(I) Senaryolar
Devlet Bahçeli’nin Abdullah Öcalan’ı, meclis konuşmasına çağırmasının ardından[1] epey zaman geçti. Bu süreçte konu etraflıca tartışıldı, analiz edildi, anlaşılmaya çalışıldı.
Devlet Bahçeli’nin söyledikleri ilk olarak, İsrail-İran üzerinden Nato-Avrasya hattında gelişecek olan büyük bir savaş ve çatışmalar süreci senaryosuna oturtuldu. Bu senaryoya göre, olası İsrail-İran (Lübnan) savaşı bölgedeki Kürt fayını tetikleyecek; Kürtlerin Irak’ta elde ettikleri otonomi, Suriye’de elde ettikleri statü, Türkiye’de Kürt siyasetinin yenilgiye yakın pat durumu, İran’ın Kürt bölgelerindeki müstakbel/muhtemel patlamalar/parçalanmalar ile birleşerek bir sinerji yaratacak ve 2. Dünya savaşından sonra Kürtler ilk defa dört parçada yekpare bir devlet (muhtemelen federatif) kurma şansı yakalayacaklardı[2]. Bu teoriye göre, Devlet Bahçeli, Öcalan’ı meclise çağırarak, bilge lider ve bir Avrasyacı aktör olarak, yalnızca Türkiye’nin beka sorununa karşı ön almış olmakla kalmıyor, aynı zamanda, İran’ın ve genel olarak Ortadoğu’nun beka sorununu da çözme yönünde önemli bir hamle yapmış oluyordu.
Üstelik bu senaryonun, beka sorunları ve Ortadoğu’ya barışı getirmenin ötesinde, Türkiye’ye özel bir de hediyesi vardı: Öcalan’ı bir aktör olarak oyuna katarak, TC, Türkiye ve Ortadoğu’da mevcut bulunan Kürt Hareketi'ndeki Öcalan nüfuzu ve ağırlığı üzerinden, diğer parçalarda da Türkiye’nin en azından hamiliğini, nüfuzunu kabul ettirecek ve eğer tarihin cilvesi imkân verirse, buraları topraklarına katacak ya da kolonize edecekti. Ki sağ-muhafazakar kamuoyunun devlet aklı/terbiyesi dediği şey aslında, bu anlamıyla hendek savaşlarının duvar manşetlerinde de görüldüğü üzere ‘kurdun dişine kan değdi’ arzusundaki talancılığın yeniden depreştirilmesinden başka bir şey değil.
Bu senaryoyu güçlendiren tarihsel bir referans da var aslında. Şimdilerde pek hatırlanmasa da, Abdullah Öcalan yakalandıktan sonra yargılanması esnasında vermiş olduğu ifadeler ve yapmış olduğu savunmalar (Ki Bahçeli ilk konuşmasında buraya bir referans verdi aslında), sonrasında Barış Savunması olarak basılmıştı. Bu savunma metninin iki önemli tarihsel referansı vardı, ilki Yavuz Sultan Selim döneminde, Mezepotamya’nın kapılarını Osmanlı’ya açan ve Osmanlı’nın doğuda bir imparatorluk haline gelmesine önemli katkıları olan Mela İdris Bitlisi’nin tarihsel şahsiyeti ve bu tarihsel referansın kurumsal hali olarak “1921 Anayasası”. Abdullah Öcalan, o savunmalarda, Türkiye federatif bir adem-i merkeziyete kendisi de İdris-i Bitlisi’ye dönüştürebilirse, “gerillayı Türkiye’nin Ortadoğu’da silahlı gücüne çevirebileceği” yönünde açık çek vermişti. Dolayısıyla, hem Tayyip Erdoğan mecliste yaptığı konuşmada Kandil ve Edirne’yi şeytanlaştırmasına rağmen İmralı’yı konunun dışında tutmasını, hem de Devlet Bahçeli’nin müteakip konuşmalarda “ne Edirne ne Kandil, muhatap İmralı”dır vurgusunu düşündüğümüzde, senaryoda, Abdullah Öcalan’a İdris-i Bitlisi olarak değil ama (hazır dizisi de çekilmişken, Mavi Vatan ve deniz kurtları da dişinde kanla ferma durmuşken) Ortadoğu’yu bir Türk gölü haline getirmek için, Barbaros Hayrettin olarak yer bulma imkanı var ve 40 yapar…
