CHP Kurultayı’nın Ardından: Parti içi Klientelizm ve Demokratikleşme Sorunları (II)

Türkiye siyasetinin klientelistik yöneliminin siyaset sınıfı bakımından yarattığı sonuçlar: Temsilciler mi patronlar mı?

Bütün bu klientelistik ilişkiler içinde Türkiye’nin ulusal ya da yerel iktidardan pay alan bütün partilerinde parti içi ya da kamusal makamlardaki seçkinlerin basitçe yurttaşların temsilcileri olarak görülebilmeleri çok güçtür. Bu durumun kamusal kaynakları kontrol eden güçlü bir genel merkezin yokluğunda -yani ulusal iktidarı elinde bulundurmayan- CHP için daha akut bir probleme dönüştüğü de açıktır.[1] Özellikle epeyce geniş maddi kaynaklara hükmeden CHP belediye başkanları basitçe seçilmiş ve parti dolayımıyla yurttaşlara hesap veren temsilciler olmaktan çok parti içi siyaseti derinden şekillendiren güçlü ve özerk aktörler olarak görülmelidir. Mevcut genel başkanlık yarışında iki adayın arkasındaki “özel ağırlığın” konumlarını korumak için farklı tercihlere yönelen belediye başkanları olduğu yönünde güçlü işaretler mevcuttur.[2] Özellikle Kılıçdaroğlu’nun genel seçimi kaybetmesinden sonra gündeme gelen ve parti içinde çok uzun dönemler vekillik yapmış bazı parti seçkinlerine ilişkin tartışmalar da bu temsil problemlerinin önemli bir diğer yansımasıdır.[3]

Şüphesiz bazı isimlerin çok uzun süreler parlamenter ya da belediye başkanı olması tek başına bir sorun olarak görülemez ve tüm demokrasilerde görüldüğü gibi siyasetin gittikçe daha fazla profesyonel kariyer siyasetçilerinin bir faaliyetine dönüşmesinin yerel bir yansıması olarak düşünülebilir. Ne var ki Türkiye’de ortaya çıkan siyaset sınıfının en azından bir kesiminin liberal demokrasilerdekine benzer uygun yatay ve dikey hesap verebilirlik mekanizmalarıyla denetlenen ve dengelenen bir kariyer siyasetçileri tabakası olarak görülmesi güçtür. Türkiye’de bu siyaset sınıfının önemli bir kesimi kimi yerel eşraf tabakalarından gelen ve ekonomik kaynaklarını ya da makamları patronaj için kullanan “patron”lardan kimi de siyasi konumları çeşitli maddi olanaklara dönüştüren bir “aracı” tabakasından oluşmaktadır. Burada yine Nuhoğlu’nun CHP içinden verdiği bazı örnekler çarpıcıdır: “2014-2019 döneminde Bakırköy ve Büyükşehir Belediyesi meclis üyesi olan biri, 2019 yerel seçiminde Bakırköy’den aday gösterilmedi; başka ilçelerde de kendisine bir yer bulunamadı; İstanbul örgütü tarafından istenmiyordu. Bunun üzerine kendi tabiriyle son anda trene binerek İzmir’de hem bir ilçenin hem de büyükşehir belediyesinin meclis üyesi olarak atandı.”[4]

