Türkiye’de siyasetçilerle ilgili en sık dile getirilen serzenişlerden birini şu cümle ile özetlemek mümkün: “Hep aynı yüzler”.
Bu ifade, yaşı ilerlemiş liderlerin uzun yıllar sahnede kalmasına dönük rahatsızlığın dışa vurumu olarak da görülebilir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de siyasette tanıdık pek çok isim, 65 yaşını geçmiş durumda; yani resmi olarak yaşlı statüsünde. Sıklıkla “genç siyasetçi” olarak anılan Ekrem İmamoğlu 54, Özgür Özel ise 51 yaşında.
Elbette bu tablo yalnızca Türkiye’ye özgü değil. Dünyanın birçok ülkesinde siyasal liderlerin yaş ortalaması, seçmen ortalamasının oldukça üzerinde seyrediyor. Eleştirilerin merkezinde ise karar alma süreçlerinin giderek yaşlılaşması var.
Türkiye’de de liderlerin “tecrübe” söylemini, genç kadroların önünü kesmek amacıyla kullandığına sıkça tanık oluruz. Bu yalnızca lider değişimini değil, siyaset yapma biçimini de tıkayan ve katılaştıran önemli bir sorun.
Ne var ki siyasette yaşlı hegemonyasına yönelik eleştirilerin önemli bir bölümünü, aslında yaştan ve yaşlılıktan bağımsız biçimde ele almak da mümkün. Yaşlıların siyasette hem hacim hem erk olarak ağırlıkta olması bir sonuç. Ancak siyasetin yaşlılığına dair rahatsızlıkların, yaşlılıkla doğrudan ilgili olmayan yönleri var:
“Hep aynı yüzlerin” uzun yıllar boyunca sahnede kalmayı sürdürmesi, başarısız olmuş ya da katkılarını zaten sunmuş olan siyasetçilerin sahneden çekilmemesi ve kalmak için yoğun çaba harcamaları, liderlerde gözlemlenen politik narsisizm eğilimleri, gençlere açılan alanın hem nicelik hem nitelik açısından yetersizliği, tarz, biçim ve ele alınan konular ve ele alınma perspektiflerinin genç olmaması, vb.
Tüm bu özelliklerin yaşlı siyasetçilerde toplanması, yaşlıların siyasetten çekilmesi gerektiği düşüncesine yol açıyor. Bu, anlaşılır ve meşru bir beklenti olsa da, yaş ayrımcılığı riski var. Bu yazıda siyasette yaşlılara yönelik rahatsızlığın hangi nedenlerden kaynaklandığını tartışacağım. Zor bir çaba olduğunu düşünüyorum. Zira ne yaşlıların siyasetten çekilmesini istemek gibi ayrımcı bir pozisyona düşmek isterim, ne de bu durumun yarattığı tıkanıklığı görmezden gelmek.
Kimler geldi, kimler geçti?
Şurası açık: Çoğu siyasetçi için kişisel çıkarlar, siyasete girmenin önemli bir nedeni. Ancak tek amaç bu değil; kişisel tatmin de güçlü bir motivasyon kaynağı. Öte yandan bırakılmak istenmeyen “koltuklar” yalnızca karar alma ya da politika üretme alanı değil; aynı zamanda geçmişin, aidiyetlerin ve meşruiyetin taşıyıcısı. Siyasetçilerde koltuğun anlamı, davaları için bir sorumluluk; kişisel bekâ için bir zorunluluk.
Siyaset bir görevden ziyade bir yaşam amacı haline gelince, bir kez önemli bir lidere dönüşen bir figür kolay kolay sahneden çekilmiyor. Liderliğin devri zayıflık göstergesi olarak görülüyor.
Efsane siyasetçi Demirel yedi kez başbakanlık, bir kez cumhurbaşkanlığı yaptı. 1960’lardan 2000’lere uzanan kariyeriyle yaklaşık 40 yıl boyunca aktif siyasetin içinde kaldı. Bu uzun siyasi hayatı boyunca sistem içindeki esnekliği ve koltukla kurduğu pragmatik ilişkiyle, “koltuk gitti mi gider” demeyen nadir liderlerden biri olarak öne çıktı.
Yine uzun yıllar siyaset sahnesinde önemli bir yeri olan Ecevit siyasi kariyeri boyunca üçü koalisyon hükûmeti olmak üzere beş hükümet kurdu. 1999’da başbakanlık koltuğuna oturduğunda 74 yaşındaydı; 2002’ye gelindiğinde 77 yaşında ciddi bir sağlık krizi yaşadı ve tedavi altına alındı. Bu dönemde kamuoyunun karşısına çıkmaması, sağlık durumuna dair spekülasyonları artırdı. Sağlık sorunlarının ardından, hükümetin işleyişindeki aksamalar ve ekonomik krize müdahaledeki yetersizlikler doğrudan yaşlılığına bağlandı. Böylece siyasal bir krizin tüm sorumluluğu, bireysel bir biyolojik duruma indirgenmiş oldu.
Necmettin Erbakan, Türkiye siyasetinde yalnızca uzun süre sahnede kalmasıyla değil, liderlik pozisyonunu ideolojik bekâ ve kimlik inşası aracı haline getirmesiyle de öne çıkan bir figürdü. 1970’te kurduğu Milli Nizam Partisi’nin genel başkanı olarak başladığı liderlik kariyeri, ardından gelen Milli Selamet Partisi (MSP), Refah Partisi (RP) ve Saadet Partisi (SP) aracılığıyla, vefat ettiği 2011 yılına kadar toplam 41 yıl boyunca kesintili ama kesintisiz bir devamlılık içinde devam etti.
Recep Tayyip Erdoğan, 71 yaşında. 1994’te İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak başladığı görev yolculuğunu, 2003’ten itibaren Başbakan, 2014’ten bu yana Cumhurbaşkanı olarak sürdürüyor. Dolayısıyla 31 yıllık bir siyasi liderlik geçmişine sahip olan Erdoğan 21 yılı aşkın süredir kesintisiz olarak ülkenin başında yer alıyor.