Bir diğer iddia da, aslında Devlet Bahçeli’nin basitçe adına ittifak denilen bu koalisyonu yıkmak için hamle yaptığıydı. M. Türköne’nin formüle ettiği,[3] HalkTv-SözcüTv hattından, M.Bayraktaroğlu gibi youtube yorumcularına kadar pek çok kişinin tafsilatlandırdığı bu iddiaya göre, devlet aklı düğmeye basmıştı ve Devlet Bahçeli’nin 2022 yılında DSP-MHP-ANAP iktidarını yıkarak başlattığı sürecin sonuna gelinmişti, ayrıca global olarak siyasal islam konsepti bitmiş ve dünya sistemi Tayyip Erdoğan’a açtığı krediyi kapatmıştı. Küresel sistemle uyumlu devlet aklı üzerinden süreci gören bu senaryoya göre, Esenyurt, Mardin ve Halfeti’ye kayyum atanması, Devlet Bahçeli’nin Tayyip Erdoğan’dan habersiz yapmış olduğu Öcalan açıklamasına karşılık, Tayyip Erdoğan cephesinin bu emrivaki karşısında aldığı bir tutum olsa da bunlar, beyhude çırpınışlardı.
İlk iki iddiadaki devlet aklı meselesini bir tür teoloji, hatta bir tür post-truth ezoteri olarak gören, büyüten üçüncü iddia da, devlet aklının devreye girdiği ve düğmeye bastığı iddiası. Bu devlet aklı meselesinin post-truth bir ideoloji olarak işlevleri üzerine Tanıl Bora[4] oldukça güzel bir yazı yazdı, buraya ayrıca girmeye gerek yok, fakat şunun altı çizilmeli, devlet aklı denilen şeyi kimin temsil ettiği ya da kimde mücessem olduğu da ayrıca çokça tartışıldı. Rasim Ozan Kütahyalı, devlet aklı olarak Devlet Bahçeli, Tayyip Erdoğan ve Akın Gürlek’ten bir trimvuir kurdu, Mümtazer Türköne tümüyle Devlet Bahçeli’yi işaret etti, kimileri de kurt siyasetçi olarak Tayyip Erdoğan’ın Devlet Bahçeli ve MHP’yi azap askerleri gibi ön cepheye ateşe attığını ve devlet aklının bu olmakla birlikte, kendilerine tevdi edilen bu göreve karşı Bahçeli-MHP’nin göstermiş olduğu teveccüh ve tevekkülün de devlet terbiyesinin mücessem hali olduğu iddia edildi.
Tüm bunlar olurken, başka gelişmeler de yaşandı: öncelikle Tusaş saldırısını takiben, 3. Kayyumlar dönemi başladı. Ankara Büyükşehir Belediyesi bir konserden dolayı incelenmeye alındı ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun istinaftaki dosyası hakkında çeşitli tezviratlar ve şayialar, trol hesaplardan havuz medyasına kadar dalga dalga dillendirildi.
Bu arada, Diyabakır’da Narin cinayeti, İzmir’de 5 kardeşin yanarak hayatını kaybetmesi, Yenidoğan ünitelerinde (bilindiği kadarıyla 12) bebeklerin ölümü, 2 yaşındaki bebek S.Y’nin cinsel istismar sonucu hayatını kaybetmesi, Gülistan Doku’nun günlerdir bulunamaması, Van’da öğrencilik yapan Rojin Kabaiş’in sahile vurmuş cesedinin bulunması, Antalya’da borsada ‘büyük para’ kaybeden İranlı 3 kardeşin bir apartman dairesinde intihar etmesi, Dilan-Sıla-Engin Polat ailesinin ara ara sahneye gelmeleri ve Mehmet Ali Erbil ve Serdar Ortaç’ın vitrin yüzü olarak kullanıldığı “ünlülere kumar operasyonu” İcardi-Wanda-LGante hattındaki karmaşık ilişkiler yumağı, ABD seçimleri ve Mike Tyson Vs. Jake Paul maçı, kamuoyunu meşgul eden (ya da belki kamouyonun meşgul edildiği denmeli) haber merkezlerinin hem maddi hem de manevi değer ürettikleri olaylara dönüştürüldü.