Bu noktaya kadar özetlemeye çalıştığım sorunları anlayabilmek için meseleye bu siyaset sınıfının gözünden bakmanın da zaruri olduğunu düşünüyorum. Pek çok ekonomik ve sosyal göstergenin de işaret ettiği gibi Türkiye’de nüfusun geniş kesimleri hâlâ yoksullukla boğuşmaktadır. Ayrıca nüfusun eğitim düzeyi ve eğitimin yapısı/niteliği ve mevcut sendikal örgütlenme düzeni piyasa koşullarında kişisel bağlantılar olmadan ayakta kalabilecek vasıflı ve örgütlü bir ücretli emekçi tabakası ve güçlü ve geniş bir orta sınıf yaratmaktan çok uzaktır. Buna Türkiye’de kadınların ekonomik hayata katılımının hâlâ istenen düzeyde olmayışı ve hane içindeki bağımlı kadın nüfusunun hâlâ gelişmiş demokrasilerin çok üstünde oluşu da eklenmelidir. Türkiye’de siyaset süreci tüm bu koşulların yarattığı bağımlılık ilişkileri çerçevesinde işlemektedir. Bu şartlar altında tabandan siyasete giren pek çok heyecanlı ve idealist yurttaş kısa süre içinde yerel siyasetin kısa vadeli ve ivedi sorunlar ve maddi kayıplar ve kazançlar etrafında oluşan mantığına ayak uydurup uydurmamak tercihi ile karşı karşıya kalır. Bu tercih kamusal makamlara ve özellikle icra konumlarına (belediye başkanlığı gibi) gelen siyasetçiler için çok daha belirleyici bir mahiyet kazanır. Uzunca bir siyasi kariyer hedefleyen genç siyasetçilerin “hizmet etmek” adına oyunu kuralına göre oynamak yönünde bir tercihte bulunmaları şaşılacak bir durum değildir. Ancak bu tip bir siyaset yapma biçimini benimsemenin beraberinde getirdiği çok güçlü otoriter yönelimler olduğu açıktır. Yaygın klientelistik uygulamalar Türkiye’de siyasi faaliyetin hem zaman hem de finansal maliyetini bu tip kitlesel klientelizm uygulamalarının büyük oranda sınırlandığı oturmuş demokrasiler ile kıyaslandığında tartışma götürmeyecek bir şekilde arttırır. Bu klientelistik ilişkilerin içinde çok fazla mesai ve kaynak harcayan siyasetçiler makamlardan kolay kolay gitmek istemezler. Çoğunlukla bu durum statükocu bir yönelime yol açar ve yerel siyasetçi tabakasını gücünü korumak için mevcut parti içi iktidar odaklarıyla işbirliğine iter. Bu noktadaki daha sorunlu eğilim ise, özellikle icra makamlarını işgal eden siyasetçilerin klientelistik ilişkilerin doğal bir gerekliliği olarak -özellikle güçlü bir genel merkezin yokluğunda- kaynaklar üzerinde kişisel kontrole yönelmeleridir. Yine “fakire fukaraya hizmet etme ve hayır duası alma” arzusu bu kişisel kontrolün bir kılıflandırmasına (euphemize) dönüşür: “Güçlü olmalıyım ki seçmenlerime yardımcı olabileyim…” Ve pek çok durumda siyasetin “patronlar”ı gerçekten hatırı sayılır sayıda yurttaşın hamisi olarak manevi bir tatmini de tatmaktadır. Ne var ki bu örneklerin çoğunda kamuya hizmet etme arzusu ile sinik bir kişisel güç/zenginlik arayışı arasındaki sınır bulanıklaşır. Çok partili hayatımız boyunca tartışageldiğimiz yerel siyasette başlayan ve ulusal düzeydeki iktidara kadar uzanan usulsüzlüklerin ve yolsuzlukların kapısı aralanır.

Yine de Türkiye’de bu oligarşik düzenlemeler etrafında oluşmuş olan yerel enformel kurumların ve klientelistik uygulamaların pek çok iç (ekonomik problemler) ve dış şok (göç ve terör) karşısında toplumsal mobilizasyonu yöneterek/denetleyerek/soğurarak Türkiye toplumunu şaşırtıcı derecede dirençli ve “kaynaşmış” kıldığını da teslim etmek gerekir. Ne var ki bu direnç ancak temsil sorunları nedeniyle tedrici bir şekilde aşınan bir rejim meşruiyeti ile sağlanabilmektedir. Yaygın klientelistik uygulamaların yarattığı “sapkın hesap verebilirlik”[5] mekanizmaları Türkiye’de siyasal seçkinleri -şüphesiz yalnızca CHP’de değil AKP ve diğer iktidardan pay alan partilerde de- seçmenlere hesap veren “temsilciler” olmaktan daha çok destekleyicilerine çeşitli maddi ve sembolik faydalar sağlayan -ve yeterli desteği alamamaları halinde gerektiğinde onları cezalandıran- “patronlar” olmaya yaklaştırmaktadır.

