İktidar Semantiğine Teslim Olmak: Siyasetin Enkaz Altında Kalması

Tüm halklarda, bilhassa Türkiye gibi yüksek oranda politize olan halklarda, siyaset gündemin başat unsurlarındandır. Bunun temel sebeplerini iki ana hat üzerine oturtmak yanlış gözükmez: ilki siyasetin yapılmamasından taraf iktidar sahipleri ve ortakları, ikincisi ise hak talebi ve hesap sorma gibi gerekçelerin sahibi halk. Bu dikotomik ilişkide siyasi söylem ve eylemde bulunma fikri, bizatihi siyasi bir tartışma halini alır.

Tarafların eylem ve söylemlerindeki temel dinamikler bellidir. İktidar grubu, halkın politikleşmesinin nihayetinde uyguladıkları politikalarının hesabını vermesi ve sorumluluğunu üstlenmesi gerektiğini bilir. Bu nedenle yaygınlaşan siyasi ortamın önüne geçmek için türlü propaganda ve politika ile taarruza geçer. Halk ise maruz kaldığı haksızlıklar ve yaşadığı mağduriyetler nedeniyle buna sebep olan kişi ve kurumlara karşı mukavemet gösterir. Nihayetinde siyasala özgü olan karşıtlık bina edilir ve kaçınılması mümkün olmayan antagonizm vuku bulur.

Bu bağlamda dikkatten kaçırılmaması gereken şey, antagonizmin indirgenemez oluşudur. Siyasal çatışma daimî bir karakteri haizdir. Zira netleştirmek için Carl Schmitt’in meşhur tanımlamasına başvurulacak olursa siyasala özgü olan, karşıtlık ilkesidir. Ekonominin kâr-zarar, ahlâkın iyi-kötü, estetiğin güzel-çirkin suretindeki değerlendirme ölçütü siyasal bahis mevzuu olduğunda dost-düşman (veya biz-onlar) şeklinde tezahür eder.[1] Mezkûr hususun siyasalın özü olmadığını, ona özgü olanı işaret ettiği göz önünde bulundurulduğunda, siyasala “temelsiz temel” olma niteliği atfedilir. Bu bağlamda söylenebilecek en net ifadeyi elde ederiz: Hiçbir şey siyasi değildir, her şey siyasallaşabilir.

Nihayetinde iktidar ile halk arasındaki siyasal çatışmanın baki olduğu gerçeğiyle yüzleşildiğinde, esas mesele bu siyasal çatışmanın çözülmesi (yahut sürdürülebilir bir zemine çekilmesi) için yapılması gerekenler olur. Bu noktada da bahsi geçen “siyaset yapmak” kelime grubuna erişilir. Siyaset yapmak, iktidarın ortaklarıyla birlikte kurduğu sömürü düzenine, tabiri caizse, çomak soktuğu için sevilmez. Kapitalizmin politikalarından biri olarak depolitizasyon şevkle icra edilir, siyaset yapan kişi veya gruplar şeytanlaştırılır; daha genel ifadelerle bozguncu, fitneci yahut provokatör ilan edilir.

İşbu metinde temel itibarıyla buraya kadar işaret edilenlerden yola çıkılarak siyasetin muhtevasındaki dönüşüm, siyasal katılım, iktidar semantiği, siyaset yapmamak ve nihaî olarak 6 Şubat 2023 tarihli deprem ekseninde siyasal eylemliliğin izleği takip edilecektir. İnsan için tabii olan siyasetin, suni argümanlar ve ağır propagandalarla halk nezdinde itibarsızlaştırılmasının zihnî planı irdelenecektir.

