“Hiçlik” kavramı, bugün modern bireyin sıkça karşılaştığı bir kelimeye dönüştü. Ancak bu kelimenin günümüzdeki dolaşıma girişi, onun felsefi derinliğinin bir yansıması değil; daha çok ticari bir söyleme indirgenmesinin sonucu gibi görünüyor. Meditasyon uygulamalarından kahve zincirlerinin duvarlarına, dövme kataloglarından inziva kampı ilanlarına kadar her yerde “hiçlik” karşımıza çıkıyor. Bu yaygınlık, kelimenin anlamının genişlediğini değil, aksine yüzeyselleştiğini gösteriyor. Artık “hiçlik”, bir derinlik arayışını değil, yüzeyde dolaşan bir dekoru, bir estetik etiketi ifade ediyor.
Ne var ki bu yüzeysel yaygınlık, kendi içinde çelişkili bir durumu da barındırıyor: Hiçliği yüceltir gibi görünürken, aslında sürekli kendimizi “doldurma” telaşı içindeyiz. Buradaki doluluk, fiziksel bir nesneden çok, zihinsel ve simgesel bir doyurmayı ifade ediyor. Zihnimizi içerikle, benliğimizi kimliklerle, sessizliğimizi ise konuşmalarla —çoğu zaman da boş konuşmalarla— bastırmaya çalışıyoruz. Böylece “hiçlik” yalnızca gündelik dilde değil, varoluşsal deneyimimizde de bir boş gösterene dönüşüyor. Çağımız, Simone Weil’in deyimiyle artık “dikkatin metafiziğini” değil, “dikkat dağınıklığının ekonomisini” üretiyor.
Bu noktada, üzerinde bu kadar çok konuşulan “hiçlik” kavramının altında yatan temel ihtiyacı sorgulamak gerekir: Bu yalnızca psikolojik bir “boş kalamama” sorunu mudur? Yoksa daha derin, varoluşsal bir açmaz mı? Sorunun kökeni, özne teorisinin en temel meselelerine uzanır. Çünkü modern birey, kendini bir bütünlük, süreklilik ve istikrar içinde tanımlamak zorunda hisseder. Judith Butler’ın da vurguladığı gibi, bu bütünlük hissi, toplumsal normların biçimlendirdiği bir performansın ürünüdür. Özne, kendi varlığını sahnelemekle yükümlü olduğu bu dünyada, hiçliği bir tehdit gibi algılar. Hiçlik, performansın duraksadığı, belki de tamamen çözüldüğü bir ânı temsil eder —ve tam da bu yüzden reddedilir.
Ancak burada “boşluk” kavramını, eksiklikle özdeşleştirmek ciddi bir yanlış olur. Eksiklik, bir nesne ya da anlamla telafi edilebilir; oysa boşluk, kendi başına sistematik bir varlıktır. Matematikteki “boş küme” kavramı bu ayrımı açıkça ortaya koyar: İçinde hiçbir öğe barındırmaz, ama her kümeye dahildir ve her kümeye ortak tekil bir temel oluşturur. Alain Badiou’nun küme teorisine dayalı ontolojisi de buradan hareketle varoluşun başlangıcını boş kümeye dayandırır: Varlık, görünüşlerin toplamı değil, boşluğun saf olanağıdır. Bu düşünce, hiçliğin yalnızca bir yokluk değil, tüm varlık ilişkilerinin önkoşulu olduğunu açığa çıkarır.
Benzer biçimde, insanın “kendilik” dediği şey de görünmezdir ama kurucudur. Ludwig Wittgenstein’ın Tractatus'taki ünlü ifadesiyle, "Üzerine konuşulamayan konusunda susmalı." Bu suskunluk, dilin sınırları içinde kalmayı değil, tam tersine anlamın doğduğu sessiz alanı tanımayı önerir. Geç dönem Wittgenstein da dil oyunlarının sınırlarında ortaya çıkan bu suskunlukları, yeni anlam biçimlerinin mümkünlük koşulu olarak kavrar. Kendilik, tam da kelimelerin tükendiği, dilin işlemeye devam edemediği o eşikte belirir. Bu yüzden kendilik, ne bir biyografik hikâyeye ne bir psikolojik eğilime, ne de biyopolitik bir kimliğe indirgenebilir; o, anlamın ve görünüşün dışından gelen sessiz bir dokunuştur.