Sonuç yerine: Bazı karamsar öngörüler ve öneriler

Bu noktaya kadar özetlemeye gayret ettiğim partiler düzeni şüphesiz AKP ile birlikte ortaya çıkmadı. Ancak, daha önceki bazı çalışmalarda da işaret etmeye çalıştığım gibi, partilerin iç örgütlenmelerini de şekillendiren yaygın klientelistik ve oligarşik düzenlemelerin AKP döneminde mantıksal sonuçlarına hızla yaklaşmasının bir dizi riski de beraberinde getirdiği kanaatindeyim.[6] Özellikle AKP dönemindeki daha görünür otoriterleşmenin son seçimden sonra ana muhalefet partisine yönelik ciddi kuşkular ile beraber seyretmesi Türkiye’de başta partiler olmak üzere siyasal kurumların ve genel olarak siyasal sistemin meşruiyeti konusunda toplumun belirli kesimlerindeki kuşkuları derinleştirmektedir.[7] Buradaki risklerden biri Türkiye’nin parti sisteminin bugün daha önce olmadığı kadar Latin Amerika’da radikal meydan okumalarla sarsılan “partikrasi”lere (“partidocracia”)[8] benzemeye başlamasıdır. 

Bu siyasal değişim trendinin sosyal alandaki bazı başka emareler ile birlikte okunması gerektiğini de düşünüyorum. Bugün hızlı zenginleşme,[9] toplumsal ve ekonomik eşitsizliklerin derinleşmesi,[10] son yıllardaki ekonomik bunalım nedeniyle orta sınıfların yaşadığı statü ve refah kaybı,[11] sokak infazlarıyla kendisini ortaya koyan mafyalaşma-çeteleşme haberleri ve uluslararası suçun Türkiye’nin metropollerini mesken edinmesi,[12] hukuk alanındaki problemler,[13] iyi eğitimli kesimlerin daha müreffeh Batı ülkelerine göçü,[14] Türkiye’ye kendi periferisinden yönelen formel eğitimi sınırlı göç dalgası[15] ve kamu kurumlarındaki ve eğitim alanındaki tedrici dinselleşme[16] -kısmen gerçeklikle de örtüşen bir biçimde- gittikçe daha fazla şu ya da bu partinin değil, genel olarak kifayetsiz bir siyaset sınıfının yarattığı sorunlar silsilesi olarak görülmekte. Tüm bu koşullar içinde merkez partilerin demokratik başarısızlığının ikili bir tehlikeyi beraberinde getirme olasılığı olduğu kanaatindeyim. Bu tehlikelerden ilki Türkiye’de statü kaybeden orta sınıfların -son başkanlık seçiminde bazı emarelerini gördüğümüz üzere- “her şeyi yerli yerine oturtma ve düzen sağlama” vaadindeki aşırı sağa ve faşizme yönelme ihtimali. Bu noktaya kadar incelenen temsil sorunlarının riskli bir başka potansiyel sonucu ise ekonomik sorunlar derinleştikçe klientelistik ağların artık soğuramadığı yoksul kitlelerin gayrimeşru yöntemleri benimseyen -hatta kutlayan- ve zorunlu olarak da faydalı ve ilerici olmayan çok daha radikal politik ve sosyal konumlara savrulmalarıdır.[17] Ayrıca Türkiye’nin tüm bu sorunlarla Erdoğan’ın varlığının bugün kısmen görünmez kıldığı bir kurumsuzlaşma süreci sonrası Erdoğan sonrası dönemde çok daha akut bir biçimde yüzleşmek zorunda kalacağını da düşünüyorum.[18]