Siyasetin dönüşümü

Siyaset, ihtiva ettiği anlamların bütününü taşıyabilecek en genel ve temel şekilde, insanların birlikte ve mutlu bir biçimde yaşamasını düzenleme faaliyeti olarak ifade edilebilir. Burada, birlikte yaşama ve mutluluk kavramlarının bir aradalığı, esasen bir ortak iyi düşüncesi etrafında gelişir. Nihayetinde insanların, siyasetin en iyi yahut en doğru suretini bulma girişimi de felsefede kristalize olur.[2]

Öyleyse, denilebilir ki siyaset, insan yaşamına özgü en temel icraatların başında gelir. İnsanların birlikte ve mutlu biçimde yaşam sürmesini hem sağlamak hem de sürdürülebilir kılmak için icra edilen bir faaliyet. Bu bağlamda siyasetin, en makbulünü tespite yaradığını söylemekte beis olmayan felsefe, insan yaşamı için zorunlu görünür. Zira felsefenin olmaması, insan yaşamını düzenlemenin en münasip biçiminin aranmadığı veya bugün olduğu gibi, siyasetin bir tür rant dağıtım mekanizmasına indirgenip esasındaki kolektif mutluluğu arama çabalarından vazgeçildiği manasına gelir.

Siyasetin faziletten arınıp kazanç odaklı bir mekanizma haline gelmesi, esasen modernitenin bir patolojisi olarak görülebilir. Zira klasik siyaset düşüncesinde erdemli olmak ön plandayken modern siyasette kazanmak (ne pahasına olursa olsun) esas olandır. Leo Strauss, modernitenin krizini ele alırken en iyi kamusal düzenin, neyin iyi veya kötü olduğunun, neyin arzulanacağının bilinemeyeceğine dair oluşan modern düşüncenin altını çizer. Tabii bu durum politika felsefesinin imkânını ve gerekliliğini de sorgulatır.[3] Bu noktada ortaya çıkan manzara, siyasetin klasik zihniyetten uzaklaşarak bir tür bilinemezciliğe mahkûm olması neticesinde, kolektif mutluluğu arama uğraşını da imkânı olmayan ve irrasyonel bir konuma itmesidir.

Özetlemek gerekirse düşünsel (felsefe) ve pratik (siyaset) boyutuyla kolektif mutluluğu sağlayan rejimi aramak, inşa etmek ve sürdürmek, modern dünyada en hafif ifadesiyle lüzumsuz bir uğraş mevkiine itilmiştir. Bu halin politik patolojisi ise insanların siyaseti rant dağıtım mekanizması olarak görmesi veya tesir edemeyecekleri yahut ehemmiyetsiz olduğu görüşlerinden dolayı siyasal katılımda bulunmamasıdır.

İşbu metnin odağı “siyaset yapmak” ifadesi de burada ortaya çıkar. Modernitenin faydacı ve bireyci nitelikleriyle karakterize olan yeni siyaset zihniyeti, insanların, siyasetin kötü olduğu kanaatine varmalarına neden olur. Siyasetin yalancılık, yolsuzluk, haksızlık ve benzeri pejoratif sıfatla nitelenmesi bu zihnin eseridir. Dolayısıyla siyaset yapmak, bu kötü sisteme entegre olmak manasına gelir. Bir diğer açıdan da bu kötülüğe ortak olmamak için siyaset yapmamak ön plana çıkarılarak münzevilik tercih edilir. Siyaseti sömürü düzeni olarak kullananlar bilinçli bir siyaset yapmama söylemi geliştirirken (aksi halde sermaye sorgulanır, halk hak talebinde bulunur, iktidar şiddeti kırılır vd.) siyaseti lüzumsuz ve benzeri görenler de bu siyaset yapmama söylemini sürdüreceklerdir (zira siyaset yapmak başa bela olacaktır, hiçbir şey değişmeyecektir, iktidar çok güçlüdür vd.).

