Ya Maskemiz Düşerse...

Pandemi sürecinde tüm ülkedeki insanların maske takmak suretiyle gönüllü olarak ağızlarını bağlayarak dolaşmalarının sembolik başka bir anlamı oluştu... Erdoğan’ın, İçişleri Bakanı’nın ve diğerlerinin istediği aniden oluverdi. Devlet, sağlığı gerekçe gösterip bizi korumak için özgürlüklerimize daha da fazla el koydu. En çabuk ve itirazsız kabul ettiğimiz şey de bu oldu. Alınan kararların, hayata geçirilen uygulamaların demokrasiyle ilgisi yoktu. Uğruna ölünen değerler, hastalanma tehlikesine yenik düştüler. Uygarlık tarihinde mücadelelerle kazanılan değerlerden bu kadar hızlıca, hiç itiraz etmeden, refleksiyona bile ihtiyaç duymadan vazgeçmiş olmamızın üzerine düşünmemiz gerek; elbette maskelerimizi çıkarıp sokaklara çıkalım anlamına gelmez bu yazdıklarım.

Dünyaya geldiğimizde dünyadan ilk aldığımız şeydir nefes. Hayatımızdaki en uzun hikâye onunla ilişkilidir. Anneden önce, memeden önce vücudumuza aldığımız ilk “yabancı” maddedir. İşte böyle tanıdık, işte öylesine helal bildiğimiz nefes üzerinden öleceğimizi, hastalığın nefes üzerinden bulaştığını anlatıyorlar. Maske işte bu spiritüel anlamları da olan nefesi filtreliyor. Virüs bir silah gibi. Silah varsa, suç da var demek. Virüs taşıyıcıları birilerine zarar verebilirler. Ben birilerine bilerek virüs bulaştırdığımda aslında suç da işliyorum. Maske işte bu suçu işlemek istemediğimize işaret ediyor; çünkü maske daha çok ötekini koruyor.

Gençlik aşklarının vazgeçilmezidir: “Gözler kalbin aynasıdır” ya da “gözler yalan söylemez”. Maskeyle dolaşırken ve aramıza bu kadar mesafe koyarken gözler ayna olamıyor galiba. Ve bu mesafeden ne aynaya bakılabiliyor, ne de yalan anlaşılabiliyor. Göz ilginç bir organ; sadece görüyor değil, bakıyor da! Biz “bakmak” üzerinden de ilişki ve iletişim kuruyoruz. Maske bu iletişimi yoksullaştırıyor ve sosyal mesafe iletişimi zorlaştırıyor. Bakmak ağız, burun ve duruş olmadan, mimik ve jestleri gizlediğimiz zaman yetersizleşiyor. İletişim kuramıyla tanınan Paul Watzlawick’in aksiyomlarından biri, iletişimsizliğin olamayacağı, yani imkânsızlığıdır. Susmak, durmak, gülmek bile iletişim biçimleridir. “Evde Kal” ve maskeli yaşam bu iletişimi çok dar ve sınırlı bir hale getirdi. Yüzümüzün göze indirgenmesi, gözün bakışlarının mimikler olmadan az anlamlı olması bir güvensizlik de yaratabilir. Maske bir yandan iletişime engel olduğu için güvensizlik kaynağı, aynı zamanda “kendimi ve seni korumak istiyorum” anlamına geldiği için de güven sağlayıcı bir şey. Maske ikilem de demek: Bir yandan kamusal alana çıkarım, diğer yandan kamusal alanda maskeyle kendimi gizlerim...

Erkek açısından maske aşkta yoksulluk demek. Bu toplumda kadın sadece cinsel obje olarak görülmez, ayrıca yenilebilir bir cinsel objedir de. Belki bu yüzden kadınlar sıkça “ömrümü yedi” derler. Kadında “yenilecekler”i tüketenler ömür yerler çoklukla. Erkek, manavdaki aç gözlü bir müşteri gibidir aşkta. “Elma yanaklı... Kiraz dudaklı... Dilinden bal akıyor... Erik dikeni memeli... Karpuz, kavun, şeftali, kayısı...” Maske görünen yerleri de örttü; erkek bakışından aşka sadece “zeytin gözler” kaldı galiba...

Çocukken bana “maskesiz” olmayı öğütlediler... Ebeveynler çocuklarının kişiliklerini oluştururken yaratmaya çalıştıkları “mahrem” alanlara müdahalede bulunurlar. “Kuşlar söyledi” efsanesi çocuklukta böyle oluşur. Çocuklar böylece ebeveynlerinin tanrısal ve mucizevi güçleri olduğuna inandırılır. Mahremiyet sınırları zorlanır, maskenin arkasına bir göz atılır. Hammurabi kanunlarını okuduğumda bir şey öğrendim: Tarih boyunca iktidar/otorite/aile/tanrı mahrem alanda ne olduğunu merak ediyor ve bu alana müdahale etmek istiyor. Bu nedenle çocuklar, bir odada kendi halinde oynarken arada bir anne-babalar odaya gelir, çocukların ne yaptığına bakarlar. Bu denetlemeyle çocuklarının “yaramazlık” yapabilecekleri korkusunu azaltmak isterler. Yaramazlık genelde cinsellikle ilişkilidir. Maske bir örtüdür. Maske ve kapı “sınırdır”. Bir şeylerin açığa çıkmasını, görünmesini engeller. Sınır varsa giz vardır ve mahremdir. Her ne kadar “hicab” üzerinden mahrem kutsalla ilişkilendirilse de, ebeveynler, devlet ve tanrı bizim o mahrem odalarda, maskelerimizin arkasında “istediğimiz gibi özgür” olamayacağımızı da söyler. Maskenin sağladığı mahremiyet ve özgürlük tanrının, devletin, ailenin izin verdiği yere kadardır. Örtümüzü nerede, ne şekilde, kime çıkaracağımızı da onlar belirlemek ister. Cinsel yönelimlerdeki çeşitliliğe düşmanlığın altında da bu tutum var. Yatak odasında kimin kim ile, ne zaman, ne şekilde ve nasıl olacağına din ve devlet müdahele ediyor. Kısacası, devlet, tanrı ve aile duvarı yıkmaya, maskeyi çıkarmaya, kapıyı istediği zaman gereksiz hale getirmeye, birey ise buna direnmeye çalışıyor.