Tüm karmaşanın içerisinde, 14 Kasım 2024 Perşembe günü, Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli görüşmesi gerçekleşti, görüşmeden önce MHP genel merkezinin sosyal medya hesaplarından 12,13,14,15 Kasım günlerinde “Vakit tamamdır, söz konusu vatandır…” konulu dört içerik paylaşıldı, bu paylaşımlar elbette sürecin şifreleri olarak alımlandı ve böylelikle karmaşanın merak dozunu arttıran ve bu merakı ezoterizme doğru bükecek hammadde de temin edilmiş oldu.
(II) Doktor Devlet Bahçeli
Ben kendi adıma bu senaryoların, teorilerin hepsini büyük ve biraz arzu dolu (wishfull) okumalar olarak görüyorum. Maalesef, Türkiye siyasetinin söylemi uzunca bir süredir, Kurtlar Vadisi, Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz, Diriliş, Kuruluş… tarzı dizilerin replikleri, pozları ve gerçeklik düzeyiyle sürdürülüyor. Öncelikle, şunu belirtmek isterim ki, Türkiye’de herhangi bir siyasi yapı ya da öznenin, özellikle uluslararası siyaset sahasında, bu düzeyde ortaya koyabileceği ne iradesi ne aklı var. Özellikle 15 Temmuz 2016 tarihinden sonra yaşananlara dikkatli bakarsak, bilhassa diplomasi sahasının Türkiye’nin iktidar bloğu için büyük bir yenilgiler silsilesi olduğu açık. Ne var ki, bu yenilgiler, çoktandır berber dükkanına dönmüş siyasi yorum programlarında, mütekait generaller, strateji uzmanları ve ataçlanmış akademisyenler tarafından, Sokullu’nun kazınmış ama muhayyel bir zamanda gür çıkacak, sakalı olarak görülüyor…
Devlet aklı, devlet terbiyesi, ak saçlılar, ak sakallılar, berber dükkanında Kurtlar Vadisi pozları, ince bir hesapla onlar da 40 yapar.
Aslında, Bahçeli’nin Öcalan’a çağrısı ile Narin’in hunharca katledilmesi arasında özel bir bağlantı yok, fakat tüm bu olayların arasında, olayların ele alınma biçimleri bakımından, neyle karşı karşıya olduğumuzun anlaşılması bağlamında bir benzerlik ve önem var ve belki de Bahçeli’nin çağrısının hikmeti ya da murad edilen muhayyel hikmet buradan görülürse anlaşılabilecek.
Türkiye’de artık hem siyaset hem de (sosyal) medya (ki aslında ikisi danışmanlık müessesi üzerinden aynı şeye dönüştü) yalnızca skandallar üzerinden ilerleyebiliyor. Dolayısıyla ben kendi adıma, Türkiye’de süreçler dışında herhangi bir iradi gücün kaldığını düşünmüyorum, ya da tersinden söylersek, Türkiye’de süreçlere müdahil olabilecek iradi bir gücün kalmadığını düşünüyorum.
Bunun en önemli sebebi elbette siyasetin parlamento şahsında tasfiye edilmiş olması, başkanlık sisteminin tek adamının ve tek adamın dev kadrosunun saraydan iletişim başkanlığına kadar birbirlerinin bir tür Meksika açmazıyla rehini durumunda olması. Ayrıca, geleneksel siyaset ve siyasilerin, yalnızca başkanlık sisteminin Meksika açmazından değil, başkanlık sisteminin yamaçlarından kopan heyelan ve hezeyan cürufunun altında kalmış olmaları da ayrıca bir vakıa. Dolayısıyla, milletvekili-siyasetçi-bakan dinamiğinin yerine, danışmanlar-teknokratlar-saray elitinin geçmiş olmasıyla, siyasetin yerine de skandallar geçmiş durumda, dolayısıyla burada herhangi bir sorunun çözümünden bahsedemiyoruz. Artık süreçlerin skandala döndüğü ya da skandalların süreç haline geldiği ama asla çözüm üretmeyen, asla sonuçlanmayan (yalnızca iktidar bloğunun çıkarına olduğunda sonuçlanan), hatta hangi aşamada olduğunu/olduğumuzu bilemediğimiz distopik bir epistemolojik düzlemdeyiz. Bir yenisi ve daha büyüğü çıkana kadar skandalın sahnede kaldığı ve ancak daha büyük bir skandal tarafından sahneden indirilen skandal süreçleri. Dolayısıyla, süreçlerin skandala dönüştürülmesi ya da skandalların süreçleştirilmesi üzerinden ilerleyen bir siyasi dinamik.