Siyasal katılım

Siyaset ile teşrik-i mesaide bulunmak, modern insana özgü bir vaziyet değildir. Hatta bulunmamak öyledir demek yanlış bir iddia olmaz. Zira siyasal katılım, antikitenin zihniyetinde büyük önemi haizdir. Klasik bir örnek, bu durumun neden böyle olduğunu anlamak için isabetli görünür: Bir adaya terk edilmiş Philoktetes, kendisini götürmeye gelenlerle konuşurken “polissiz” kalmanın acısını anlatır.[4] Polis, yani kent düzeyindeki politik ortaklık, modern insanın tahayyül edemediği bir ehemmiyeti haizdir. Devlet ve toplum arasındaki yarıktan beslenen modern yapıya benzemez mezkûr idare, halk bizatihi polistir. Modernitedeki bu eksiklik, yalnızca politik birliğin önemini idrak edebilecek düşünsel beceriden yoksun modern siyasal ideolojilerde değil, aynı zamanda modern dünyanın praksis düzleminde de görülür.

Sürgün. Esasen bu kavram modern zihniyetin politik birliğin değerine hangi açıdan baktığına iyi bir örnektir. Eskiden, bilhassa siyasal suçlular için sıklıkla başvurulan bir cezai müeyyide olan sürgün, 19. ve 20. yüzyıllarda giderek seyrelip kaybolmuştur. Bu noktadaki dikkate şayan husus, sürgünün antikitede alınabilecek en şiddetli cezalardan biri olmasına karşın, modernitede bu hissin (veya düşüncenin) kaybolmasıdır. Nitekim artık politik birlik zihniyet düzleminde önemini kaybediyordur, artık bireyciliğin, parçalığın ve evrenselliğin çağı yükseliyordur. Kişinin bağlı olduğu politik birlikten koparılması artık bir ceza değildir, hatta kimilerince bir ödül olarak bile görülebilir.

Politik birlik ile kastedilen yalnızca bir coğrafî bölge ve sınırları içinde mukim insanlardan ibaret değildir, bunların yanı sıra yasa, varlık, kolektif mutluluktur bahis mevzuu olan.[5] Böylesi bütünsel ve haliyle siyasi bir anlam ihtiva eden yapıdan uzaklaştırılmak elbette büyük bir cezadır, ancak modern insan için değil tabii. Nihayetinde politik birliğin deneyimlediği değer kaybı, siyasal katılımdaki düşüşte kristalize olur. Zira politik birliğin kolektif mutluluğu aradığından veya arzuladığından bahsedilemiyorsa, böyle bir birliğe dahil olmanın gerekliliğinden ya da ehemmiyetinden de bahsedilemez. Nitekim elde kalan, herhangi bir politik faaliyette bulunmaksızın daima kendisine hizmet edilmesini şart koşan liberal (özgür[?]) bireylerdir.

İktidar semantiği

Ludwig Wittgenstein, meşhur kitabı Tractatus Logico-Philosophicus’u şu cümleyle bitirir: “Üzerine konuşulamayan hakkında susmalı.”[6] Peki nedir üzerine konuşulamayan? Sözün bittiği yere gelmenin bir nevi felsefî ifadesini teşkil ettiğini mi düşünmek gerekir, yoksa esasen düşünülemediği için dile dökülemeyenlere dair bir suskunluğa mı işaret edilir?

İkincisi daha isabetli görünür. Düşüncenin ifade edilebilme formu olarak dil, belirli sınırlar çerçevesindedir. Dolayısıyla üzerinde düşünülemeyen, doğru şekilde dile dökülemeyen şeye dair suskunluk makul görünür. Elbette burada ifade edilemeyenin sınırlarını çizmek, susulması gereken noktanın anlaşılmasına yardımcı olur.

İnsan, en temel haliyle sorunları üzerine düşünür. Akıl yürütme becerileri, güçlüklerle karşılaştığı hallerde yoğunlaşır ve bir vasıta üreterek çözüm bulmayı arzular. Bu niteliğin en somut tezahürü ise adaletsizliktedir. Kişi haksızlığa uğradığı vakit bunu düşünmeye, hatta herhangi bir çözüm imkânı bulunmasa dahi kendini tüketme pahasına düşünmeye meyyaldir. Haksızlığın neden olduğu kayba, düşünsel süreç neticesinde ortaya çıkan hak talebi eşlik eder. Hak istemi, işte bu üzerine düşünülenin ifadesine dönüşür. Yani haksızlık, üzerine konuşulması gerekendir.