Devlet Bahçeli, 77 yaşında. 1997’den bu yana MHP Genel Başkanı ve partisini 27 yıldır aralıksız yönetiyor. Yılın ilk aylarında sağlık sorunları nedeniyle bir süre ortalıklarda görünmeyince, öldüğüne dair spekülasyonlara dahi tanık olduk. Bahçeli, iki aydan fazla bir süre ekranlarda görünmedi. Alparslan Türkeş’in mezarını ziyareti ile tekrar sahneye çıktı. Bu görüntüler dahi bazılarını tatmin etmedi; hatta dublör kullanıldığına dair iddiaları içeren komplo teorileri türedi. Bahçeli halen zaman zaman gündeme müdahale etmeye ve özellikle çözüm sürecindeki yaklaşımları ile gündemde önemli bir rol oynamaya devam ediyor.
Cumhuriyet Halk Partisi’nde de benzer bir tablo var. Atatürk’ün vefatına kadar genel başkanlığını yürüttüğü CHP’de, İsmet İnönü 33 yıl, Deniz Baykal 15 yıl, Kemal Kılıçdaroğlu ise 13 yıl boyunca bu görevi sürdürdü.
Uzun süreli liderlik örnekleri yerel siyasette de oldukça yaygın. Melih Gökçek, tam 23 yıl boyunca —1994’ten, kendisinden görevden affını istemesi istenene kadar 2017’ye dek— Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı yaptı (öncesinde Keçiören Belediye Başkanlığı ve milletvekilliği de var). Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, beş dönemlik görev süresinin ardından yeniden aday olmamaya ikna edildiğinde 86 yaşındaydı. Altıncı dönem de aday olsa, 91 yaşına kadar görev yapma imkânı olacaktı.
Açık ki imkânı olan siyasetçiler görevde kalmak istiyor; bırakmak ya da emekli olmak siyaset için tanıdık kavramlar değil. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye’ye özgü de değil. Dünya genelinde de benzer örnekler görüyoruz. Otoriter rejimlerde uzun süre iktidarda kalmak çoğu zaman rejimin doğasından kaynaklanıyor. Demokratik rejimlerde ise bu süreler daha sınırlı olsa da, “karizmatik lider” figürleri etrafında benzer bir kalıcılık eğilimi görülebiliyor.[i]
Başkanlık sevdaları
Peki, neden bu kadar uzun süre görevde kalınıyor? İlk akla gelen neden elbette koltuk sevdası. Ancak bu kadar uzun süreli kalıcılığı yalnızca kişisel ikballerle açıklamak yetersiz kalıyor.
Siyasetle ilgili motivasyonlara geçmeden meseleyle ilgili iki önemli toplumsal dinamikten söz etmek istiyorum. Birincisi, bir görevi ya da pozisyonu bırakmak, sadece siyasetçilerin değil, pek çok farklı alandaki yöneticilerin de zorlandığı bir mesele. Siyaset dışında da pek çok kişiye “başkanım” diye hitap edildiğine tanık olmuşsunuzdur.
Örneğin, futbol kulüplerinde başkanlar daha iyi bir alternatif ortaya çıkmadıkça koltuklarını bırakmak istemez. Süleyman Seba, Beşiktaş’ın başında 16 yıl kaldı. Aziz Yıldırım, Fenerbahçe’de 20 yıl başkanlık yaptı ve hâlâ koltuğu geri kazanma arzusunu sürdürüyor. İlhan Cavcav, Gençlerbirliği’nde tam 39 yıl başkanlık yaptı ve ancak 2017’deki vefatıyla görevi bıraktı. Öyle ki, yalnızca kulübüne değil, Türk futboluna yaptığı katkılar nedeniyle 2017–2018 Süper Lig sezonuna onun adı verildi. Ancak Gençlerbirliği o sezon küme düştü — bu da kişiye bağlı sistemlerin ironik sonucuna iyi bir örnek oldu.
Başkanların koltuğa tutunmaları genellikle “ben gidersem işler kötüye gider” anlayışıyla açıklanır. Oysa sorun tam tersinden de ele alınabilir: kurumların kişilere bağımlı hale gelmesi (getirilmesi), başkanın kurumun bekası için vazgeçilmez hale gelmesine yol açıyor.
İkincisi, Türkiye’de erkeklerin çalışma hayatı dışındaki mevcudiyetleri oldukça sınırlı. CORE olarak yaptığımız son yaşlanma araştırmasının belki de en çarpıcı sonucu şuydu: “Yaşlanmayı bilmiyoruz; yaşlanma tahayyülümüz yok”[ii]. Yaşlılık hayalleri diye bir kavramımız da yok. Erkeklerin yaşamında en çok yer kaplayan alan çalışma hayatı. İlginç ama eğlenceli bir bulgu: Erkeklerin iş dışında kendilerini en çok var ve mutlu hissettikleri yer, halı saha. Bunun dışındaki hobiler, uğraşılar ya da yaşam hedefleri ise oldukça sınırlı.
Hal böyleyken, birçok kişi emeklilik ya da çalışma yaşamı sonrasında bir boşluğa düşüyor ve mutsuz oluyor. Tabii ki bunlar siyasetçiler için çok daha belirgin. Pek çok lider, siyaset sonrası yaşamı, bir boşluk ya da bir kayıp olarak hayal eder. Ayrıca, siyasetçilerin koltuk sevdası emekliliği zorlaştıran önemli bir unsur. Çünkü siyaset koltuğu yalnızca bir yetki alanı değil; aynı zamanda anlam, aidiyet ve tanınma üreten bir sembol. Bu da koltuğu bırakmayı kişisel ve duygusal bir kopuş haline getiriyor. Sadece liderler değil, genel olarak tüm siyasetçiler “gidebildikleri yere kadar gitmek” istiyor.
Siyasette geçirilen dönemlerin uzamasındaki en önemli motiflerin başında “benden sonrası tufan” senaryoları geliyor. Üstelik bu senaryolar pek çok zaman kendini gerçekleştiren kehanete dönüşebiliyor. Parti içi muhalefetin bastırılması, potansiyel rakiplerin erken dönemlerde etkisizleştirilmesi ve halef yetiştirilmemesi, liderin etrafında kapalı bir iktidar alanı oluşturuyor. Zamanla partiyle lider, hatta liderle devletin bekası aynı şey haline geliyor. Bu da yeni liderlerin çıkışını ve alternatif siyasetlerin gelişmesini engelliyor; böylece mevcut lidere duyulan mecburiyet artıyor. Neticede genç siyasetçiler kendilerine yer bulamıyor ve sistem kendini yenileyemiyor.
