based-Progressives-and-Peace-Activists-Regarding-Debates-over-Recent-Events-in-Our-Region.pdf; https://www.akweb.de/politik/israel-palaestina-gaza-eskalation-der-entmenschlichung/; https://www.akweb.de/politik/krieg-in-israel-und-gaza-die-linke-muss-ihren-moralischen-kompass-neu-ausrichten/.
[6] https://www.labournet.de/internationales/israel/friedensbewegung/nahostkonflikt-folge-2023-israelische-und-palaestinensische-zivilbevoelkerung-erneut-opfer-fundamentalistischer-hamas-und-rechtsradikaler-israelischer-regierung/; https://btselem.org/press_releases/human_rights_organizations_raise_a_loud_and_clear_voice_against_the_harming_of_all_innocent_civilians.
[7] https://jewishcurrents.org/we-cannot-cross-until-we-carry-each-other; https://twitter.com/AGvaryahu/status/1712565145212436575.
Not: Bu makale 18 Ekim’de yayımlanan Almanca orijinalinden Türkçeye çevirilip hafifçe uyarlandı.
Fotoğraf: AFP