Haksızlığı konuşmak halkın tabiatına dahildir. Sosyalleşme imkânının bulunduğu hemen her mekânda, dile dökülen adaletsizlikler, tarafların düşünme süreçlerindeki farklılıklar hasebiyle doğrudan ihtilaf yaratır. Bu noktada temel ayrım kendi içlerinde farklılaşsalar da iki ana hatta, bahis mevzuunun haksızlık olduğunu düşünenler ve düşünmeyenler arasında gerçekleşir. Böylelikle söylemin gelişimi, belirli anlamlar içeren kalıplarla sürdürülür.

İktidarın semantiği, esasen anlamanın itaate sürükleyen merhalesinde görünür.[7] Nitekim anlaşılır kılmak, belirli bir hiyerarşi oluşturur. Anlayanın pasif konumda olduğu, anlatının ise iktidarın düşünsel sürecinin dile dökümünü ihtiva ettiği göz önünde bulundurulursa, bu türden bir ilişkinin rıza imalatına cevaz vermesi işten bile değildir. Nihayetinde iktidar, yarattığı anlamı, depolitizasyona endeksler. Aksi, kurduğu anlamsal dizgede kırılmanın olması ve halkın kendi anlamını yaratabilmesi manasına geleceğinden arzulanmaz. Bu nedenle iktidarın semantiği, kurduğu anlam otoritesini korumak için sürekli yeniden üretilen bir mantra geliştirir: “Siyaset yapmayın.”

Siyaset yapmamak

Siyasal katılımın en temelindeki problemlerin başında geç-kapitalin technēsi gelir. Daha somut bir ifadeyle internet, daha dar bir imlemeyle sosyal medya. Benliğin bu denli pohpohlandığı, kamusallığın şeytanlaştırıldığı, köleliğin yeni formasyonunun pik yaptığı bugünlerde sosyal medya müthiş bir kendilik deneyimi sunar.

Sosyal medya uygulamalarındaki paylaşımlarının beğenisi (like, favorite vd.) nicel ve nitel olarak çoğaldıkça kişinin kendine dair beğenisi de artar. Burada dikkat çeken husus özsaygı, özsevgi, özgüven, özyeterlik ve benzeri kavramların sürece eşlik etmemesidir; bahis mevzuu olan yalnızca özbeğenidir. Narcissus, su birikintisindeki yansımasında ıslanıyordu; modern insan ise sosyal medyadaki yansımasında yankılanıyor.

Özbeğeni patolojisinin sosyal medyadaki siyasi paylaşımlara gelen tepkilerle yoğunlaştığı görülür. Bu halde, modernitenin rölativist temelli paradigmalarının argümantatif diyalogların imkânını kestiği göz önünde bulundurularak, söylenilen her şeyin makul bulan bir destekçi kesimi olduğu sosyal medyada kişinin yansıması giderek albeni kazanır. Sosyal medyada her şey söylenebilir, üzerinde düşünülmesine gerek yoktur. Fikir ve ifade hürriyeti gibi temel meseleleri dahi iğdiş eden formasyonda, en amiyane tabiriyle “absürt” bir şeye “absürt” demek dahi ayıplanır. Dile getirilende mantık aramak yanlış gibidir, zira bir tür saygısızlıkla çoktan ilişkilenmiştir bile.

Sosyal medyada deneyimledikleri kendilik metafiziğine hapsolanların, ki bunlar ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar halk veya topluluk olarak nitelendirilemezler, siyasi düşüncelerinin kerameti kendinden menkul ve kıymeti haiz olduğunu düşünmesi yaygındır. Bu bağlamda, aldığı her beğeniyle kıvanç duyan, giderek daha fazla onaylandığını hisseden, siyasi paylaşımının bir tür aktivizm olduğunu düşünecek kadar şizofrenik semptomlar gösteren kullanıcılar, gerçek siyasal katılımın manasını düşünmezler bile.