Siyasetçilerin koltuğu bırakmama eğiliminde güçlü bireysel ve psikolojik dinamikler de var. Politik narsisizmin bunlar arasında en belirgin olanlardan biri olduğunu düşünüyorum. Oldukça da yaygın. Sadece iktidarla ya da en tepe pozisyonlarla sınırlı da değil. Yöneticiliğin olduğu her kademede ve tüm siyasi çevrelerde politik narsizime ve sonuçlarına tanık olmak mümkün. Bu konuya ilerleyen bölümlerde daha ayrıntılı biçimde döneceğim. Ancak ondan önce, bu sorunun yaşlılıkla nasıl ilişkili olduğunu —ve aslında hangi açılardan olmadığını— tartışmak istiyorum.
Yaş ayrımcılığının ikilemi: Yaşlılar mı gençler mi?
Yaşlı siyasetçilerin siyasi mevcudiyetleriyle ilgili eleştirileri tartışmaya devam etmeden önce kısa bir yaş ayrımcılığı parantezi açarak devam etmek istiyorum. Uzun yıllardır hem yaşlılık hem gençlik çalışan, üstelik son dönemde stand-upçıların pek güzel hicvettiği üzere Kadıköy’de yaşayan biri olarak bu konularda söz söylemekte epeyce dikkatli olmak durumundayım. Gençler, siyasete heves ettiklerinde "tecrübesizlik"le yaftalanırken, yaşlılar, siyasetten çekilmediklerinde "yer kaplamakla" suçlanıyor.
İlk bakışta birbiriyle çelişkili gibi görünen iki pozisyon söz konusu. Gençlik çalışmaları alanından baktığında çok açık ki: siyasette genç temsili oldukça düşük, yaşlı kuşaklar gençlere var olma imkânı tanımıyor. Bu nedenle, “yaşlı siyasetçiler artık bırakmalı” demek anlaşılır ve meşru bir talep haline geliyor. Diğer yandan, yaşlılık çalışmaları açısından bakıldığında, hiç kimse yaşından dolayı bir görevden dışlanmamalı. “Bu yaştan sonra…” diye başlayan cümleler açıkça yaş ayrımcılığı. Bu nedenle yaşlıların siyasetten el etek çekmesini istemek de ayrımcılığın bir biçimi. Aklı ve yetenekleri yerinde olan herkesin siyasete katılma hakkı var.
Örneğin Yılmaz Büyükerşen, bir kez daha aday olabilseydi, büyük olasılıkla selefinden daha yüksek bir oyla seçilir ve görevini layıkıyla yapardı. Türkiye için kuşkusuz çok değerli bir isim. Ancak burada eleştirilmesi gereken Büyükerşen’in yaşı değil; arka arkaya beş dönem görevde kalmış olması. Türkiye, Büyükerşen’den pek çok farklı şekilde faydalanabilirdi. Fakat buna imkân olmayınca ve başka yollar kapalı olunca o da doğal olarak en iyi yaptığı şeye devam etmek istiyor. Yaştan bağımsız düşünürsek bu gelenek, siyasal kültüre çeşitli açılardan zarar veriyor. Bir kere siyasette hiçbir görevin aynı kişiye ikiden fazla kez verilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Süreler uzadığında konu ister istemez yaşlılık üzerinden tartışılıyor; ama asıl mesele bu değil. Esas sorun, pozisyonların yıllarca işgal edilmesi. Oysa siyaset dinamik bir alan; temsilin sürekli yenilenmesi gerekir. Aynı isimlerin uzun süre görevde kalması kurumsal donuklaşmaya, parti/kurum içi demokrasinin zayıflamasına ve genç kuşakların dışlanmasına yol açıyor.
Dolayısıyla eleştirinin yönü “yaşlı olmak”tan ziyade, görevi bırakmama inadına odaklanmalı. Örneğin Kemal Kılıçdaroğlu’na yöneltilen “yaşlandın, artık gençlerin önünü aç, git torun sev” türü ifadeler, yaş ayrımcılığı içeriyor. Oysa “yeterince denedin, katkın oldu, şimdi bu görevi bırakma vakti” gibi değerlendirmeler, yaşa değil performansa odaklandığı için meşru.
Yaşsız siyasetin imkânlılığı
Şu bir gerçek: Siyaset yaşlı bir ekosistem. Hem siyaset evreninin yaş ortalaması yüksek hem de iklim kültürel olarak genç değil. Siyasi elitlerin yaş ortalaması, dünya genelinde nüfus ortalamasına kıyasla sistematik biçimde daha yukarıda. ABD’de, Japonya’da ve birçok Avrupa ülkesinde bu durum artık neredeyse kalıcı hale gelmiş durumda.
Üstelik mesele yalnızca yaşla sınırlı değil; erkeklik de belirleyici bir faktör. Siyasette yaşlılık, çoğu zaman bir “erkeklik” biçimi olarak cereyan ediyor. Erkeklikle yaşlılık kesiştiğinde, deneyim, karizma ve otorite gibi kavramlar neredeyse sadece yaşlı erkek figürleriyle özdeşleşiyor.
Yaşlı dominansının zararlı bir şey olup olmadığını anlamaya çalışırken, bunun değişmesini isteyen taleplerin gerekçelerine bakmakta fayda var. Öncelikle şunu net biçimde ifade etmeliyim: Yaşlı siyasetçileri, muhakeme, mobilite, beceri vb. kayıplarla yaftalayan yaklaşımlar ayrımcı. Bu tür eleştirileri değerli bulmuyorum. Çünkü bu tür eksiklikler her yaşta olabilir; yaşlı olmak, bu sorunların otomatik olarak var olacağı anlamına gelmez. Dolayısıyla bu tür indirgemelerden ziyade her siyasetçiyi kendi beceri ve yetenekleri ve katkıları üzerinden eleştirmek daha anlamlı.
