Kararsızlığın Erdemi: Kesinliğin Gölgesinde Düşünmek

                                                                         “Bir karar verildiğinde, olasılıklar ölür.”

Simone de Beauvoir

 

“Gün doğumunun siyah sütü seni akşam içiyoruz, öğlen ve sabah içiyoruz, gece de içiyoruz…” Paul Celan’ın “Death Fugue” şiirindeki bu dizeler, şiir doğrudan kararsızlık temasını işlemese de dilin tekrarlar ve muğlak imgeler aracılığıyla sürekli kaydığı, okuru bir türlü sabit bir anlam noktasına yerleştirmediği bir yapı kurar. “Siyah süt” hem yaşamın hem ölümün iç içe geçerek birbirini gölgelediği bir atmosferde, insanın neye tutunacağını bilemediği bir kararsızlık halini çağrıştır. Modern edebiyatın büyük bir kısmında kararsızlık tam da böyle işler. Bir eksiklik değil, anlamın ve eylemin dayandığı zeminin kırılganlığını görünür kılan yaratıcı bir eşik. Franz Kafka’nın Dava ve Şato romanlarında kararsızlık, açıklanamayan nedenler ve çözülemeyen yapılar karşısında karakterlerin hangi adımı atacağını bilememesiyle bütün dünyanın işleyişine dönüşür. Camus‘nün Yabancı’sında varoluşun anlamı kayganlaşır; eylemin gerekçesi sürekli muallakta kalır. Beckett’in metinlerinde kimlik, zaman ve mekân kayarak karar vermeyi imkânsızlaştıran bir boşluk yaratır. Saramago’nun Körlük’ünde ise kararsızlık, çöken toplumsal düzenin içinde hangi davranışın doğru olduğunu kestirememenin sarsıcı deneyimi üzerinden işler. Yüzyıllık Yalnızlık’ta kararsızlık, romanın hem yapısında hem karakterlerin yaşamında merkezî bir düzeyde belirir. Marquez’in dünyasında bu kararsızlık, mistik olaylar, kehanetler ve zamanın bulanık akışı sayesinde sürekli derinleşir; geçmiş, şimdi ve gelecek iç içe geçtikçe hem karakterler hem okuyucu hangi zamansal ya da duygusal noktada durduğunu bilemez. Kesin bir sonuç ya da net bir hakikat yoktur; tereddüt, anlatının asli ritmine dönüşür. Bu kararsızlık, tıpkı felsefede tartışıldığı gibi, eylem ve düşünce arasındaki gerilimi görünür kılar; bu bağlamda bir düşünme felcine değil, farkındalığa yol açar.

Türk edebiyatında M.C. Anday’ın İsa’nın Güncesi ve Gizli Emir romanlarında kararsızlık güçlü bir anlatım aracıdır. Karakterlerin motivasyonları, olayların ardındaki niyetler ve bilgi eksikliği, onları sürekli bir düşünsel eşikte tutar; okuyucu da bu eşiğe dahil olur. Bu kararsızlık bir kaçış değil, hangi eylemin doğru olduğuna dair bir bilinç edinme çabasına dönüşür. Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam ve Anayurt Oteli romanlarında, Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında kararsızlık karakterlerin iç dünyasının temel yapısına sinmiştir. Bu romanlarda karar verememe hali bir zayıflık değil, modern öznenin dünyayla kurduğu gerilimli ilişkinin doğal sonucudur. Şiirde de benzer bir damar vardır: T.S. Eliot’ın “The Waste Land”inde parçalanmış bilinç ve kesintili anlatı, Celan’ın şiirlerinde dilin kendisindeki kayma, Edip Cansever, Cemal Süreya, Tanpınar ve Ece Ayhan’da zaman, kimlik ve anlamın buğulanması karasızlığın estetik bir forma dönüştüğünü gösterir. Bu eserlerin ortak yanı, kararsızlığı edilgenleştirici bir duraksama olarak değil; çağın ruhunu, öznenin iç çatışmasını ve düşüncenin derinleştirici noktasını ortaya çıkaran estetik ve düşünsel bir imkân biçiminde kullanmalarıdır.