Dijital mekâna hapsolan siyaset, artık bir tür “siyaset yaparak siyaset yapmama” oksimoronuna mahkûm edilmiştir. Gelinen bu noktada herkes, en apolitik tutum sergileyen kullanıcı dahi, sabrının son noktasına geldiğinde siyasi paylaşımlar yapmaya başlar. Hatta yüksek politize halklarda gündem, neredeyse tamamen siyasi paylaşımlardan mürekkep hale gelir. Daimî olarak siyasetin dünü, bugünü, yarını muhtelif taraflarca tartışmanın mayası olarak kullanılır. Tabii buradaki sorun, bu tarafların yaptıkları şeyin herhangi bir ehemmiyetinin olduğunu düşünmesidir.

Sosyal medyada siyaset yapmak, bir tür mücadele yöntemi olarak görülür. Haksızlığa susmamak, iktidara karşı gelmek gibi manalara gelir. Hatta kimi zaman büyük cesaret gerektiren hareketler olarak ululanırlar. Elbette bu fiziken sokağa çıkmak, hak arayıp hesap sormak, küresel veya yerel iktidar sahiplerinden taraf olmamak, sermaye gruplarının sömürülerine ve hak ihlallerine göz yummamak, eylem ve protesto örgütlemek gibi hakiki siyasi faaliyetlerinde bulunan kişiler için trajikomik olmaktan öteye gitmez. Gerçeklikten soyutlanıp dijital yanılsamalar içinde siyaset yapmak, esasen siyaset yapmamanın ironik bir tezahürü haline gelir.

Tüm bunların yanı sıra, kudret hırsından gözü dönen iktidar sahipleri, bu siyaset yaparak siyaset yapmama haline dahi tahammül edemezler. Onlar için tek şiar vardır: “Siyaset yapmayın.” Bu söylem havada bırakılmaz, altını dolduracak yahut etrafını sarmalayacak çeşitli söylemlerle birlikte dolaşıma sokulur. “Birlik ve beraberliğe ihtiyaç duyduğumuz” günlerdir, “siyaset yapmanın zamanı” değildir, “önce bu günlerin geçmesi” gerekiyordur, “hükümet ve devlet ayrı” şeylerdir… Kısacası halkın maruz bırakıldığı zulmün ardına sükûnete mecburiyet eklenir.

Siyaset yapmamak, bir tür erdemlilik hali olarak pazarlanır. Siyaset yapan bozguncudur, farklı ajandalara sahiptir, farklı çıkar gruplarına hizmet ediyordur, hiç olmasa “vatan haini”dir. Halbuki siyaset yapmanın kaçınılmazlığı, bilhassa zulmün ortaya çıktığı yerde zaruret halini alır. Hatta amiyane bir şekilde ifade etmek gerekirse, siyaset yapmanın vakti, siyaset yapmamanın telkin edilmesinden anlaşılır. Halkın politizasyonunun önüne geçilmeye çalışılan, siyaset mekanizmasının sorgulanmaya başlandığı, siyaset yapmanın pejoratif manada kullanıldığı yerde, iktidarların ve ortaklarının kaçınmaya çalıştığı haklı bir öfke söz konusudur.

Krizin siyaseti

Buraya kadar çizilen çerçevede genel ve soyut kalınan meseleyi, siyaset yapma hususunu, daha dar ve somut bir düzleme çekmek gerekirse bunun için en iyi örnek, Türkiye’nin 6 Şubat günü yaşadığı korkunç deprem felaketidir. Buradaki felaket kelimesini iktidar semantiği sınırları içinde, deprem bizatihi “asrın felaketi” olduğu için değil, Türkiye’deki siyaset mekanizmasının “asrın felaketi” biçimini almasından dolayıdır.

