“Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya”
Yaşadığı kenti okuyan, doğayı savunan, toplumu düşünerek yaşayan ve bunları hep sessizce dile getiren bir insanı… Kentin hafızasını, doğanın haklarını, insanın birlikte ve eşitlikçi yaşamını savunan bir bilgeyi, Akın’ı kaybettik.

Bizim (kapsamı çok geniş bir biz), hâlâ süren öğrenme sürecimizin 25-30 yılında emeği olan bir öğretmendi Akın. Sevmez “öğretme” kavramını, öğrencileri olduk diyeyim. Hepimizle kent politikalarını, şehircilik yaklaşımlarını; hem deneyim ve örneklerle, hem de sınıfsal, sosyal ve politik bir mesele olarak paylaşırdı her zaman. Sanırım; mimarlık eğitimi sırasında ve sonrasında, bitmeyen öğrenme, biriktirme, çoğalma süreçlerimizin hep ana karakterlerinden biri oldu. Oda, ev, ortak birçok farklı üretim ortamında hep vardı, hep oldu, hep öğrendik.

(20 Kasım 2013, Kurtuluş banliyö istasyonu dinlenme parkında Hacettepe Üniversitesi sosyoloji bölümü öğrencilerine "kentlerle arkadaşlık" anlatırken.)
***
İzleriyle, sözleriyle, emeği ve mücadelesiyle hep yanı başımızdaydı; bizim, kentin, öğrencilerin, ağacın, … yetişebildiği her şeyin.
“Şehir kendini anlatır ama onu duymak sabır ister”
Kent mücadelesini; akademik bir tartışma alanı kadar, insanın kendi mekanına sahip çıkma mücadelesi olarak yaşardı. “Binaların gölgesiyle değil, insanın ve doğanın ortak nefesiyle olan oluşumdur şehir.” derdi. Sadece planla değil, insanla, adaletle, hafızayla kurulana, şehir derdi. Yani, yalnızca mekansal bir organizasyon ya da planlama alanı olmadı O’nun için kent; insanın tarihsel sürekliliği, kolektif hafızası ve toplumsal konumlanışını içeren katmanlar bütünüydü. Akın için kent; bir tüketim alanı olmadı hiç; dayanışmanın, katılımcılığın ve ortak mirasın alanına dönüştürmek içindi mücadelesi.
30 yıl önce daha biz öğrenciliğe başlarken “Otopark değil Güvenpark!” eylemine imza atmışlardı, günlerce imza kampanyası yaparak, İdare Mahkemesi’ne dava açarak mücadele etmişlerdi, Mehmet Adam’la, Aydan Bulca Erim’le, Faruk Bildirici’yle…

“Otopark değil Güvenpark!”
“Kent, insanların adımlarının bıraktığı ritimle ayakta durur. Eğer bir kent sessizleştiyse, orada hayat eksiliyordur.”
Ulus’un taş döşeli sokakları, Kızılay’ın kalabalığı, Dikmen’in yamaçları, Güvenpark’ın ağaçları… O’nun yazılarında da anlatımlarında da nesne olmaktan çıkar, karakterlere bürünürdü. Şehrin kendi hikayesini ve seslerini yitirmemesi için hep emek verdi ve son ana kadar da sürdürdü gerçekten.
Sanıyorum 2014 ya da 2015’ti, bir cuma aradı, “Arkadaşlarımla kısa bir Ankara gezintisi yapalım istiyorum sen de katılır mısın” diye. “Tabii ki” demiştim ben de. “Tepelerden Ankara’ya bakmak” demişti(k) adına. O günlerde henüz kendisiyle tanış olmadığım (bugün) eşim Ayşe’nin, anne ve babası (Sulhiye ve Murat Gültekingil) ile tanışmıştım Akın sayesinde o gezide. Yakın dostlardı. O pazar; Dikmen, Kale, Keklikpınarı gibi birkaç noktadan, tepelerden bakarak Ankara’yı konuşmaya çalışmıştık üç çift ve biz. Anlatamam size hazırlığını, düşüncelerini dile getirişini, tepelerden bakarken bile kente, nasıl bir heyecan ve özveriyle kente tutunduğunu.
“Bir kentin planına baktığınızda, en çok kim dışarıda bırakılmışsa, işte orada adalet açığı vardır.”
Sosyalizm, günlük yaşamda somut karşılığı olan bir etik pusulaydı O’nun için. Kent politikalarıyla sosyal adaleti daima iç içe gördü. O’nun sosyalizmi, tam da bu yüzdendi: Eşitlik, yaşamın her düzeyinde savunulmalıydı. Kentte, doğada, çalışma hayatında, iletişimde, evde, sokakta… Sosyalizmin incelikli, mütevazı ve derinlikli halini taşırdı: insanı önceleyen, hakları koruyan, adaleti kentin yayasından başlatmaya çalışan.
1990, İnsan Hakları Derneği’nde, Çevre Komisyonu olarak “Yaya Hakları Bildirgesi”ni kaleme aldıkları zaman Akın ve arkadaşlarının. Alıntılayalım:
“Biz yayalar,
Bu eşitsiz ve haksız durumu neredeyse kanıksadık; yayalık haklarımızı talep etmeyi ve korumayı unuttuk.
Yaya kaldırımları yayalarındır. Kent merkezi yaya bölgelerinindir. Yaya geçitlerinde üstünlük, mutlak olarak yayalarındır. Herkesin, istediği yere, yaya yollarından gitme hakkı vardır. Kent yaşamının gerçek sahipleri yayalardır.”