Edebiyatın ve şiirin muğlak anlatıları, Celan’ın “siyah süt”ü, Kafka’nın açıklanamayan bürokrasisi, Camus’nün Yabancı’sındaki anlamsızlık, Beckett’in kayan kimlikleri ve Saramago’nun toplumsal körlüğü insan deneyiminin belirsiz, çoğu zaman çözülemez yanlarını gözler önüne serer. Bu anlatılar tıpkı felsefenin belirsizliği sorgulaması gibi, kesin cevaplar sunmaktan çok, soru sorma, olasılıkları düşünme ve zihni dar kalıplardan çıkarma işlevi görür. Edebiyat ve felsefe, farklı biçimlerde de olsa insanın dünyayı anlamlandırma çabasında belirsizlikle, dolayısıyla bir tür kararsızlıkla yüzleşmesinin önemini ortaya koyar. Çünkü belirsizliğin ürettiği kararsızlık, kesinlik kadar rahatlatıcı olmasa da düşüncenin esnekliğine ve özgürlüğüne alan açar; aksine, mutlak cevaplar, iman edilmiş kesin kanılar, tartışmasız kararlar bizi dar bir yola mahkûm ederken, belirsizliğin yarattığı kararsızlık yeni perspektiflere ve anlam olanaklarına kapı aralar. Post-modern felsefe de bu çeşit bir belirsizliği merkeze alan bir düşünce tarzıdır. Evrensel hakikat iddialarına ve tek bir anlatıya şüpheyle yaklaşır, anlamın çoğulluğunu ve sürekli yorumlanabilirliğini vurgular. Tıpkı belirsizlik ve şüphecilik felsefesinde olduğu gibi, post-modern yaklaşımda da belirsizliğin ürettiği kararsızlık, bir eksiklik değil, düşüncenin, eleştirinin, özgür ve özerk eylemin canlı kalmasını sağlayan verimli bir alan olarak görülür. Nitekim kişisel deneyimlerimizden de biliriz ki kesinlik peşinde koşmak bizi belirli bir duruma, duyguya, düşünceye sabitleyebiliyor, açık uçlu düşünmeyi engelleyebiliyor. Dolayısıyla bir bocalama, eyleyememe haliymiş gibi görünen karasızlık, gerçekte düşüncenin özgürlüğü, sınırsızlığı ve yaratıcı potansiyelinin ortaya çıkması için vazgeçilmez bir olanaklılık haline geliyor.

Bu noktada belirsizlik yerine neden karasızlık demeyi seçtiğimi kısaca anlatma ihtiyacı duyduğumu belirtmeliyim. Bu metni okuyan okurun, “kararsızlık”ı, “belirsizlik”in yerine kullandığımı düşünmesini istemem. Kararsızlığı, evrensel doğanın ve yaşamın yapısında içkin olan mutlak “belirsizlik” karşısında insanın düşünme ve eyleme olanağını yeniden yapılandıran refleksif bir duruş olarak kullanıyorum; zira kararsızlık, belirsizliğin sunduğu olası dünya tasarıları arasında normatif bir seçimin hangi temellendirmeyle yapılabileceğini sorgulayan eleştirel bir ara-alan işlevi görüyor. Belirsizliği ontolojik bir durum olarak, kararsızlığı ise öznenin buna çoklu cevabı biçiminde tarif etmek mümkün. Belirsizlik dünyanın, olayların, tarihin yapısında zaten vardır; insandan bağımsızdır. Ontolojik ve epistemiktir. Kararsızlık ise öznenin tutumudur; belirsizlik karşısında nasıl düşündüğü, nasıl eylediği, nasıl karar verdiğiyle ilgilidir. Üzerinde düşünülmesini gerekli gördüğüm şey, dünyanın-yaşamın belirsizliği değil; insanın her tür belirsizlik karşısındaki gerilimli düşünme ve eyleme sürecini analiz etmenin bir ihtiyaç olduğudur. Metin boyunca tartışmaya değer bulduğum şey, dünyanın belirsiz olması değil, daha çok bununla ilişkili olarak mutlak kararlar vermenin ağırlığı, kesinlik inancının yanıltıcılığı; düşüncenin karar ânında kesilmesi, Sokratik şüpheyle pratik zorunluluk arasındaki gerilim, modern ve post-modern edebiyatta, düşünce dünyasında ve hayatın pratiği içinde karar verememe halinin işlevi, anlamı ve taşıdığı değerdir. Bunların hepsini belirsizliğin değil, kararsızlık kavramının anlam alanı içinde değerlendirmeye tabi tutmak mümkün. Çünkü belirsizlik geniş bir kavramdır; fiziksel, psikolojik, siyasal, hatta metafizik anlamları vardır. “Kararsızlık” ise daha edimsel, insana dair, eylemle, özneyle, seçimle ilgili bir kavramdır. Dolayısıyla benim savunduğum şey kararsızlığın, genel kanı ve eğilimin tersine olumlanmasıdır; belirsizlik burada, kararsızlığın a-priori önkoşulu olarak verilidir, bu bağlamda anlam kazanır ve dolayısıyla olumlama veya olumsuzlamaya tabi tutulamaz. Edebiyattan verdiğim örneklerde de aslında belirsizlik anlatı tekniği olarak değil, kararsızlığı ortaya çıkaran varoluşsal bir durum olarak işlev görüyor.