En azından yirmi yıllık bilinçli halk karşıtı politikaların neticesi, on binlerce can kaybı oldu. Yalnız hakiki manada hayatlarını kaybeden insanlar değil, nefes almaya devam etseler de hayatlarını kaybetmiş pek çok insan kaldı geriye. Depremin korkunç tesiriyle bir şekilde yüzleşen insanların sayısı milyonlarla ifade ediliyor. Psikolojik travmalar, uzuv kayıpları ve kalıcı sakatlıklar, mal ve mülk kayıpları, hayvanların ve bitkilerin ölümü, kurtarılan kişilerin kaybolması (alıkonulması[?]) derken hiç kimsenin eski yaşamına dönemeyeceği bir olay vuku buldu. Acıyı, pornografik bir hale getirmeden dile dökmenin oldukça müşkül olduğu bir vaziyet.

İmar aflarından malzemeden çalarak yapılaşmaya kadar türlü günahın ve bu depremden etkilenen herkesin mahvında parmağı olan iktidar ve sermaye gruplarında ise neredeyse en ufak bir sarsıntı dahi olmadı. Deprem, yalnızca halk için bir felaket oldu. Elbette bu, eşyanın tabiatıdır. Kapitalin imtiyazlı kişi ve zümreleri için insaniyet bahis mevzuu değildir. Zira eğer aksi olsaydı, örneğin imar afları gerçekleşmez yahut malzemeden çalınarak yapılanmaya gidilmezdi. Dolayısıyla suça izin verenden suçu yargılamasını beklemek de bir tür adalet istenci patolojisidir. Adalet duygusunu haiz olan, hakkı en başında korur, haksızlıktan sonra eyleme konumuna kendini düşürmez.

Kapital zihniyetin toplumsal formasyonu da bir tür ekonomizme indirgemesinden dolayı, salt kâr odaklı politikalar süregelen bir gelenek haline geldi. Mağrur ifadelerle müjdelenen “tarihin sonu”, duygularından arınan “rasyonel” insanın da zaferini haber veriyordu belki de. Artık zayıfları düşünmek, yardım etmek, dayanışmak gibi şeyler bir anlam ifade etmiyor; ne de olsa neoliberal formasyonun hükmü geçiyor artık, kişi kendini düşünmeli ve aklını kullanarak kazanması için gerekenleri yapmalı. İnsan tabiatına bu denli aykırı bir durumun izleği liberal düşünce geleneğinin temellerinde vardır, haklar düzleminin belirli bir boyutunu ele almaktan kendini özgürlük suretinde sunan bir köleliği ululamaya kadar. Nihayetinde tüm bunların neticesi de varsılın, iktidarın kazandığı ve yoksulun, halkın kaybettiği teatral bir gösteri oldu.

6 Şubat’ın bilançosu çok ağır, Türkiye’nin son yıllarını âdeta paranteze almış İslâmcı-Liberal iktidar ve sermaye sahipleri, bedelini halkın ödediği bir rant siyaseti mekanizması kurdu. Bu bağlamda suçlular çok açık ve seçik bir şekilde ortada. Nihayetinde kâr odaklı serbest piyasacı politikalar, bir tür iktidar pekiştireci olan dinî söylemlerle süslenerek şahsına münhasır siyasal düzenek bina edilmiştir. Lakin tek suçluların iktidar ve sermaye olduğunu iddia etmek de hem biraz kolaycı hem de sağlamcı görünür. Zira mesele Nâzım Hikmet’in, “ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak / kabahat senin, / - demeğe de dilim varmıyor ama - / kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!” dediği gibidir.[8]