Okulda, bir ideal olarak “içimizle dışımızın aynı olmasının” yüceltildiğine tanık oldum. İçimizle dışımızın aynı olmasının, içimizin de dışımız gibi görülebilir olmasının bir faciaya denk düşeceğini sonradan kavradım. İnsanın içiyle dışının aynı olmasının, içimizle dışımız arasındaki sınırın kaldırılmasının ciddi bir sorun olacağını, psikotik bir hal yaratacağını ve çok da özenilecek bir durum olmadığını sanıyorum. İşte burada maskelere gereksinim vardı. Bu maskeleri dinler ve devletler (otorite) kaldırmak, içimizi de bilmek ve görmek istiyor. Tek tanrılı dinlerin tanrısı “her şeyden haberdar”. İçimizi de biliyor. Devletin tanrılar gibi gücü olmadığından, oluşturduğu bazı kurumlar aracılığıyla içimizi de bilmek istiyor. İşkenceler, casuslar ve istihbarat yoluyla, bilinmesini istemediğimiz bilgilerin, maskemizin arkasındaki yüzümüzün peşinde. Yani maske üzerinden kişiler, gruplar ve güç arasında uzun zamandır bir mücadele var. Google’ın internet üzerinden bizim mahrem bilgilerimizi topladığı yazılıp çiziliyor. Antivirüs programları, rumuzlarımız, kullandığımız sahte isimler dijital maskelerimiz sanki. Kısacası, mahrem, maskemiz, kendimizle baş başa olduğumuzda neler yaptığımız, kafamızın içinden geçenler ve hatta fantezilerimiz sadece tanrının ve devletin değil, bilgilerimiz üzerinden bizi tüketim toplumuna adapte etmeye çalışan firmaların da ilgi alanında. Gizli bilgilerimizin, telefon konuşmalarımızın bile toplanıp arşivlendiği bir endüstri ve onun kurumları var.

Maskeli olmanın, çok-kişilikli olmak ve ikiyüzlü olmak gibi anlamları da var. Bazen maskeli olmak namertlik, sahtelik de demek olabiliyor. Murathan Mungan’ın dizelerinde karşılık bulan “Maskeli balo ve sahte yüzler” buna örnektir. Maskeyle yüzümüzü ve kimliğimizi de gizlemeye çalışırız. Filmlerden bildiğimiz, banka soyguncuları maskeyle yüzlerini örter. Maskeyi bu kontekste haydutlar takar... Yüzümüz bazen bir mücadele alanıdır. Yürüyüşlerde bazı insanlar yüzlerini, dolayısıyla kimliklerini devletten gizlemek ister. Maske illegaliteye de işaret eder. Maske sadece bizi Korona’dan korumaz; çok politiktir de... Yıllar önce başörtüsü üzerinden yürütülen tartışmalarda, başörtüsünün yüzü ve kimliği gizlediği (maske gibi kullanıldığı) gerekçe olarak öne sürülürdü. Psikanalist Otto Kernberg bir insanın çeşitli ortamlarda çeşitli hallerinin olduğunu anlatır. Benim işteki, yolculuktaki ve alışverişteki halimle evde pijamayla oturma halim ve davranışlarım aynı değildir. Yani, kamusal alandaki halimle mahrem halim birbirine benzemez. Benim farklı ortamlar için kullandığım “maskeler” vardır yani. Bu benim çok-kişilikli ve hasta biri olduğum kanısı da uyandırabilir. Kernberg hastalıkla psikolojik sağlık arasındaki ince çizgiyi bir metaforla açıklamayı dener: Çeşitli ortamlarda değişik görünüp davranmamıza rağmen içimizdeki kalın bir ip bu kişilikleri birbirlerine benzer ve eklemli hale getirir. İşte, Vamık Volkan’ın kavramsallaştırmasıyla, “çekirdek kimlik” olarak tasavvur edebileceğimiz bu çizgi/ip çeşitli ortamlarda aynı kalır. Bu değişmeyen, sabit kalan çekirdek kişilik maskelerimize rağmen bize aynı insan olduğumuz duygusunu verir. Maskelerimizin arkasını merak edenler aslında bu çekirdek kişiliğimizin de peşindeler. Bir yandan bu çekirdek kimliğimizin öz, arı ve temiz olduğu sanılır ama asıl ilgi oradaki kötü, cinsel ve sapıklık eğilimlerinedir. Politik ve psikolojik çatışma, insanın içinin işgaline yönelik eğilimler ile insanın kendi içini koruma çabası arasında ortaya çıkar.

Ameliyat maskeleri dağıtılabilse birçok insan birbirine çok benzeyecekti. Bir yetersizlik, maskelerimizi devletin dağıtamaması, kendi imkânlarımızla temin etmek zorunda bırakılmamız, görünümümüzün farklılaşmasını da sağladı. Küçücük maskelerin çeşitlendirilmesi çabası bireyselleşme, özgün olma çabasına döndü biraz da... Her şeye rağmen asilik insanın içinde bir yerlerde var: “Tek tip insan” yaratmak isteyenlere inat, ağızları bağlansa bile...