Bertrand Russel Dünya Görüşüm eserinde kesinlik eğilimi karşısında şu cümleleri kurar: “Ben hiçbir şeyden emin olmamak gerektiği düşüncesindeyim. Eminseniz, aldandığımızdan da emin olabilirsiniz, hiçbir şey emin olmaya değmez çünkü. İnsan inandığı şeyler içinde her zaman biraz kuşkuya da yer bırakmalıdır ve bu kuşkuya rağmen yine de enerjiyle hareket edebilmelidir.”[1] Russel bu ifadelerde, kesinlik peşinde koşmanın yanıltıcı olacağını ve insanın inandığı şeylerde daima biraz kuşkuya yer bırakması gerektiğini savunur. Fakat bu kuşku eylemsizliğe yol açmamalı, aksine daha bilinçli ve enerjik hareket etmeyi sağlamalıdır. Bu noktada belirsizlik, bir eksiklik değil, aklı ve sorumlu eylemi canlı tutan bir araçtır. Bu ifadeler ışığında hiçbir şeyden emin olmama halinin kesin kararlar almada bir duraksama, kararsızlık hali içinde en iyi düşünceyi arama çabasına izin vereceğini değerlendirmek gerekir. Russell, Felsefenin Sorunları eserinde de belirsizlik veya şüphe üzerine düşünmeye devam eder. Burada da mutlak olanın belirsizlik olduğu ve karar verme süreçlerinde dünyanın bu belirsizlikle dolu doğasının göz önünde bulundurulması gerektiği ve dolayısıyla kararsızlığın, bu belirsizliği doğru tanımlamak için bir düşünme fırsatı yarattığı ortaya çıkar.

Felsefenin değeri büyük ölçüde belirsizliğinde yatar. Herhangi bir felsefi eğitimden yoksun olanlar, sağduyudan türetilen önyargıların, zamanlarının ve ülkelerinin alışılmış inançlarının ve akıllarının işbirliği veya onayı olmadan içlerinde gelişen inançların tutsağı olarak hayatlarını sürdürürler. Böyle bir birey için dünya kesin, sınırlı ve apaçık görünür; tanıdık nesneler hiçbir soru sormaz ve alışılmadık olasılıklar küçümseyerek reddedilir. Ancak felsefi olarak düşünmeye başladığımız anda, günlük yaşamın en sıradan şeylerinin bile ancak çok eksik cevaplar sunabileceğimiz sorunlara yol açtığını görürüz.

Russell’a göre felsefe, kesinlik üretmekten çok, zihni alışıldık kabullerin dar çerçevesinden çıkarma işlevi görür. Bilginin sınırlarını titizlikle araştırmak, aynı zamanda sınırların nerede başladığını ve nerede tükendiğini göstermek anlamına gelir. Bu nedenle felsefe, “mutlak doğrular”a değil, sorgulanabilirlik ve açık uçluluk alanına aittir. Belirsizlik, Russell için bir eksiklik değil, düşüncenin özgürleşme koşuludur. Eğer her şey kesinlik adına kapatılırsa, soru sormanın ve eleştirinin zemini yok olur; bunun sonucu da onun “dogmatizm” dediği fikrî kapanmadır. Felsefenin belirsizliği ise zihni genişletir, başka olasılıkları ve alternatif bakış açılarını mümkün kılar. Belirsizlik, Russell’ da aktif bir kararsızlık hali; düşünceyi diri, eleştirel ve özgür tutan bir alan. Felsefe tam da bu alanı açık tuttuğu ölçüde değerlidir.

