Charlie Hebdo katliamından sonra, 14 Ocak tarihinde Cumhuriyet gazetesinin derginin saldırı sonrası çıkan sayısından bazı bölümleri yayımlaması neticesinde linç provaları tatbik edildi. Prova belli başlı gazete köşelerinde başladı, sosyal medyada serpildi, gazete binasının önünde boy verdi. Prova diyorsak, hafifletici manada değil hakikaten fiziki bir boyuta varıp, fiili bir linçe tanık olmadığımızdan; biraz da linç ve onu önceleyen kamuoyu oluşturma pratikleri arasındaki ayrımı gösterebilmek maksadıyla. Yoksa olan biten, olanca ürkütücülüğü ve tekinsizliğiyle karşımızda duruyor. Dolayısıyla bu hadiseyi, linç kavramı ekseninde tartışmayı öneriyorum.
I
Linç, ani bir patlamanın sonucu değildir. Yani en azından, her zaman bu biçimde cereyan etmez. Vahameti de biraz buradan gelir: Öncesinde kamuoyu hazırlanır, gündem kızıştırılır, “ilgililer” tahrik edilir. Provası yapılır. 6-7 Eylül’ü düşünelim. Bu faşist pogromun öncesinde medyanın ve hükümetin rolünü düşünelim. Hrant Dink katliamdan evvel topluma “protesto” olarak sunulan, mahkeme önünde toplaşan linççi koroyu hatırlayalım. Siyasi hayatımız, ne yazık, bu örnekler için bereketli. Kısacası, Cumhuriyet gazetesi önündeki “protesto”ları, yalnızca protesto olarak görüp ferahlayamıyoruz. Hele ki “Cumhuriyet hesap verecek”, “Burası Türkiye, Fransa değil!” şeklinde sloganlaştırılmış tehditlerin, paltonun altından sıyrılarak hince gösterilen silahtan pek farkı olmadığı aşikârken. İktidarın bu türden hezeyanları, asayiş tedbiri olarak alttan alta onayladığını bilirken.
II
Linç, bir yandan da belki paradoksal veya ironik bir şekilde, toplum olarak sık kullandığımız bir kavram. Yani olan biten hemen her şey karşısında cömertçe, adını koyarak “linç” diyebiliyoruz. Ancak bu cömertlik politik bir olgunluğun sonucunda değil, tersine kavramın işaret ettiği olguları normalleştirmenin sonucunda oluşmuş görünüyor. Bir anlamda kof bir duyarlılıktan besleniyor. Örneğin magazin dünyasında birbirleriyle atışan insanlardan biri, sözkonusu atışmanın dozunu kaçırınca, öbür taraf “beni linç ettiler!” diye yakınabiliyor. Aynı şekilde her siyasi eleştirinin, “linçe uğruyorum” denilerek veya artık moda tabirle “karakter suikastı” olarak etiketlenip savuşturulmasına şahitlik edebiliyoruz. Bütün bunlar şunu gösteriyor: Linç kavramına dair kolektif hafızamızda biriken algı, kavramın barındırdığı barbarlığı içerecek anlamı budayarak onu normalleştirmeye koşuyor. Bu normalleşme de “eleştiri-linç”, “atışma-linç” eşitlemesiyle birlikte, kavramın işaret ettiği somut barbarlığı ve korkunçluğu silikleştiriyor, ona dair elzem olan eleştirel duyarlılığı bir başka bahara erteliyor. Charlie Hebdo saldırısından sonra, Penguen çizerini twitterdan “milletin inançlarına hakaret edilerek mizah yapılmaz, gör bunları!” diye hedef gösteren bir yazar, gazetesinden gönderilmiş. Muhtemeldir, sorulsa, o da linçe uğradığını söyleyecektir. Kısacası linç sözcüğünün cömertçe sarf edilmesi, belirli bir duyarlılığa gönderme yapmıyor, aksine toplumsal hafızamızda bir “boş gösteren” olarak öylece duruyor.