Türkiye’de genel olarak demokrasi sorunlarına da yol açan parti-seçmen bağlarının, CHP vakasının da gösterdiği üzere, ciddi parti içi demokrasi sorunlarına da yol açtığı açıktır. Ne var ki partilerin iç yaşamının demokratik olması demokratik bir siyasal sistemin koşulu değildir.[19] Ancak partiler arası gerçek bir rekabet demokratik bir sistem için olmazsa olmazdır. Bugün, şüphesiz, Türkiye’nin demokrasi sorunları tek başına CHP’nin ve diğer muhalefet partilerinin yetersizliğinden kaynaklanmıyor. Pek çok siyaset bilimcinin işaret ettiği üzere, Türkiye’de otoriterleşmenin temel dinamikleri ve gerçek bir partiler arası rekabet ortamının gittikçe zayıflaması AKP tarafından oluşturulan yeni hukuki ve siyasal sistem ve uygulamalar ile yaratıldı.[20] Fakat muhalefet partilerinin iç yaşamı da, bugün CHP için yapılan pek çok tartışmanın daha yoğun bir şekilde dikkat çektiği üzere, rekabetçi siyasal kurumların oluşmasını engelleyen etkenlerden biri olarak karşımızda durmakta. Laebens’in de işaret ettiği gibi, Türkiye’de popüler vokabülerde partilerde “lider sultası” olarak adlandırdığımız şahısçıllık biçimi ve başarısız partilerin dahi liderlerinin uzun süre değişmemesi sistemin genel rekabetçiliğini azaltan ve hesap verebilirlik kültürünün altını oyan temel etkenlerden biri.[21] Ayrıca bu parti içi klientelistik ilişkiler ve oligarşik kümelenmeler arası rekabet “güçlü ve ulusal bir klientelistik makine”[22] olarak AKP karşısında zayıf ve parçalı örgütlenmeler yaratarak otoriterliği pekiştiriyor. Parti içi klientelizmin sonuçlarından bir diğeri de seçim başarısızlıklarına rağmen mevcut partilerinde arzu edilen değişimi göremeyen parti içi hiziplerin partilerinden kopması ve yeni partiler oluşturması olgusudur. Bunun şüphesiz bugün CHP içinde parti lideri değişikliği ile savuşturulmuş bir tehlike olması memnuniyet verici bir gelişmedir. Ne var ki bu olgu hegemonik bir iktidar partisi karşısındaki muhalefeti bugüne kadar halihazırda daha da parçalamış ve mevcut partilerin rekabet etme güçlerinin zayıflamasının yanı sıra muhalefet için ciddi koordinasyon problemleri de doğurmuştur.[23]

Dolayısıyla Türkiye’de klientelistik ilişkilerin mantığı çerçevesinde örgütlenen parti içi ve partiler arası rekabet bugün artık hem muhalefetteki hem de iktidardaki siyasal seçkinler tabakası bakımından bir kolektif eylem problemine dönüşüyor. Hem parti sistemi düzeyinde hem de parti içi yaşamda kısa vadeli çıkarlara ve iktidar savaşımına odaklanan “rekabetçi klientelizm” ve bunun üzerinde yükselen rekabetçi otoriterlik yavaş yavaş rekabetçi niteliklerini yitiriyor. Parti içi klientelizm 2023 başkanlık seçimlerinden sonra iç mücadeleyle meşgul CHP’nin elindekilerden de olması riskini beraberinde getirirken daha geniş kaynakların gittikçe daha fazla AKP tarafından tahsis edildiği daha otoriter bir enformel yeniden dağıtım düzeninin kurulmasını da dolaylı bir şekilde destekliyor. Bu ilk bakışta AKP seçkinleri açısından olumlu bir sonuç olarak görülebilir. Ne var ki sistemin rekabetçiliğinin geniş kitleler tarafından ortadan kalktığına ilişkin bir algının yerleşikleşmesinin uzun vadede başta apati ve katılımsızlıkla kendini ortaya koyacak şekilde Türkiye’de rejimin meşruiyeti konusundaki tartışmaları doğurması kaçınılmazdır. Kolektif olarak, iktidarıyla, muhalefetiyle siyaset sınıfının ve onun kontrolündeki ulusal ve yerel kurumların -zaten çok da parlak olmayan- itibarının azalması bu durumun kaçınılmaz sonuçlarından biri olacaktır. Yukarıda bu durumun çeşitli türlerdeki otoriter ve baskıcı siyasetler için mobilizasyon olanaklarını arttırarak daha tehlikeli sonuçlar doğurabilmesi ihtimaline zaten işaret etmiştim. Şüphesiz siyaset sınıfının uzun erimli menfaatlerini tehdit etmesinin ötesinde Türkiye’de siyasal sistemin rekabetçi yönünün azalması -son yıllarda ülke olarak tecrübe ettiğimiz gibi- toplumun genel ekonomik refahı bakımından da ciddi sonuçlar doğuruyor.[24]