Bahçeli’nin açıklamaları ve bir süredir deruhte ettiğimiz skandallar silsilesi aslında, rasyonel bir neden-sonuç ilişkisi olmaktan ziyade, Başkanlık sisteminin çözümsüzlüklerinden ve Meksika açmazlarından beslenen skandala meftun yapısıyla ilgili.
Elbette başkanlık sistemi siyaseti ve siyasileri tasfiye edip onları danışman, uzman denilen ve aslında bir kısmı sosyal medya uzmanı (aslında spekülatörü demeli) kişilerle ikame edince; bu yeni danışmanlar güruhu, siyaset sanatını da haber bültenleri ve sosyal medyanın beğeni algoritması ile ikame ettiler. Dolayısıyla, artık memleket başı sonu belli olmayan bir haber bülteni, youtube(r) stüdyosu ve Kurtlar Vadisi setine dönüşmüş durumda, öyle bir hikmet, öyle bir kahramanlık, öyle bir mana derinliği…
İşte haberin kendisinin hem onu hazırlayanın hem de haberin kamuoyundan aldığı tepkiye göre milim milim takdim edildiği, haberi/bilgiyi inşa etmenin asla bitmeyen süreçlerden oluştuğu, haberin kimi zaman gerçekten ama çoğu zaman muhayyel istihbari bilgilere dayandırılarak verildiği (bkz. Devlet Aklı, ya da Aksaçlılar/Aksakallılar) herşeyin tersini (üstelik aynı kişilerce) aynı kararlılıkla iddia ve ispat etmenin mümkün olduğu iletişim düzlemine ecnebiler uzunca bir zamandır, spin doktorluğu diyorlar.
Spin[5] aslında Significant Process in the News (haberin belirgin seyri/süreci)den imal edilmiş bir kısaltma ama spin kendisi zaten bir (topaç gibi) dönüş biçimi, belirli bir süre sonra dönen nesne/öznenin ne tarafa döndüğünün belirsizleştiği bir dönüş biçimi olduğu için ayrıca da bir anlam ifade ediyor. Bir meslek olarak özellikle Amerika’da oldukça yaygın. Bu mesleğin üstadları, haberi/bilgiyi/söylemi bir iletişim meselesi olmaktan ziyade, kitleyi yönlendiren manüple eden ve kitlenin bilgiye/habere/söyleme verdiği tepkiye göre aktörlerin de pozisyon değiştirdiği, yeni pozisyonlar aldığı bir süreç haline getiriyorlar. Burada haberin, aktörün pozisyonunun ve kitlenin karşılıklı etkileşimi, değişkenliği işte hem aktörü, hem haberi/bilgiyi/söylemi hem de kamuoyunu/hedef kitleyi ucu açık, genellikle bitmeyen ama doyum noktasıyla sönümlenip unutulan süreçler ve öznelliklere dönüştürüyor.
Dolayısıyla, en azından sürecin yönetilmesi itibariyle, Devlet Bahçeli’nin aslında niyetinin ne olduğunu, hatta bir niyetinin olup olmadığını asla öğrenemeyeceğiz fakat, söylediklerini belirli bir sürecin içinde, sonuçlarıyla birlikte görmeye çalıştığımızda gördüğümüz şey, siyaset doktorlarının spin attığı ve nerde ne var görmüş oldukları.