Russell’ın Felsefenin Sorunları’nda vurguladığı belirsizlik, yalnızca bilginin sınırlarını gösteren bir düşünsel durum değil, aynı zamanda kararsızlığı mümkün ve değerli kılan bir zemin olarak okunabilir. Russell için felsefenin değeri, dünyanın kesinlikten ziyade muğlaklıkla çevrili oluşundan kaynaklanır; ancak bu muğlaklık pasif bir tereddüt hali değildir. Bilakis, kararsızlık dediğimiz o aralıksız sorgulama eşiği, zihnin özgürleştiği yerdir. Felsefi eğitimsiz bireyin dünyası Russell’a göre “kesin, sınırlı, apaçık” görünür; çünkü kararları, hem sağduyunun önyargılarından hem de içinde bulunduğu zamanın ve kültürün alışılmış inançlarından beslenir. Bu kişi için kararsızlık bir kusur, belirsizlik ise tehlikeli bir boşluktur. Oysa felsefi düşünmeye başladığımız anda, en sıradan olgular bile bizi cevaplamakta zorlandığımız sorulara götürür; işte bu noktada kararsızlık, düşüncenin taşıyıcı mekânı haline gelir. Russell’a göre felsefenin amacı kesinlik üretmek değil, zihni alışıldık kabullerin dar çerçevesinden çıkarmaktır. Bilginin sınırlarını araştırmak, yalnızca neyi bildiğimizi değil, hangi kararlara hangi sınırlar içinde varabileceğimizi de açığa çıkarır. Böylece kararsızlık, belirsizliği doğru tanımlamayla başlayan, ama belirsizliği aşma iddiası taşımayan bir süreçtir; felsefede karar vermek acelecilik değil, erteleme ve yeniden düşünme cesareti gerektirir. Bu nedenle Russell’ın belirsizlik vurgusu, aslında daha derin bir düşünsel imaya sahiptir. Kesinlik istenci zihni kapatır; kararsızlık onu açık tutar. Dogmatizmin kaynağı, her şeyi çözümlenmiş, tamamlanmış ve tartışılamaz sayma eğilimidir. Felsefî kararsızlık ise tam tersine, alternatiflerin görünür olduğu, bakış açılarının çoğaldığı, düşüncenin genişlediği bir açıklık yaratır. Kararsızlık burada bir yoksunluk değil, düşüncenin dinamizmini koruyan, eleştirelliği canlı tutan bir imkândır. Sonuçta Russell’ın belirsizliği değerli sayması, felsefi bir tutum olarak kararsızlığa verilen olumlu anlamı da içerir. Kararsızlık, belirsizliğin edilgen bir sonucu değil; özgür düşüncenin, dogmatizme karşı direncin ve yeni olasılıkları görebilmenin aktif bir biçimidir. Felsefe, tam da bu kararsızlık alanını açık tuttuğu sürece değerlidir.