Böylesi büyük bir fecaatten sonra bir halkın sokağa çıkmamış olması, sindirilmenin veya vurdumduymazlığın nihai merhalesi olarak yorumlanabilir. Böylesi kolektif paralize halin eşi benzeri de zor bulunur, zira mesele yalnızca hareketsizlik değildir. İvedilikle iktidar semantiğinin devreye sokularak mevcut siyasi dinamiğin de üstüne perde çekilmesidir. Felaketin gerçekleştiği an itibarıyla gelişen tüm süreç, bugüne değin yapılan siyasetin mahsulü olmasına karşın, siyasetin zamanı olmadığına dair metafizik temellendirmeyle siyasetin yapılmamasını salık veren söylem dolaşıma sokulmuştur. Öyle ki mağdur insanların hakkını aramak, ironik bir şekilde insanlıktan soyunmak anlamına gelmeye başlamıştır. Siyasal katılımın şeytanlaştırılması zirveye çıkmış, kolektif mutluluğu aramaya/kurmaya yönelik hiçbir kaygı taşımadığı tüm çıplaklığıyla ayyuka çıkan iktidar, hiyerarşik olarak kendini siyaset yapmaya izin veren merci olarak konumlandırıp yapılmamasına dair söylemi canhıraş dillere pelesenk ettirmiştir. İnsanlar “o” haldeyken siyaset yapmak, halihazırda farklı gayeler gütmenin alamet-i farikası addedilmiştir.

Haksızlığın üzerine konuşulması gereken olması, düşünümsel bir zorunluluğun neticesidir. İnsanların herhangi bir şerh koymaksızın yüreğinde acı hissetmesi, herhangi bir şart koymaksızın varını yoğunu yardım için seferber etmesi, kapitalin ne yaparsa yapsın insaniyeti içimizden sökemediğine bir delil gibidir. Buna karşın buna tahammül edemeyen erk sahipleri, halkın dayanışma ruhuna çomak sokmak için propaganda mekanizmalarını devreye sokmuştur. Zira dayanışma yaşatır ve yaşayan insan politik insandır; ölenin hesabı, yaşayanın borcudur.

İktidar ve sermaye ortaklığında düzenlenen bağış etkinlikleri sosyal adaletsizliği müthiş teatral bir fecaatle gözler önüne sermiştir. Dikey hiyerarşiye dayalı vicdan mastürbasyonu, en temel insan haklarına bile erişimi lüks olan binlerce insanın gözüne sokularak ekranlarda sergilenmiştir. Bunun yanı sıra anlık reflekslere dayalı hayırseverliğin de iyilik olmadığı görülür. Şiddetin çıplak korkutuculuğunun mistik baskısıyla hemen herkes tüm gücüyle dayanışma sürecine girmiş ve mücadele etmiştir. Lakin bu sürecin, Türkiye’nin yıllarca yüzleşmek zorunda kalacağı bir süreç olmasına nazaran, iki haftada sisli bir manzarada kaybolması akıl alır gibi değildir. Tamamıyla siyasal düzleme çekilmesi gereken hususlar, “normalleşme” çılgınlarının naraları eşliğinde yitip gitmiştir. Nitekim normalleşmek, siyaset yapmamanın en sarih ifadesi olarak görünür.

Nihayetinde halk bu tutumu makul bulmuş olsa gerek, depremden sebep oluşan kamuoyu iki haftayı bulmadan saman alevi misali söndü. Siyaset yapmamanın rahatlığı ve kolaylığı baskın gelmiş, köle ruhlu bireylerden mürekkep kapital formasyon unsurları “normal”e dönmeyi tercih etmiştir. Tabii bu normal, siyasal pasifizmin mide bulandırıcı boyutlarına erişen, sömürüyü övme ve zulme alkış tutma patolojisiyle eşleşen alışılagelmiş bir anormallikten öteye gidecek gibi de görünmüyor.