(III) Biyo(ideo)loji
Michel Foucault, Jeremy Bentham’ın panoptik gözetleme kulesini, modernliği anlamanın alegorisi haline getirir ve kendi kendini denetleyen insan, disiplini içselleştirmiş insan olarak modern özneyi, kendi bedeninde iktidarı biyolojik olarak üreten biyo-politik bir ünite olarak tanımlar. 17-25’li Takvim fotosu, yüzüklü-dosyalı içerik, Ferdi Tayfurlu yürüyüş videosu ve son olarak MHP genel merkezinin Devlet Bahçeli namına atmış olduğu “Vakit Tamamdır, söz konusu vatandır” tweet serisini, Foucault’nun biyo-politikayı bıraktığı yerden geliştirmek mümkün görünüyor. Şöyle ki, Bahçeli’nin yapmış olduğu çağrının kendisi gibi, tüm bu görselleri, sosyal medya içeriklerini muhtemelen anlamlı/anlaşılır bir neden-sonuç ilişkisine oturtamayacağız ama sürecin yarattığı etki itibariyle, tüm bu içeriklerin, gene spin doktorluk maharetiyle, kişiye özel bir biyo-ideoloji makinasına dönüştüğünü söyleyebiliriz.
MHP Genel Merkezi, ne anlama geldiğini bilmediğimiz ama asla da öğrenemeyeceğimiz bu tweet serisiyle, zaten herbireri çoktan kriptograf, büyük resim görücüsü, vatan haini bilicisi, komplo imha uzmanı, birlik beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz günlerin sakini haline gelmiş kitleye bir runik küp vermiş oldu.
Herkes, uzunca bir süredir kendi içkisini ‘kaçak’ olarak üretecek kadar kimyager olduğuna göre, herkesin kendi ideolojisini 40 yapacak kadar biyolog olmasını beklemek (8 yılı MHP ve Ergenekon ahalisi ile geçmiş) 22 yıllık AKP iktidarının hakkı olsa gerektir.
Sonuç olarak, danışmanlar, sosyal medyacılık ve süreç siyasetinin geldiği nokta, Tik-Tok’ta twörk içeriğiyle skandal kovalayan emeklilerin durumundan hallice.
Yoksullukla mücadele etmek, istihdam yaratmak, kentleri projelendirmek, yol yapmak, hastane yapmak bir siyaset değil, zira siyasetin son 30 yılı bunları ticarete çevirmekle geçti. Teknokrat danışmanlar, sosyal medya spekülatörleri, seçilmiş ama yetkisiz milletvekilleri, seçilmemiş ama atanarak yetkili bakanlar ve bakanlık sahibi olmadığı halde heryere bakan, elindeki kozla sürekli rest çeken küçük/büyük ortaklar, Meksika açmazını, Kara Murat zamanından kalma kostümler ve (ç/t)akma saç-sakalla çadır tiyatrosuna döndüren kıl-yün-tüy milliyetçileri.
Nasıl ki, Narin’in hunharca katledilmesi bir hukuki olay olmaktan ziyade, işlenmeye 40 yıl önce başlanmış bir cinayetse, Bahçeli’nin açıklamaları da AKP’nin 2002’de iktidara gelişi ve 15 Temmuz sonrası ülkenin evrildiği OHAL koşulları ile birlikte düşünülünce kısmen anlamlı hale gelebilir ama bu anlamın şimdilik 40 yapan 40 satan doktorlar ve onların hem kendi içkisini hem de kendi ideolojisini evinde yapmak suretiyle hem fiziken hem de ruhen görme yetisini büyük oranda kaybetmiş ahali için bir anlamı var.
[1] https://www.bbc.com/turkce/articles/c62j43ln766o
[2] https://www.youtube.com/watch?v=IGgFJ9Dak4s
[3] https://www.youtube.com/watch?v=XAljN16LzD0
[4] Tanıl Bora, Devlet Aklı
[5] https://eprints.uklo.edu.mk/id/eprint/6535/1/Sharlamanov,%20K%20Jovanoski%20A.%202016%20-%20SOCIOLOGICAL-ANALYSIS-OF-SPIN-AND-SPIN-DOCTORS.pdf