Öte yandan, mesele yaşlılıkla tamamen ilgisiz de diyemeyiz. Özellikle yaşa dayalı hiyerarşi, siyasetteki tıkanıklıkla doğrudan ilişkili.
Öncelikle, siyasette yaşlılık çoğu zaman bir meşruiyet kaynağı olarak kullanılıyor. “Tecrübe” ve “istikrar” gibi kavramlar, yaşlıların siyasetteki yoğunluğunu meşrulaştırmak ve koltukta kalmayı gerekçelendirmek için araçsallaştırılıyor.[iii]
Esasen toplumda yaşlılara yönelik geleneksel saygı ve hürmet, yaşlı siyasetçilerin eleştirilmesini veya görevlerini bırakmalarının istenmesini zorlaştırıyor. “Tecrübelidir”, “büyüğümüzdür”, “sözü dinlenir” gibi kalıplar, onların pozisyonlarını daha da sağlamlaştırıyor. Ancak devir değişiyor; yaşlı siyasetçilere yönelik önyargılar da artıyor.
Aşırı-temsil yaşlılarla ilgili şikâyet konularının başında geliyor. Partiler çoğu zaman yaş ve deneyimi liyakattan daha fazla önemsiyor. Hâkim duyguya göre, siyaset mekteplerde öğrenebilecek ya da içine girince çabucak kavranacak bir beceri değil ve olamaz; daha ziyade pişkinlik, sabır ve hatta kurnazlık gerektiren bir birikim. Bunlar da gençlerde eksik.
Bir diğer önemli sorun alanı ise, “gerontokrasi” başlığı altında toplanabilecek yaşlıların yalnızca sayısal değil, aynı zamanda fikirsel düzeydeki siyasal hegemonyasıdır.
Gerontokrasi, yalnızca siyasetçilerin yaşlı olması değil; aynı zamanda siyasal sistemin yenilenmeye kapalı hale gelmesi anlamına gelir. Liderlerin sahneden çekilmemesi, temsil alanının daralmasına ve kuşaklar arası bağların zedelenmesine neden olur. Bu yapının sürmesi, genç kuşakların sisteme yabancılaşmasını hızlandırırken; demokrasiye olan güveni de sarsar. Bu nedenle, yaşsız bir siyaset anlayışı yalnızca etik değil; aynı zamanda stratejik bir gereklilik olarak görülmeli.
Gerantokrasinin önemli bir sonucu gençler açısından fikirsel temsil eksikliği. Yaşlı liderlerin hakimiyeti genç seçmenlerde dışlanma duygusunu artırıyor. Kendilerini temsil edilmemiş hisseden gençler, zamanla siyasete yabancılaşıyor ve katılım motivasyonlarını yitiriyor.
Stockemer ve Sundström (2023), yaşlı siyasal elitlerin uzun süre iktidarda kalmasının, gençlerde kendi sorunlarının siyasal alanda temsil edilmediği duygusuna yol açtığını tespit ediyor. Bu temsil eksikliği ve gençlik perspektifinin genel siyasetten dışlanması, gençlerde seçimlere katılımın azalmasına ve siyasal ilgide düşüşe neden oluyor. Türkiye’de seçime katılım oranı genel olarak yüksek olduğu için bu çok hissedilmiyor, fakat gençlerin katılımı her zaman ortalamanın altında kalıyor. Dahası, gençlerin sadece nicel değil, nitel anlamda da siyasete ilgisinin azaldığını gözlemliyoruz. İlgili olan gençlerin dahi siyaseti takip etme biçimi yüzeysel ya da tepki odaklı olabiliyor.
Stockemer ve Sundström (2018) bu tabloyu “gençlerin siyasal yabancılaşma döngüsü” (vicious circle of youth alienation) olarak tanımladıkları bir süreçle açıklıyor. Süreç şöyle işliyor: Genç adaylar parlamentolarda ve kabinelerde ciddi biçimde eksik temsil ediliyor. Bu nedenle genç kuşağın talepleri gündemde yeterince yer bulamıyor. Taleplerin görünmezliği, gençlerde sistemden uzaklaşma hissi yaratıyor. Gençler siyasete daha az katıldıkça, siyasal partiler de onları dikkate almamaya başlıyor. Böylece hem temsilde adaletsizlik hem de ilgisizlik derinleşiyor ve döngü kendini yeniden üretiyor.
Dahası döngü yeni adaylarda da devam ediyor. Gençler kendilerine benzemeyen adaylardan daha az etkileniyor. Konuşmaları sıkıcı geliyor, vaatlerle kendi ihtiyaçları arasında bağ zayıf kalıyor. Bu da zamanla yaşlı siyasetçilere karşı bir antipatiye dönüşebiliyor.[iv]
Hanna Fenichel Pitkin (1967), “The Concept of Representation” çalışmasında temsil biçimlerini sınıflandırır. Bunlardan biri “betimleyici temsil” (descriptive representation). Betimleyici temsil yaklaşımı, seçmenin temsilcilerinde yalnızca fikir birliği değil, demografik ve sosyo-kültürel benzerlik de aramasına işaret ediyor. Nitekim, bugün pek çok saha çalışmamızda özellikle gençler arasında siyasetçiden beklenen özellikler arasında “genç olması” talebinin başta gelmesi betimleyici temsiliyet beklentisine önemli bir örnek.[v]
Dolayısıyla, yaşlıların siyasetteki ağırlığı yalnızca bireysel inat ya da kişisel tercihlerle açıklanamaz; bu durum aynı zamanda gençlerin adaylık ve temsil süreçlerinde karşılaştığı yapısal dışlanmayla doğrudan ilişkili. Siyasi düzen “yaşlıların dünyası” demek sanırım abartılı sayılmaz. Gençlerin siyasette kendilerine yer açma çabası sadece bir talep değil; aynı zamanda bir hegemonya mücadelesi.