Russell ve ilk paragrafta yer verdiğimiz yazarlar, belirsizliği farklı bağlamlarda işleseler de bu örneklerin hemen hepsinde belirsizlik, kesinliğin yıkıcılığına karşı bir soluklanma/düşünme alanı olarak olumlanır. Karasızlığı, düşüncede ve eylemde bir bulanıklık/karmaşa, seçenekler arasında donup kalma olarak adlandırmadığımı, aksine kesinlik yanılsamasını askıya alarak hem düşüncenin hem eylemin hem de benliğin bir dinamizm içinde yeniden konumlanmasını mümkün kılan eleştirel bir özgürlük alanı olarak kavradığımı belirtmeliyim. Oysa karar verme ve kesinlik yetisi, yüzyıllar boyu ve çağımızın parlak yüzünde kusursuz bir beceri gibi sunulur. Özellikle günümüzde riskten arındırılmış, verimliliğe programlanmış, hata yapmanın bile başarı anlatısının bir parçasına dönüştüğü steril bir beceri… Oysa aynanın arka tarafında, kararın her zaman bir tür karanlıkla, öngörülemezlikle ve bilinmeyenlerle iç içe olduğunu görürüz. Bize “doğru zaman, doğru bilgi, doğru tercih” anlatısı öğretilmiştir ama gerçekte karar dediğimiz şey, belirsizliğe keskin bir bıçak sokmaktan başka bir şey değildir. Nitekim karar vermek, bir kesintiye işarete eder; olasılıkları yok etmek, başka ihtimallerden vazgeçmek. Bir doğruluğu keşfetmekten çok, mümkünler dünyasını dışarıda bırakmaktır. Fakat bugün içinde yaşadığımız kriz çağında bu kesme eylemi neredeyse imkânsıza yakın. Zaman daralır, bilgi eksilir, beklentiler büyür; böylece karar, yalnızca rasyonel bir işlem olmaktan çıkar, cesaretle, hatta kimi zaman inançla alınan bir sıçramaya dönüşür. Kriz ânında “doğru”yu bilmek mümkün olmadığını göre yine de kendimizi suçlayarak “fark edebilirdik”, “öngörebilirdik” aslında demek, kararsızlığımızın modern bir yanılsamaya bağlı olduğunu gösterir.

İnsanlık tarihi genel bir eğilimle kararlılık üzerinden okunur; sanki karar vermek, insanın dünyaya tutunmasının tek yoluymuş gibi. Düşünce-duygu ve eylemlerinde kararlı davranan, kararsızlık içinde bocalamayan birinden övgüyle söz edilir. Kararsızlık bu bahiste kişilikte ve bilinçte bir eksiklik ve zayıflık olarak düşünülür. Oysa bu anlatı, tarihin görünmeyen çöküntülerini örter. Kararlılık çoğu kez düşünmeyi kesintiye uğratmanın, belirsizliğe tahammül edememenin, dünyayı tek bir çizgide dondurmanın aracına dönüşmüştür. Modern insan karar verirken kendini özgür sanır fakat çoğu zaman yaptığı şey, varoluşun sonsuz çoğulluğunu kendi korkularının dar çerçevesine sıkıştırmaktır. Bu yüzden tarihe bakıldığında kararsızlığın değil, kararlı kesinliğin neden olduğu felaketlerin dökümünü görürüz. “Tanrı adına savaşmak doğrudur” kararı, “ırklar eşit değildir” kararı, “devletin bekası bireyin haklarından önemlidir” kararı… Hepsi de düşüncenin durduğu, doğruluğundan hiç şüphe edilmeyen kararların düşüncenin yerine geçtiği anların ürünüdür. Nietzsche’nin “Hakikati bulduğunu sanan insan fanatikleşir” uyarısı tam da bu nedenle modernliğin kalbine saplanmış bir çividir. Kesinlik, düşüncenin ölümüdür.

Bugün kararsızlıktan korkmamızın nedeni, aslında kendimizden korkmamızdır. İnsan karar verdiğinde yalnızca bir olasılığı seçmiş olmaz; aynı zamanda kendi içindeki yüzlerce olasılığı da sessizce infaz eder. Bu yüzden karar, görünüşte cesaret ve özgürlük gibi dursa da çoğu zaman kendi içimizde yaptığımız bir kapatmadır. Kararsızlık içinde düşünmeyi sürdürmenin asıl önemi burada ortaya çıkar. Kararsızlık, insanı kendi ve evrenin sonsuzluğuna açık tutar. Bu yönüyle “eğer” sorusu, tarihin en güçlü felsefi araçlarından biridir. Karşı-olgusal tarih yalnızca spekülatif bir oyun değildir; insanlığın kararlarının ağırlığını hissetmemizi sağlar. Birinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde birkaç gün süren kararsızlık, belki de yüzyıllık bir yıkımı önleyebilirdi. Hiroşima’da bir kararsızlık ânı, modernliğin bütün etik topografyasını değiştirebilirdi. Türkiye özelinde düşünürsek de bir yüzyıllık tarihte, kesinliğinden hiç şüphe duyulmadan alınan birçok katı, sekmez kararın yarattığı tahribatın yıkıcı izleri görülür. Bu örneklerin önemi, kararların sonuçlarını değil, kararsızlığın doğurabileceği etik ufku göstermesidir. Kararsızlık bazen bir yetersizlik değil, tarihsel sorumluluğun en yoğun biçimi olabilir. Çünkü kararsızlık, insanın kendi eyleminin geri dönülmezliğini fark ettiği andır. Karasızlığın pratikte sürdürülmesinin imkânsızlığı, insanı sürekli hızla ve kati biçimde karar verme zorunluluğu içinde koşturan kapitalizmin doğasıyla ve bu yönlü işletilen algıyla ilgilidir.