Yunus Emre’nin “Bir ben var bende, benden içeri” sözü de çoğunlukla mistik bir içe dönüş çağrısı olarak okunur. Oysa burada, daha derin bir ayrım söz konusudur: Benlik ile kendilik arasındaki fark. Benlik, toplum tarafından tanınan, normlarla şekillenen bir yüzeydir; oysa kendilik, bu yüzeyin altından gelen, sessizlikten doğan bir yankıdır. Jacques Derrida’nın “différance” kavramı da burada önemli bir kavramsal ipucu sunar: Hiçlik, yalnızca anlamın ertelendiği bir alan değil, aynı zamanda görünüşün askıya alındığı, başka bir varoluş kipinin filizlendiği eşiği işaret eder.
Günümüzün dijital düzeni ise hiçliğe değil, doluluğa dayanır. Boşluk, sistem açısından verimsizdir; durmak, beklemek, tefekkür etmek algoritmaların ve veri akışlarının sürekliliğini tehdit eder. Byung-Chul Han’ın Şeffaflık Toplumu'nda işaret ettiği gibi, günümüz bireyi artık bir “performans makinesi”ne indirgenmiştir. Her şey görünür olmalı, anlatılmalı, sınıflandırılmalı ve tüketilmelidir. Oysa hiçlik, bu zorunlu görünürlük ekonomisine karşı bir direniş biçimi sunar. Bilinçli bir kayboluş değil, anlamın kendini geri çektiği bir varoluş halidir.
Bu bağlamda hiçlik, yalnızca bireysel düzeyde değil, toplumsal tahayyül açısından da yaşamsal bir işlev görür. Modern birey, toplumsal baskılarla kendini sürekli tanımlamaya zorlanırken, boşlukla olan ilişkisini kaybeder. Oysa yeni bir toplumsal tahayyülün doğabilmesi için boşluğa, duraksamaya ve işlevsizleşmeye ihtiyaç vardır. Giorgio Agamben’in “inoperativity” kavramı burada belirleyici olur: Hiçlik, failliğin askıya alındığı; öznenin üretmeye, performe etmeye zorlanmadığı bir potansiyel alanı açar. Bu alan, yeni bir etik ve politik düşünce için bir başlangıç noktası oluşturabilir: öznenin kendisini yeniden düşünmesi.
Bu nedenle, “ölmeden önce ölmek” ifadesi yalnızca mistik bir öğüt değil; benliğin yapay inşasından sıyrılarak sahici bir varoluşa yönelmenin ifadesidir. Bu bir çözülüş değil; bilakis bir keşiftir. Düşünce, ancak kendi içinde açtığı o boşlukta —yani anlamın ve dilin geri çekildiği o anda— doğabilir.
Sonuç olarak, hiçlik ne bir eksikliktir ne de bir yoksunluk. Tersine, düşüncenin ve varoluşun kendini yeniden kurduğu asli bir zemindir. Bu zemin, ne sadece içimizde ne de tamamen dışımızdadır; her ikisinin sınırında, sessiz bir olanak olarak bulunur. Wittgenstein’ın dediği gibi, “Dilin sınırları dünyamızın sınırlarıdır.” Fakat aynı zamanda, dilin sustuğu yerde dünya farklı görünmeye başlar. Hiçlik tam da burada durur: Kelimelerin tükendiği ama anlamın yeni bir biçimde doğmaya hazırlandığı eşiğin üzerinde.
Ve belki de hakikat, hep oradaydı: Görünmeyen, söylenemeyen, sahiplenilmeyen bir hiçlikte.
Görsel: Hiroshi Tsubono, Unsplash