Mehdi'yi bekleyenlere politik narsisizm
Buraya kadar tartıştığım yaşlıların siyasetteki baskınlığı, yaş hiyerarşisi ve koltuk sevdası gibi meseleleri anlamlandırmak için politik narsisizm oldukça elverişli bir kavramsal çerçeve sunuyor.
Ancak politik narsisizme geçmeden önce, koltuk sevdasını mümkün kılan kültürel zeminle ilgili kısa bir parantez açmak istiyorum: toplumdaki kahraman ve kurtarıcı arayışı.
Toplumda güçlü bir duygusal talep var; toplum yalnızca yönetilmek değil, kurtarılmak istiyor. Bu nedenle siyasette teknik beceriden çok, neredeyse kutsal bir güç beklentisi oluşuyor. Liderin yalnızca karar verici değil; adalet dağıtıcı, geçmişin hesabını soran ve geleceği kuran biri olması bekleniyor. Bu beklentiler, siyasetçilerin narsistik eğilimlerini yalnızca mümkün değil, aynı zamanda meşru da kılan bir zemin sağlıyor.
Bildiğimiz gibi, liderler zaman zaman “ulu önder”, “baba”, “reis”, “milli şef”, “adam gibi adam” ya da “başkan gibi başkan” gibi söylemlerle tanımlanıyor. Bu, Weberyan anlamda karizmatik otoriteye duyulan arzuyla ilgili; ancak bizde bu arzu çoğu zaman dini ve mistik kodlarla da birleşiyor. Mehdi beklentisi bunun en çarpıcı örneklerinden biri. Mehdi, İslam inancında bozulmanın arttığı dönemlerde adaleti yeniden tesis etmek üzere ahir zamanda geleceğine inanılan kurtarıcı figür.[vi] Üstelik Mehdi beklentisi, dini anlamlarının ötesinde seküler siyasal tahayyüllerde de karşılık buluyor: “Gelecek ve bizi kurtaracak.”
Mehdi, genellikle geçmişle hesaplaşacak, bozulmuş düzeni kişi olarak görülür. Bu, popülist liderlerin sıkça üstlenmek istediği bir temsil biçimi. Böyle beklentiler, liderin eleştirilemez, sorgulanamaz ve koltuğundan indirilemez hale gelmesini kolaylaştırır. Bu tür bir lider tahayyülü, siyaseti rasyonel taleplerin alanı olmaktan çıkarır; lider figürünü karizmatik bir misyoner, hatta mistik bir temsilciye dönüştürür.
Laclau’nun Popülist Akıl Üzerine’de ele aldığı popülist liderler özelliklerine bakarsak, popülistlerin Mehdi gibi davrandıklarını söyleyebiliriz; zira toplumdaki dağınık talepleri temsil etmeyi hedefler. Toplumun tüm arzularını, öfkesini ve umutlarını tek bir kişide yoğunlaştırması, o kişiyi hem vazgeçilmez hale getirir hem de eleştiriden bağışık kılar.
Siyasi liderlerin uzun yıllar mevkilerini cesaretle, hatta cüretkâr biçimde işgal etmelerinde bu kültürel zeminin büyük payı var. Özellikle kriz anlarında toplum, liderden sistematik çözüm değil, adeta bir mucize bekliyor. Liderin karizmatik bir misyonla tanımlanması, siyaseti kolektif sorumluluktan çıkarıp kişisel sadakate indirgerken, onun mevkisini terk etmesini neredeyse imkânsızlaştırıyor.
Politik narsisizm bu zeminde yükseliyor; liderin kendi kimliğini, değerini ve varlık anlamını bütünüyle siyasi pozisyonuyla özdeşleştirmesiyle belirginleşiyor. Lider kendini halkla özdeşleştiriyor, ardından o halkın tek temsilcisi haline geliyor.
Narsisizm son dönemlerin popüler kavramlarından biri: kabaca, bireyin kendini aşırı önemli, özel ve hayran olunması gereken biri olarak görmesiyle tanımlanıyor. Her bireyde belli ölçülerde bulunabilir; ancak bazı kişilerde bu özellik, özellikle eleştiriye tahammülsüzlük ve sürekli takdir görme arzusu gibi biçimlerde belirginleşir ve patolojik düzeye ulaşabilir. Narsistik eğilimler sadece siyasette değil, modern toplumların genelinde de giderek yaygınlaşıyor: Bireylerin sürekli görünür olma arzusu ve kimliklerini başkalarının gözleriyle kurma ihtiyacı artıyor.
Erich Fromm, narsistik kişilik yapısını, kendi benliğine hayranlığı dış dünyaya yansıtma hali olarak tarif eder. Konu siyaset olunca bu yansıtma yalnızca bireysel değil, kolektif sonuçlar da doğurur.
Politik narsisizm olgusu hesaba katılınca, “hep aynı yüzler” rahatsızlığının büyük oranda yaşla ilgili bir mesele olmadığı görülüyor; asıl sorun, yerini terk etmeme ısrarında yoğunlaşıyor.
Politik narsisizmin görünümleri
Buraya kadar yazdıklarımdan anlaşıldığı üzere politik narsisizm teşhisi koymak çok zor görünmüyor. Tanıdık gelecek şu ifadeler ya da durumlar politik narsisizmin belirgin tezahürleri arasında sayılabilir:
- “Ben gidersem her şey biter” şeklindeki uyarılarla kaygı yaratmak,
- Toplumsal sorunlara değil kişisel imaja odaklanan kampanyalar,
- Başarıları yeteneklerine ve performansına, başarısızlıkları iç ve dış tehditlere bağlama,
- Kolektif bir “biz” inşa ederek, eleştirileri kolektife yönelmiş saldırı gibi gösterme,
- “Bize saldıranlar, değerlerimize saldırıyor” gibi maneviyata dayalı bir söylem kurma,
- Yönetimi, kendi ontolojisi ile koşullama vb.
Narsistik liderin çabası yalnızca iktidara gelmek ya da orada kalmakla sınırlı olmaz; aynı zamanda vazgeçilmez olduğunu göstermeye ve kanıtlamaya çalışır. Bu yüzden koltuğu bırakmak ya da hedeflerinden vazgeçmek, basit bir değişim değil; kimliğin, anlamın ve değerin yitimiyle eşdeğer bir kopuş olarak hissedilir. Eleştiri, kişisel saldırı gibi algılanır. Rakipler tehdit olarak görülür; halefler ise gölgede bırakılır.