III
Linç, şiddeti gönül rahatlığıyla alenileştirir, onu toplumsal hayatın başat enstrümanı kılar. En fenası doğallaştırır. Normalleştirir. Bu elbette yetkililerden, “yukarılardan” beyanlarla da beslenir, el ele gider. Örneğin Davutoğlu, Cumhuriyet gazetesine yönelik “protesto”larla ilgili kendisine sorulan soruya “Neredeyse gelin bize saldırın diye bir karikatür basacaksınız, sonra da basın özgürlüğü diyeceksiniz. Basın özgürlüğünü hakaret etme alçaklığıyla yan yana koyamayız” derken, beslenmenin gıdasını tedarik eder. “Sabrımız taştı!” diyenleri gazlar. Linçe meyilli güruh, iktidarın bu tarz söylemlerini kendi söylemine tercüme eder, aktarır. Akit, bu sayede, kendi kendini hedef gösteren Cumhuriyet gazetesi karikatürünü çizebilir. Cumhurbaşkanı’nın o kendine has üslubuyla “sen hangi ülkedesin ya” çıkışına, gazete önündeki protestolarda “Burası Türkiye, Fransa değil!” tehdidi eşlik eder. Olası bir linçin olağanlaştırılması, “Burası Türkiye!” söylemiyle kurulur, normalleştirilir. Milli, manevi, dini hassasiyetlere dayanılarak verilecek her türden tepki ve beraberindeki şiddet, bu söylemle sıradanlaştırılır, adeta mahkemelerin cezai uygulamaları kadar meşru addedilir –“ama hak ettiler” raconuyla. Böylece, sabrı taşanlar eylemlerinden ötürü herhangi bir yaptırıma uğramayacaklarının garantisine de yaslanarak, kolaylıkla bir linç güruhuna terfi edebilir. Vahimdir, ödüllendirildikleri de olur, takdir edildikleri de[1]. Güruh demişken, değinmeden geçmeyelim. “Linç eylemi, ona kalkışanları, ona kapılanları güruha dönüştürür. Linçi yapan güruh olduğu kadar, güruhu yaratan da linçtir”[2]. Güruha dönüşmek, anonimleşebilme fırsatını da tanır. Anonimlik bir nevi güvencedir, bu güvence de vahşet senaryolarını gösterime sokar. Barbarlığın önkoşulları sağlanmış olur. Linçin, provadan fiziki safhasına geçişi mümkün kılan zemin oldukça kaygandır ki ürkütücü yanı buradan kaynaklanır.
IV
Cumhuriyet gazetesine yönelik tartışmalar, daha ziyade düşünce ve ifade özgürlüğü bağlamında ele alındı. Gazete, Charlie Hebdo’nun uğradığı saldırı sonrası çıkarttığı sayının belirli bölümlerini, “hassasiyetleri gözeterek” yayımlayabildi. Peygamberin resmedildiği kapağı basmadı. Yalnızca gazetenin iki yazarı (Ceyda Karan ve Hikmet Çetinkaya) köşelerinde bu kapağa yer verdiler. Kızılca kıyamet koptu. Bu da bize, basının ve medyanın kırmızı çizgiler ile imtihanını izleyebilme ve ifade/düşünce özgürlüğü üzerine düşünebilme imkânı veriyor.
İfade ve düşünce hürriyetini iki ayrı kategori olarak ele alan toplumlarda, düşüncenin “hobi” olarak görüldüğünü tahmin edebiliriz. Düşünmek, sosyal aktivite gibi algılanır: “Sana düşünme demiyorum, hobi olarak yine düşün” gibi… Çizilen kırmızı çizgileri ihlal etmedikçe, herkes istediğini söylemekte ve düşünmekte özgürdür. Söylemenin şarta bağlandığı ve kırmızı çizgilerin kalınlaştığı durumlarda, ifade özgürlüğü kavramı etrafında varmış gibi görünen büyük uzlaşının zemininin aslında oldukça çürük olduğuna tanık oluruz. Hassasiyetlere vurgunun öne çıkarıldığı, her topluluğun kendi hassasiyetlerini dayattığı hallerde, sözün muhtevası iyiden iyiye güdükleşir. Yani bu tartışma hiç de yersiz değildir. Üzerinde hemfikir olduğumuz gibi görülen kavramların içeriklerine dair tartışma, kavramın ima ettiği somut vakaları sorunsallaştırmayı sağlayabilir. Dolayısıyla, Cumhuriyet gazetesi vesilesiyle ifade/düşünce özgürlüğünü “esastan” tartışmayı da hafife almamak gerekiyor.