Sonuç

Geç-kapital dönem, modernitenin “sapma”larının pik noktasına ulaştığı bir toplumsal formasyona işaret ediyor. Birlikte ve mutlu bir şekilde yaşayacağımız rejimi aramıyor, arzulamıyoruz. Çünkü bizi buna ulaştıracak düşünsel faaliyetlerden koptuk, felsefe yalnızca “-mış gibi yapma”nın süslü bir hali. Düşünmediğimizden konuşamıyoruz da. Herhangi bir iletişime işaret etmekten oldukça uzak bir suskunluğun pençesinde haklarımızın gasp edilmesini izliyoruz. İzliyoruz, zira sahneye çıkma cesareti gösteremiyoruz. İktidar ve sermaye gruplarının seyircileri olarak “hashtag”ler ile isyan ediyoruz. 6 Şubat’ın ardından seyrelmek şöyle dursun, acımız katlanarak ağırlaşıyor. “Siyaset yapmama” virüsünden etkilenen zihinlerimiz, paralize olmuş bedenlerle neticeleniyor. Siyasetin hak olduğunu unutuyor, hayrı yalnızca kendine olanlardan iyilik bekliyoruz. Gelmeyecek, farkındayız. Yine de beklemeye devam ediyoruz. Zira beklerken yavaşça ısınan bedenlerimiz sıcaklığa alıştığı için acıya katlanabiliyoruz; aynı acıları hissettiğimiz, aynı hülyaları düşlediğimiz, aynı zulme boyun eğdiğimiz insanlarla birlikte bir defalığına ateşe atlamayı kendimize çok görüyoruz, çünkü birlikte olmanın önemini hâlâ idrak edemiyoruz. İktidar semantiğinin siyaset yapmamamız gerektiğine dair telkinlerine teslim oldukça, birlikte ve mutlu yaşama imkânımızın teminatı olan siyaset kötülüğün enkazı altında kalıyor.


[1] Türkçeye de çevrilen bu metin, hâlâ siyasal olana dair tartışmalar açısından temel olma değerini koruyor, bkz. Carl Schmitt. The Concept of the Political: Expanded Edition. George Schwab (çev.). Chicago: The University of Chicago Press, 2007.

[2] Nitekim siyaset felsefesi şeklinde alışılagelen kullanım, pek isabetli görünmez. Zira felsefe, bizatihi siyasal bir faaliyettir. Felsefeyi kategorilere ayırma, bu kategoriler arasında hiyerarşi kurma, felsefeyi herhangi bir şeyle teşrik-i mesaide bulunabilen salt düşünsel edim noktasına indirme, modernitenin patolojik neticeleri gibi görünür. Zira klasik felsefe, siyasal bir haldir. Esas mesele kolektif yaşamı mutlu kılacak rejime dair fikirler geliştirmektir. Politik(a) felsefe(si) hakkında bir tartışma için bkz. Politik Felsefe Nedir?, M. Ertan Kardeş (haz.). İstanbul: Tekin Yayınevi, 2020.

[3] Three Waves of Modernity metni bilhassa modern politika felsefesinin serencamı için mühimdir, bkz. Leo Strauss. An Introduction to Political Philosophy. Hilail Gildin (ed.). Detroit: Wayne State University Press, 1989.

[4] Bkz. Sophocles. Philoctetes. Carl Phillips (çev.). New York: Oxford University Press, 2003.

[5] Polisin, politik birliğin ve ilgili kavramların antik zihinde ihtiva ettiği anlamlara dair temel bir okuma için bkz. Leo Strauss. The City and Man. University of Chicago Press, 1978.

[6] Esasen bu aforizma ile yazarın kastının ne olduğuna dair çeşitli yorumlar geliştirilebilir, dolayısıyla bütünsel okumalarla çeşitli ufuklara uzanmanın imkânı bulunuyor, bkz. Ludwig Wittgenstein. Tractatus Logico-Philosophicus. Charles Kay Ogden (çev.). Routledge, 2007.

[7] İktidarın semantiğine dair temel bir tartışma için bkz. Byung-Chul Han. What Is Power? Polity, 2018.

[8] Dünyanın En Tuhaf Mahluku başlıklı şiir için bkz. Nâzım Hikmet. Bütün Şiirleri. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2008.