Bu durumun düzelmesinin yollarından biri kanımca, bugünün kutuplaşma ve otoriterleşme şartları altında bir on sene öncesinden daha zor olmakla birlikte, zikredilen “kolektif eylem” problemini çözmeye yönelik bir elit uzlaşmasının oluşmasıdır. Burada kastettiğim Türkiye’nin iktidar partilerinin zaman zaman yerel sorunların çözümü ve kaynakların tahsisatı için geliştirdikleri enformel muvazaalı ilişkiler değil şüphesiz.[25] Başta parti siyasetinin finansmanı ve imar rantının düzenlenmesi olmak üzere kamusal alanda formel güvenceler altına alınan ve anayasal ve yasal düzenlemelerle cisimleşen bir uzlaşma. Türkiye’de gerçekten rekabetçi bir politik sistemin oluşması için bu elit uzlaşması başta anayasa ve siyasal partiler kanunu olmak üzere pek çok hukuki değişikliği birlikte gerçekleştirmek zorunda. Buradaki sorunlardan birisi bu konuda etkili olacak mevcut siyaset sınıfının statükodan faydalanıyor olmasıdır. Dolayısıyla sivil toplum alanından katkıların ve diğer örgütlü ve kurumsal toplumsal aktörlerin de bu sürece katılması önem arz ediyor.

Ne var ki, bu noktaya kadar özetlemeye gayret ettiğim üzere, -Türkiye’de siyasetin hukuku dolaşmaya yönelik becerisi göz önünde bulundurulursa- siyasal kurumlara ilişkin hukuki düzenlemelerin tek başına sorunu çözmeyeceği açıktır. Türkiye’de günümüzde deneyimlediğimiz demokrasi sorunlarını yaratan bağımlılık ilişkilerinin tasfiye edilmesi ve toplumun ve bireylerin güçlendirilmesi birincil önemdedir. Yoksulluğun daha etkili ve evrensel sosyal politika tedbirleri ile azaltılması, enformelliğin sınırlanması, imar rantının denetlenmesi, eğitim düzeyinin arttırılması,[26] bütün bunları sağlayacak gelir akışının daha etkili bir vergi sistemi ile kurulması, yargısal aktivizmden uzak bir hukuki özerkleşmenin gerçekleşmesi şüphesiz çok daha uzun vadede başarılabilecek olan yapısal değişikliklerdir. Burada bir paradoksun ortaya çıktığı açıktır: Bütün bu değişikliklerin gerçekleşmesi için siyasetin değişmesi gerekiyor ve siyasetin esaslı bir biçimde değişmesi de ancak toplumsal ve ekonomik alandaki bu değişiklikler sonrası mümkün olabilecektir. Bu nedenle toplumsal alandan gelen örgütlü basınçlar olmadan bu değişikliklerin gerçekleşmesi için adımlar atılması da çok olası görünmüyor.[27] Ancak son olarak şunu da belirtmek gerekir ki, bugün popülizmin küresel yükselişinin gösterdiği üzere, demokrasi sorunlarının çözümü Batı tipi duyarsız liberal düzenlerin kurulmasıyla da mümkün olamayacaktır. Neoliberalizme bağlı teknokratik kapasitesi yüksek bir devlet örgütlenmesi ve bu örgütlenmeye ancak sınırlı bir biçimde tesir edebilen merkez siyasal partiler demokratik yaşamın en önemli unsuru olsaydı bugün Avrupa’da gördüğümüz radikal sağ tepkileri ve demokrasi sorunlarını tartışıyor olmazdık. Dolayısıyla bugün Türkiye’nin içinde bulunduğu sorunların evrensel sosyal demokratik değerleri göz önünde bulunduran bir yaklaşım çerçevesinde de ele alınması gerekiyor. Ayrıca Türkiye demokrasisinin AKP iktidarına kadar sahip olduğu güçlü bürokratik-vesayetçi yönelimler dikkate alındığında Batı tipi bir liberal kurumsallığın inşası girişiminin alacağı “reel” biçimler konusunda kaygılanmak için gerekçeler de mevcut. Ancak, yine de Türkiye’de siyasal sistemin daha rekabetçi hale gelmesi için siyaseti öldürmeyen bir kurumsallaşmanın ve hesap verebilirlik düzeninin oluşturulması önemli bir ilk adım olarak değerlendirilmelidir.