Charlie Hebdo saldırısından sonra, sansürün ve engellemenin Türkiye ile sınırlı olduğunu düşünmek de aldatıcı olur[3]. Dergiyle dayanışma göstermek isteyen örgüt, gazete ve kurumlar türlü tehdit ve sansürle karşı karşıya kaldılar. Türkiye’de ise, bir gazete ve onun iki yazarı, yalnızca derginin kapağını yayımladı diye türlü iktidar odaklarınca ve toplumun göz ardı edilemeyecek bir bölümünce hedefe konuyorsa, orada “düşünce” ve “ifade” eylemleri boş zaman aktivitesinin ötesinde bir şey ifade etmez. Hal böyleyken bir şeyleri söyleyebilme ve yayınlama, cesaret ve cesurluk niteliklerine bağımlı hale gelir. Toplumlar da kahramanlara ve cesur yürekli birtakım mecralara mecbur bırakılır. Geçerli parametre gözüpeklik olur; olacaksa gözüpekler sayesinde olur bir şeyler. E bu da bir nevi, Tanıl Bora’nın ifadesiyle, “medeniyet kaybı” değil midir? “The world needs a hero” diye sayıklamak da bir tür ilkellik durumu değil midir? İfade/düşünce hürriyeti, düşünülenin söylenebildiği ve bunun bir cesaret işi olmaktan çıktığı durumlarda anlamlıdır. Demokrasilerin geldiği aşama da az çok bununla ölçülür.
V
Cumhuriyet’i “protesto”, protesto olarak kaldıysa -ki ondan da gönül rahatlığıyla emin olamıyoruz- bunun genişçe bir toplumsal tepkinin caydırıcılığından ziyade “protesto”cu grubun marjinal ve sayıca az olmasından kaynaklı olduğu söylenebilir. Fakat gazetenin önüne gelen grubun sayısına takılmamalı çünkü olası bir saldırıya aktif olarak destek olmayacaksa da, “oh iyi oldu” diyecek epey bir destekçi olduğu açık. Bu tip linç girişimleri karşısında güvenlik tedbirlerinin şaşmazlığına da güven duymak için fazlasıyla iyimser olmak gerek. Neticede Sivas katliamına şahit olmuş bir toplumuz. Bütün bunlardan ötürü, linçe meyyal, her an hazır ve nazır güruha direnç gösterebilecek bir toplumsal etik inşa edebilmek için, linç kavramı üzerine daha ciddi düşünmeye, onun korkunçluğunu idrak etmeye ve Cumhuriyet’e yöneltilen tehdidi marjinalleştirerek geçiştirmeden ele almaya ihtiyaç var. Hele ki sicilimiz bu kadar kabarıkken...
[1] Hrant Dink’i vuran Ogün Samast yakalandıktan sonra polisler onunla, Türk bayrağı eşliğinde hatıra fotoğrafı çektirmişlerdi. Bu ibretlik onaylanma sahnesinin, müstakbel tetikçilere rol model olmayacağını söyleyebilir miyiz? Bu örtülü teşvikin -ki pek örtülü de değildi bu durumda- barizliği, her an güruhlaşmaya meyyal bireyleri çağırır.
[2] Tanıl Bora, Türkiye’nin Linç Rejimi, 3. Baskı, Birikim Yayınları, 2014, s. 11.
[3] “Charlie Hebdo Saldırısından Sonra Türkiye ve Dünyada İfade Özgürlüğü”, Bianet, http://www.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/161587-charlie-hebdo-saldirisindan-sonra-turkiye-ve-dunyada-ifade-ozgurlugu, 16 Ocak 2015.