Lider için siyaset, benliğin hem inşa edildiği hem de sürekli teyit edildiği bir sahneye dönüşür. Liderin değerini halkın ihtiyaçları değil, ona yöneltilen sevgi, sadakat ve alkış belirler.
Post (2003), narsisist siyasal liderlerin genellikle kendi vizyonlarını alternatifsiz gördüklerini, kendilerinden sonra kimsenin “yeterli” olamayacağına inandıklarını ve kurumları giderek kendi kişiliklerine bağlama eğiliminde olduklarını söyler.
Zor zamanlarda pek çok liderin kendisinden ‘biz’ diyerek söz etmesi size de çok tanıdık olmalı. Yüzeyde tevazu gibi görünen bu tutum aslında liderin kendini halkla özdeşleştirip zamanla onun tek temsilcisi haline geldiği duygusu ile ilgili.
“Ben değil, milletim istiyor”, “Bize gösterilen teveccüh çok başka”, “Görevden kaçamazdım, halkın çağrısına kayıtsız kalamam” gibi ifadeler, liderin bir “biz” anlatısı kurmasına hizmet eder. Buna şu yüzden ihtiyaç var: “Ben” anlatısı lider için fazlasıyla çıplak kalır; “biz” diyen lider aslında “biz benim” der. Seçmenin ilgisini kendi kişiliğine yönlendiren ama bunu “milletin teveccühü” gibi sunan siyasetçi, narsistik eğilimlerini kolektif onayla pekiştirmiş olur.
Siyasetçilere toplumuzda her zaman bir meraklı ilgi ve saygılı bir yaklaşım olur. Birçok siyasetçi, gittiği yerlerde gördüğü ilgiyi kişisel bir teveccüh olarak algılar ve bunu şöyle dile getirir: “Bize gösterilen teveccüh bambaşka.” Göreve aday olmayı kendisi istemediğini, “mecbur” kaldığını, halkın çağrısına kayıtsız kalamadığını söyler. Bu, narsistik liderliğin en yaygın meşrulaştırma kalıplarından biridir: “Ben istemedim, halk istedi.”
Sanırım örnek vermeme gerek bile yok, herkesin kulağında birçok siyasetçi konuşması çınlamıştır.
Sonuç olarak, “biz” söylemi sayesinde narsistik lider yalnızca halkın sesi değil, halkın bizzat kendisi olur; hem adına konuşur, hem yerine düşünür. Böylece eleştirel mesafe yok olur — lider artık yalnızca biri değil, “biz”dir. Ona karşı çıkmak, doğrudan bize karşı çıkmak anlamına gelir.
Bu tür bir söylem, yalnızca lideri eleştiriden bağışık kılmakla kalmaz; aynı zamanda ona yöneltilen her türlü eleştiri toplumun tamamına yönelik bir tehdit olarak kodlanır. İşte bu narsistik liderliğin en güçlü meşrulaştırma stratejilerinden biri.
Bu tür bir dönüşüm, psikolojik açıdan şunu sağlar: “Ben”in çıplaklığı yerine “biz”in koruyuculuğu.
Politik narsisizm, zamanla siyasetteki yaşlılaşma yoğunluğuna da yol açar. Liderin sahnede kalma arzusu, yalnızca bireysel bir ısrar değil; temsil krizini sürekli hale getiren yapısal bir soruna dönüşür.
Lasch’in tarifi ile “narsistik kültür”, bireylerin sürekli görünür olma arzusu, kimliklerini dışsal onayla kurma zorunluluğu ve geleceğe değil bugüne yatırım yapma eğilimleri üzerinden şekillenir. Bu kültürde liderlik artık bir hizmet değil; kimliğin ve anlamın taşıyıcısı haline gelir. Öte yandan Craig Malkin’in vurguladığı gibi, narsisizm yalnızca kibir değil, aynı zamanda kırılganlık ve unutulma korkusudur. Bu yüzden lider, zamanla kuşku ve kaygı içinde kendinden başkasına güvenmemeye başlar.
Bu koşullar altında siyaset, toplumsal yenilenmenin değil, kişisel ölümsüzlük arayışının sahnesine dönüşür. Oysa demokratik siyaset, yerini ve zamanını bilenlerin alanıdır; politik narsisizm ise tam tersine, gitmeyi bilmeyenlerin sistemine dönüşür.
Uzun süre iktidarda kalan liderlerde politik narsisizmin belirtileri daha da belirginleşiyor. Yer yer gözlemlerime yer yer literatüre de dayanarak, narsistik liderliğe özgü göstergelerden söz edeceğim. Bu özellikler ilk bakışta şaşırtıcı görünmese de yaygınlıkları nedeniyle düşündürücü. Her birini güncel siyaset bağlamında tartışmak, siyaset kurumunu yeniden düşünmek için bir fırsat sunabilir.
Yankı odaları
Post (2003), politik liderlerin çevrelerinde bir “yankı odası” (echo chamber) oluşmasıyla eleştiriden yalıtıldıklarını söyler. Zamanla liderin etrafındaki ekipler, onun görüşlerini sorgulamadan onaylamaya başlar; eleştirel düşüncenin yerini sadakat alır. Danışmanlar, gazeteciler ve yükselmek isteyen çevreler, ters düşmemek adına onaylama eğilimini tercih eder. Böylece neyin doğru olduğu değil, neyin ne ölçüde kabul göreceği belirleyici hale gelir. Lider de bu yankı odasının dışındaki sesleri duyamaz hale gelir.
Şişirilmiş benlik (Grandiose Self)[vii].
Heinz Kohut, kişinin kendi değerini başkalarının hayranlığı, takdiri ve onayıyla tanımlamasına “şişirilmiş benlik” diyor. Böylece kişi yalnızca özel değil, eşsiz ve vazgeçilmez olduğuna inanır (Kohut, 1971). Politik alana taşırsak şişirilmiş benlik, liderin, kendisini davayla, ülkenin kaderiyle eşleştirerek bir kahraman olarak görmesi eğiliminde belirginleşir. Artık göreve aday olmamak ya da devam etmemek onun karar vereceği bir şey değil, tarihi bir görev olarak sunulur.