[1] Burada güçlü ve kaynakları kontrol eden bir merkeze sahip olan AKP’de yerel patronların gücünün çok daha iyi sınırlandırıldığını not etmek isterim. Birkaç sene önce, başta Melih Gökçek olmak üzere, bir dizi güçlü belediye başkanının Erdoğan tarafından kolaylıkla görevden alınabilmesi bu açıdan değerlendirilmeli.

[2] Özgür Özel’in genel başkan seçilmesinin hemen ardından belediye başkanlarına ilişkin tasarrufların gündeme gelmesi bu bakımdan şaşırtıcı değildir. Bkz. https://www.mynet.com/ozgur-ozel-zafer-sonrasi-yerel-secimi-isaret-etti-gozler-11-chp-li-buyuksehire-cevrildi-aralarindaki-tek-isim-ekrem-imamoglu-ydu-110107163259 , erişim: 7.11.2023.

[3] https://www.yenisafak.com/gundem/chpnin-kadrolu-vekilleri-yedi-donemdir-koltugunu-birakmayan-isimler-var-4536598, erişim: 6.11.2023.

[4] Nuhoğlu, Çatlağın Arkası, s. 66-67.

[5] S.C. Stokes, “Perverse accountability: A formal model of machine politics with evidence from Argentina”, American Political Science Review, 99, no. 3 (2005): 315-325.

[6] T.S. Baykan, “Yirminci yılında Adalet ve Kalkınma Partisi: toplumsal hareketten makine siyasetine”, Ayrıntı, 37 (2021): 54-63.

[7] Seda Demiralp’in hemen seçim sonrası yapılan kamuoyu araştırmalarında katılımsızlık yönündeki eğilimin belirginleştiğini işaret eden önemli analizi için bkz.  https://yetkinreport.com/2023/10/28/siyasete-ilgi-serbest-dususte-secmen-yeni-liderini-mi-ariyor/, erişim: 7.11.2023.

[8] Özellikle Chavez öncesi dönemde Venezuela’da merkez partiler arasında kaynakların dağılımına ilişkin uzlaşmalar bu biçimde adlandırılmıştır.

[9] https://www.ntv.com.tr/turkiye/dilan-ve-engin-polat-olayi-nedir,4TcwNMjzzEiaF51DrOOQrQ, erişim: 6.11.2023.

[10] https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiye-yuzyilinda-aksam-pazari-utanci-vatandaslar-pazarda-curuk-sebzeleri-topluyor-728575h.htm, erişim: 6.11.2023.

[11] Türkiye’de orta sınıfın son yıllardaki refah kaybına dair Mahfi Eğilmez’in bir yorumu için bkz. https://www.mahfiegilmez.com/2023/11/orta-snfn-cokusunun-baslangc.html, erişim: 8.11.2023.

[12] https://www.birgun.net/makale/turkiye-nasil-mafya-ussu-oldu-463911, erişim: 6.11.2023.

[13] https://www.birgun.net/haber/yargidaki-curumede-yeni-detaylar-fiyat-tarifesi-de-ortaya-cikti-475819, erişim: 6.11.2023.

[14] https://medyascope.tv/2023/08/18/buyuk-goc-5-turkiyeden-gidenler-hikayelerini-rusen-cakira-anlatiyor-almanyada-artik-her-hastanede-turkce-konusan-doktor-bulabiliyoruz/, erişim: 6.11.2023.

[15] https://ingev.org/wp-content/uploads/2017/07/Multeci-Hayatlar-Monitor%C3%BC.pdf, erişim: 6.11.2023.

[16] https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/ulke-tarikatlara-emanet-chpli-murat-bakan-iktidar-birden-fazlasina-kucak-acti-2099942, erişim: 6.11.2023.