Bergson’un yaratıcı evrim anlayışında yaşam, yalnızca gerçekleşmiş olanla değil, gerçekleşebilir olanla da akar. Deleuze’ün “oluş” kavramının yarattığı düşünsel devrim ise burada kararsızlığın beklenmedik bir anlamını açığa çıkarır. Oluş halindeki varlık karar vermez, yön değiştirir. Kararlılık, oluşu dondurur; kararsızlık ise oluşun kendisine sadıktır. Burada kararsızlık artık bir tereddüt değil, bir varoluş yeteneğidir. Dünyanın çokluğuna katlanabilme yeteneği. Kararsız insan kararsız olduğu için değil, dünyayı tek bir imkâna indirgemeyi reddettiği için değer taşır. Arendt’in, Eichmann üzerinden anlattığı “kötülüğün sıradanlığı”, çoğu kez yanlış anlaşılır. Arendt kötülüğün kaynağının şeytani tutkular değil, düşüncenin askıya alınması olduğunu vurgular. Eichmann’ın kötülüğü, verilen kararları itirazsız uygulama iradesiydi. Düşünmemenin güvenli konforu… İtaatin körlüğü… Bu anlamda kararsızlık, etik bir uyanıklık biçimidir. Kararsız kişi düşünmeyi sürdürdüğü için kararsızdır. Kararlı olan ise çoğu zaman yalnızca emrin mantığına teslim olmuştur. Kararsızlık, karar ile vicdan arasında bir boşluk açar; işte etik düşüncenin nefes aldığı yer tam da bu boşluktur. Pierce’in “fallibilizm”i, bilginin asla tamamlanamayacağını söylemekle kalmaz, insanın kendini yanlışlayabilme cesaretini yüceltir. Yanılabilirlik bilinci, kararsızlığa ahlâki bir derinlik kazandırır. Kararsız insan dünyayı bilmediği için değil, çok iyi bildiği için kararsızdır. Gerçeğin hiçbir zihne bütünüyle sığmayacağını bilir. Kararsızlık cehalet değil, düşünsel tevazudur. Düşünsel olarak güçlü olan, seçmekte acele etmeyen; seçtiğinde ise seçimin mutlak olmadığını bilen kişidir. Kararlılık modernliğin mitolojisidir; kararsızlık ise modernliğin unuttuğu erdem. Kararlı insan güçlü görünür; oysa çoğu zaman kendi korkusuna sığınmıştır. Kararsız insan seçme yeteneğinden yoksunmuş gibi görünür; oysa dünyayı bütün ihtimalleriyle taşıyacak kadar geniş bir ufka sahiptir. Belki de insanlığın kurtuluşu, sandığımız gibi kesinlikte değil, düşünmeyi sürdüren bu sonsuz açıklıkta gizlidir.