Kurtarıcı kompleksi
Jung, kolektif bilinçdışında yer alan kahraman figürünün kriz anlarında kurtarıcı bir temsilciye dönüştüğünü belirtir. Laclau da popülist liderlerin halkın dağınık taleplerini kendilerinde birleştirerek tekil bir temsil figürüne dönüştüğünü savunur (2005). Bu temsil biçimi, liderin kendini sahneden çekilmez, ikame edilemez biri olarak görmesine yol açar. Mehdi faslında bu konuya detaylı değinmiştim. Toplumda zaten var olan “Mehdi beklentisi”, liderin kurtarıcı kompleksini besler.
İktidar bağımlılığı
Owen uzun süre iktidarda kalan liderlerin “hubris sendromu”[viii] geliştirdiğini ve kendilerini yanılmaz gördüklerini belirtir (Owen, 2008). Lider, halkla özdeşleştikçe eleştiriden bağışık hale gelir, iktidarı bırakmak ise toplumsal felaketle eşdeğer görülür. Süre uzadıkça, pozisyonun kendisi narsistik bir üretim alanına dönüşür.
Gençliğin bastırılması
Narsistik liderlik yalnızca benliği büyütmekle kalmaz, potansiyel rakiplerin gelişimini de bastırır. Genç siyasetçiler “pişmemiş” ya da “sırası gelmemiş” denerek dışlanır. Bu yalnızca bireysel değil, aynı zamanda sistemsel bir krize yol açar; temsilin çeşitliliği ve kuşaklar arası aktarım zayıflar.
Nostaljik başarılar
Zaman ilerledikçe liderler sıklıkla geçmiş başarılarını idealleştirerek bugünü yönetmeye çalışır. Kendi yaptıklarını bir “altın çağ” miti oluşturarak anlatılaştırırlar. Bu anlatılar, hem nostalji hem meşruiyet aracı olarak kullanılır. Böylece, bugünün sorunlarından kaçılır ve eleştiriler geçmiş başarılarla örtülür.
Kurumları etkisizleştirme
Uzun süre görevde kalan liderler, zamanla kurumları kendileriyle özdeşleştirir. Sadakat, liyakatin yerini alır; kurallar değil, liderin takdiri belirleyici olur. Böylece kurumlar kısırlaşır ve zayıflamaya başlar. Öyle ki kurumlardaki liyakatlı kadrolar dahi, kaliteden çok lideri tatmin etmeyi önceler hale gelir.
Kutuplaştırıcı dil
Narsisistik lider, eleştiriyi kişisel saldırı olarak algılar. Bu, zamanla toplumu kutuplaştıran bir dile dönüşür: “Biz” ve “onlar”. Carl Schmidt’e gönderme ile Laclau, popülist söylemin merkezinde bu tür bir ayrışmanın olduğunu savunur. Eleştiriyi bastırmak için toplumun tümü, lidere yönelik sevgi ve sadakat testine tabi tutulur.
Görünürlük performansı
Politik narsisizmin en belirgin belirtilerinden biri sürekli görünür olma arzusu. Mitingler, medya, sosyal medya ve sembolik gösteriler bu ihtiyacı besler. Lider için görünürlük yalnızca iletişim değil; varoluşsal bir ihtiyaç haline gelir. Sahne kaybedildiğinde yalnızca iktidar değil, benlik de sarsılır; unutulmakla ve “yok” olmakla eşdeğer hale gelir.
Bu nitelikler, liderlerin politik narsisizm bağının önemli işaretleri arasında. Çevrenizde birçok liderde bu özelliklerin bir kısmının ya da tamamının olduğunu aklınızdan geçirdiğinizi hissediyorum.
Peki politik narsisizm neden sorun olsun?
Politik narsisizmin yıkıcı sonuçları aslında çok açık ama bu kadar inceledikten sonra neden bir mesele olduğunu not etmemek de bir eksiklik olur.
Politik narsisizmin bireysel düzeydeki etkileri açık; ancak asıl tehlike sistemsel düzeyde ortaya çıkar. Temsil görevini kişisel tatmine dönüştürür; sistemik sorunları kişiselleştirir; alternatif sesleri bastırır; kurumları zayıflatır; reformu imkânsız hale getirir. Demokrasi artık kamusal sorumluluk üzerinden değil, kişisel görkem ve görünürlük arzusuyla işletilir.
Yaştan ve kahramanlardan arınmış bir siyaset
Sonuç olarak yazıdaki ana argümanım şu: Yaşlı siyasetçilerin görevden çekilmeme eğilimi yalnızca yaşla ilgili fizyolojik ya da stratejik gerekçelerle açıklanamaz. Bu eğilim, toplumsal tahayyüller, siyasi kültür ve bireysel psikodinamiklerin kesişiminde şekilleniyor. Politik narsisizm, bu kesişimin en güçlü ifadesi. Liderliğin yalnızca bir görev değil, aynı zamanda benlik ve tarih inşası aracı olarak kodlandığı bir siyaset alanında, koltuğu bırakmak kişisel yok oluş anlamı taşıyor. Böylece siyaset, liderin narsistik tatmin aracı haline geliyor.
Siyasal sistemin bu yapısal özelliği, yalnızca lideri değil, toplumun kolektif arzularını da içeriyor. Toplum, kriz anlarında çözümü kurumlarda ya da süreçlerde değil, kişilerde arıyor. Mehdi beklentisinin seküler biçimleri, lideri kutsayan ve sorgulanamaz hale getiren bu siyasal kültürü besliyor. “Biz” söylemi, bu narsistik temsil tarzının hem aracı hem meşrulaştırıcısı haline geliyor. Liderin kendini halkla özdeşleştirmesi, onu halkın yerine konuşan ve düşünen tekil figüre dönüştürüyor.