[17] Bu durumun güncel Türkçe rap müzikte bazı yansımaları olduğunu düşünüyorum.  Heijan ve Muti’nin mevcut seçkin düzenine ve eşitsizliklere ilişkin öfkeli bir hiciv olan “Aynen” adlı parçası bu bakımdan iyi bir örnek teşkil etmektedir.

[18] Erdoğan’ın popülist kurumsuzlaşma süreci içinde pek çok yönetim zaafını seçmen üzerindeki etkisi ve kişisel aktifliği ile telafi ettiğine yönelik bazı kanıtlar mevcuttur. Bu yönde bir tartışma için bkz. T.S. Baykan, The Justice and Development Party in Turkey: Populism, Personalism, Organization (Cambridge: Cambridge University Press, 2018), bölüm 4. Bu tip proaktif popülist liderliklerin sonrasında hızla ortaya çıkan boşluğun ve yönetim zaafının en belirgin örneği Chavez sonrası Venezuela olmuştur. Bkz. Margarita López Maya, “Populism, 21st-century socialism and corruption in Venezuela”, Thesis Eleven, 149, no. 1 (2018): 67-83.

[19] E.E. Schatsschneider, Party Government (Londra: Routledge, 2017).

[20] Esen vd., Rekabetçi Otoriterlik.

[21] M. Laebens, “Party organizations in Turkey and their consequences for democracy”, The Oxford Handbook of Turkish Politics içinde, der. G. M. Tezcür (Oxford: Oxford University Press, 2020), 1-25.

[22] Baykan ve Somer, “Politics of notables vs. national machine”.

[23] Bu noktada kurumsallaşmanın fonksiyonel önemine işaret etmek isterim. Ulusal bir parti kurmanın çok fazla kaynak ve mesai tükettiğini uzun uzun ispat etmeye gerek yok. Partilerin liderliklerinin değişememesi ve parçalanması stratejik öğrenme süreçlerini de her zaman kesintiye uğratarak rekabetçiliği azaltan bir etki göstermektedir. Zira hem seçim siyaseti, örgütlenme ve kampanya, hem ulusal ve yerel makamlardaki yasama/karar alma ve yürütme faaliyetleri siyasetin rasyonelleşmesi ve profesyonelleşmesi süreçleri içinde öğrenilmesi zaman alan karmaşık teknik ve hukuki boyutlar kazanmıştır. Her kurulan yeni parti bu teknik boyutları yeniden öğrenmek durumunda kalmaktadır.

[24] Rekabetçi siyasal kurumların ekonomik refah için önemine ilişkin olarak bkz. D. Acemoğlu ve J.A. Robinson, Ulusların Düşüşü, çev. F.R. Velioğlu (İstanbul: Doğan Kitap, 2019).

[25] Bu muvazaalı ilişkilere daha önceki bazı yorumlarda değinmiştim. Bkz. T.S. Baykan, “Patronlar, aracılar, müşteriler ve muvazaa olarak Türkiye siyaseti: Nasipse Adayız”, Birikim, 386 (2021): 66-74; T.S. Baykan, “Deprem, ‘partiler düzeni’ ve ‘bilimsel çözüm’ söylemi üzerine: ‘popülist muvazaa’nın sınırlarına yaklaşırken”, Birikim, 408 (2023): 10-28.

[26] Türkiye’de yükseköğretim kurumlarının ve üniversite eğitimi alan öğrenci sayısının artmasına ilişkin yapılabilecek pek çok eleştiri vardır ancak uzun vadede AKP döneminde yükseköğretimin genişlemesinin başta kadınlarınki olmak üzere toplumsal bağımlılık ilişkilerini azaltacak bir etki doğuracağı kanaatindeyim.

[27] Bu bakımdan ABD’de “İlerici Dönem” (Progressive Era) reformlarının etkisi toplumsal alandan kaynaklanarak siyasal alanın ıslahına yardımcı olan örnek bir vaka olarak görülebilir. Bkz. https://www-personal.umd.umich.edu/~ppennock/Progressive%20Reforms.htm, erişim: 6.11.2023.