“İnsan Hakları Derneği, Yaya Hakları Bildirgesi”
“Kent yenilenmez, kent hatırlanır. Kent bir hak, bir hafıza, bir ortaklık alanıdır.” Akın’ın yıllarca ısrarla hatırlattığı şey, kentteki her değişimin insanların hayatına dokunduğuydu. Dönüşüm projelerini eleştirirken kullandığı temel yaklaşım hep buydu: “Kent bir hak, bir hafıza, bir ortaklık alanıdır.”
90’lar ortasında, Gözdem (Tubay) ve Akın’la Mimarlar Odası kütüphanesini yeniden düzenlediğimiz o birkaç ayda öğrendiklerimiz kente, mimarlığa, insana dair tüm bakışımıza büyük katkı sağladı demem az kalır, daha fazlası kesinlikle vardır.
“Bir ağacı korumak bazen bir kenti korumaktan daha güçtür. Çünkü ağaç, yalnızca doğayı değil; o kente duyduğumuz bağlılığı da temsil eder.”
Ekoloji, onun için hem etik hem politik bir duruştu. Betonlaşmanın, plansız büyümenin ve ekolojik tahribatın yalnızca çevreyi değil; toplumsal adaleti de yaraladığına dikkat çekmek için çok çabaladı.
Bir dönem, her cuma otobüse binip, Kızılay’a iner, Dost Kitabevi’ne gidip -listesi hazır- haftalık kitaplarını alıp, sonra Tarih Vakfı’na gelirdi. Yanında yeni aldığı kitapları, Tarih Vakfı’nın o haftaki söyleşisini dinlerdi, yaşam rutinlerindendi bu.
O’nun Ankara’sını O’ndan bir yaklaşımla bitirelim:
“Ankara’nın en güzel yanı, kendini saklamasıdır. Ama gizlediği o hikayeyi bilmek için, sokaklarında, evlerinde emek vermek, temas etmek gerekir.”
Geçmiş zaman, Neyzen Tevfik Sokak’ta, balkonundan nefis bir Himalaya Sediri'ne baktığımız, Akın’ın annesinin evine (annesi hayattayken) küçük tamiratlar yapmıştık, 2007-2008 civarları gibiydi. Birkaç yıl sonra annesini kaybetmişti Akın. Birkaç yıl hiçbir şey yapmadan bekledi, hep birlikte çıkardığımız yerel gastenin ofisi olsun istedi, kabul etmedik… Bir süre daha boş bekledikten sonra, o evi bir kitap-ev’e çevirme kararı aldı. Yüksek lisans ve araştırma yapan lisans öğrencileri için bir ev-kütüphane olacaktı. Düşündük, çizdik, hesapladık, çalıştık, hazırlandık ve evi dönüştürmeye giriştik. Sanırım tadilatın ilk günleriydi ve kırım, tamir, alçı ekibinin ufaklıklarından biri, taşıyabilmek için oradaki sandığı hafifletmeye çalışırken bir küçük silah buldu, koşarak bana getirdi. Kızdıydım ben de, sandığı açtığı için ama taşıyabilmek için de biraz boşaltması gerekiyordu. Yanıma alıp Akın’a gittim. İmrahor’a bakan balkonunda koyduğu çayları içerken çıkardım ve uzattım… Gözleri yaşlandı ve anlattı hikayesini:
“Babamın silahı. Öğrencilik yıllarında bir-iki kez gizlice almıştık ve Sinan’la (Cemgil) İmrahor taraflarında deneme atışları yapmıştık, sonra bir daha hiç göremedim. Annem, kullanmayalım diye kaldırmıştı belli ki ve 35 yıl (1969/70 —> 2014) sonra sen buldun.” demişti.

Onu anmak; kent(li) hakkını savunmaya devam etmek… Parkları, sokakları, hafızayı korumak… Ekolojik tahribata karşı ses çıkarmak... Sıradan insanın kent yaşamındaki hakkını hatırlamak… Şehri, kendi hikayesiyle yeniden kurmak ve inatçı bir şekilde doğru bildiğinin yanında durmakla olabilir ancak.
Güle güle Akın.