Bu nedenle yaşlılık meselesini sadece biyolojik boyutlarla ele almak yetersiz. Asıl tartışılması gereken, iktidarın devredilemez hale geldiği temsil biçimleri; benlik ile makamın kaynaşması ve siyasal alanın, toplumsal kurtarıcı arzular üzerinden kurulması. Dolayısıyla sorun yaş değil; siyaseti terk edemeyen, iktidarı kişisel anlamın temeli haline getiren ve gençleri dışlayan bir siyaset anlayışının sürekliliği.
Hâkim algı daha fazla kahramana ihtiyaç duyulduğu. Bunda kuşkusuzu iktidarı destekleyen kesimleri etkileme ve bundan vazgeçirme beklentisi önemli bir etken. Ancak kitleler için dahi esas konu kahraman kişilikler olmaktan çıkıyor, çünkü kırılgan olmayan kahramanlar üretmek gittikçe zorlaşıyor. Bu yüzden kahramanların değil, politikaların ve çözümlerin esas olduğu; sadakatin değil, hesap verebilirliğin temel kabul edildiği bir siyaset tahayyülünün kitleleri etkileme ihtimali de artıyor.
[i] Vladimir Putin, 1999’dan bu yana başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı pozisyonları arasında geçiş yaparak iktidarını sürdürüyor. Fidel Castro, 49 yıl boyunca Küba'yı yönetti. Kim Il Sung, 46 yıl boyunca Kuzey Kore'nin mutlak lideri olarak kaldı. Batı’da bu süreler nispeten kısa olsa da yine dikkat çekici örnekler var: Angela Merkel 16 yıl, Franklin D. Roosevelt 12 yıl görevde kaldı.
[ii] Araştırma raporuna şuradan erişebilirsiniz: https://heryasta.org/wp-content/uploads/2024/11/Arastirma.pdf
[iii] Aslında yaşlıların siyasetteki hegemonyası yeni bir olgu değil. Tarih boyunca pek çok toplumda yaşlılık, siyasal bilgeliğin kaynağı olarak görülmüş. Örneğin Antik Roma’daki “Senato” kelimesi, Latince “senex” (yaşlı adam) sözcüğünden türetilmiş ve yaşlıların yönetimdeki ağırlığını simgeliyor.
[iv] Bu bağlamda, Finlandiya’da 2019–2023 yılları arasında başbakanlık yapan Sanna Marin’in (başbakan olduğunda 34 yaşında idi) dans videosuyla ABD’deki 70–80 yaşlarındaki liderler arasındaki uçurumu örnek gösteriyorlar. Bizde de benzer biçimde, Muharrem İnce’nin dans figürleri ya da stand-up performansı gibi konuşmaları, gençler arasında bir dönem ilgi odağı olmuştu.
[v] Genç seçmenlerin siyasal sistemde temsil edilmediklerine dair duyguları, dijital mecralarda daha sert ve doğrudan biçimlerde dışa vuruluyor. Ng ve Indran (2023), Twitter gibi sosyal medya platformlarında yaşlı liderliğe karşı gelişen “artık bırakın”, “geleceğimizi sattınız” gibi söylemlerin yaygınlaştığını ortaya koyar. Türkiye’de de yakından tanık olduğumuz bu dijital dil, temsilde adalet talebinin yeni kuşaklar tarafından nasıl sahiplendiğine dair önemli bir gösterge.
Ancak bu tepkiler, yaşlılığın kültürel olarak bilgelik olarak kodlanması nedeniyle toplumun geneli tarafından her zaman meşru görülmüyor; eleştiriler zaman zaman “saygısızlık” olarak yaftalanabiliyor (Foner, 1974). Özellikle seçim dönemlerinde TikTok, Instagram gibi platformlarda genç kullanıcıların yaşlı liderleri hedef alan ironik içerikler üretmesi, bu yeni siyasal ifade biçimlerinin en görünür örneklerinden biri. Bu içerikler yalnızca Z kuşağının “eğlencesi” değil; temsildeki bozulmaya karşı geliştirilen ironik direniş biçimleri olarak da okunabilir.
[vi] Örneğin Aleviler için Atatürk Mehdi mertebesinde bir liderdi.
[vii] Grandiose Self için şişirilmiş benlik deme tercihim bağlamla ilgili. “Grandiose” belki görkemli diye de çevrilebilir, ama kavramın bağlam içinde bir abartma fiili de içerdiğini düşünüyorum.
belki görkemli diye de çevrilebilir, ama bağlam içinde bir abartma fiili de içerdiğini düşünüyorum
[viii] Hubris, Antik Yunan kökenli bir kavramdır ve en temel anlamıyla: Aşırı gurur, kibir ve kendini tanrı gibi görme eğilimi demektir. Dolayısıyla “Hubris”, kişinin gücünden sarhoş olup kendini sınırsız ve yanılmaz görmesi durumudur. Bu bağlamda hubris sendromu, özellikle uzun süre iktidarda kalan liderlerde görülen aşırı özgüven, empati yoksunluğu ve gerçeklikten kopma hali olarak tarif edilir.
Kaynakça
Kohut, H. (1971). The Analysis of the Self. International Universities Press.Laclau, E. (2007). Popülist Akıl Üzerin. Epos yayınları.Lasch, C. (1979). The Culture of Narcissism: American Life in an Age of Diminishing Expectations. W. W. Norton & Company.Malkin, C. (2015). Rethinking Narcissism: The Secret to Recognizing and Coping with Narcissists. HarperWave.Ng, S. H., & Indran, S. (2023). Social Media and Youth Alienation: A Cross-National Study of Anti-Gerontocratic Discourse on Twitter. Journal of Youth Studies (ön baskı).Owen, D. (2008). In Sickness and In Power: Illness in Heads of Government during the Last 100 Years. Methuen.Pitkin, H. F. (1967). The Concept of Representation. University of California Press.Post, J. M. (2003). The Narcissistic Leader: Who Succeeds and Who Fails. Yale University Press.Stockemer, D., & Sundström, A. (2023). Youth without Representation: The Absence of Young Adults in Parliaments, Cabinets, and Candidacies. University of Michigan Press.Stockemer, D., & Sundström, A. (2018). Age Representation in Parliaments: Can Institutions Pave the Way for Youth Inclusion?. European Political Science Review, 10(3), 467–490.