Kararsızlığın Epistemik Arka Planı Olarak Şüphe

Kararsızlığın güncel görünümlerini anlamak için onu yalnızca bilişsel bir tıkanma ya da pratik bir gecikme olarak değil, felsefe tarihinin en eski jesti olan şüphenin modern biçimi olarak ele almak gerekir. Sokrates’in “Tek bildiğim şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü ya da Montaigne’in “Ne biliyorum?” sorusu, Descartes’ın fiziksel olarak var olduğundan dahi duyduğu metodik şüphesi, basit bir entelektüel, felsefi tereddüdü değil, insanın dünyaya yönelirken taşıdığı ontolojik açıklığın ifadesidir. Bu açıklık, görünürdeki kesinliklere tutunarak kolayca kapattığımız bir boşluğu temsil eder; gündelik hayatın konforu tam da bu boşluğun unutulmasına dayanır. Ne var ki, dünyanın bu görünürdeki açıklığı yanıltıcıdır. Deleuze’ün bir “şemsiye” metaforuyla açıkladığı gibi, kendimize güven duygusu veren kavramların altına sığınır, o kavramların sunduğu düzen fikrini gerçekliğin kendisi sanırız. Oysa bu düzen, Platon’un mağarasındaki gölgeler gibi, ancak sorgulandığında kendi yapaylığını ele verir. Dolayısıyla kararsızlık, sanıldığı gibi düşüncenin zayıfladığı yer değil, aksine düşüncenin bu sahte açıklıkları çatlatmaya başladığı eşiktir. Bu açıdan şüphe, düşünsel faaliyetin vazgeçilmez bir koşuludur; fakat kendiliğinden ortaya çıkan bir yeti değildir. Sürekli sorgulama, yalnızca verili yargıları askıya almak değil, aynı zamanda kendimizle aramıza mesafe koyabilmek anlamına gelir. Bu içsel mesafe olmaksızın hiçbir düşünce oluşmaz. Kararsızlığı mümkün ve anlamlı kılan da bu mesafedir. Düşüncenin açtığı sorularla eylemin talep ettiği karar noktası arasındaki gerilimi görünür kılar.

Tam da bu nedenle, kararsızlık ile şüphe arasındaki ilişki, modern konformizm bağlamında özel bir önem taşır. Hannah Arendt’in “şaşkınlıkların adamı” dediği düşünür, hâkim kanaatlerin buyurganlığına teslim olmayan kişidir; çünkü konformist söylemin en önemli özelliği, kendi kesinliklerini tartışmaya kapalı bir doğallık olarak sunmasıdır. Bu karşılaşmada yaşanan donma ve diyalojik düşüncenin askıya alınması kararsızlığın patolojik değil, eleştirel bir semptom olduğunu gösterir. Kararsızlık burada düşüncenin işlevsizliği değil, düşüncenin zorunlu savunma refleksidir. Bununla birlikte, eleştirel mesafenin toplumsal söylemde çoğu kez yanlış anlaşılması, kararsızlığı daha da karmaşık bir hale getirir. Bir fikri sorgulamak, genellikle o fikre karşıt bir pozisyon almak olarak yorumlanır; böylece, düşünürde olmayan bir “taraf” ona atfedilir. Bu yanlış okuma, düşünsel çoğulluğun yerini ikili karşıtlıklara bırakan modern kamplaşmanın tipik bir sonucudur. Oysa kararsızlık, iki zıt görüş arasında sıkışmak değil, her iki görüşün taşıdığı varsayımları görünür kılabilecek açıklığı korumaktır.

Şüphe ile karar arasında kurulan bu gerilim, kararsızlığın felsefi anlamını derinleştirir. Sokratik şüphenin düşünceyi “felç eden” etkisi, aslında onu özgürleştiren koşuldur. Kesinliği askıya alarak düşünceyi yeniden başlatır fakat aynı anda pratik yaşamın zorunluluklarıyla çatışır. Bu çatışma kararsızlığın varoluşsal ağırlığını oluşturur. Şüphe düşünmeyi gerektirir; karar verme ise düşüncenin bir noktada kesilmesini. Kararsızlık bu iki hareketin tam ortasında yer alan kırılgan ama verimli bir aralıktır. Bu nedenle kararsızlığı bilişsel yetersizlik gibi görmek yanıltıcıdır. O, düşüncenin açtığı boşluk ile eylemin gerektirdiği bağlanma arasında kurulan zorunlu bir müzakerenin ürünüdür. Bu müzakere başarısız olduğunda kararsızlık felç edici görünür; ancak başarıyla sürdürüldüğünde, eleştirel düşüncenin ve özerk eylemin temel koşuluna dönüşür.

Sonuç olarak, kararsızlık, bizi belki yaşamı planlamak ve ilerlemek anlamında zorlar ama düşünce ve eylem arasındaki gerilimi görünür kılar. Çünkü seçimlerimiz yalnızca seçenekler arasında değil, kendi ihtimallerimiz ve belirsizliklerimiz arasında yapılır. Kesinlik bir rahatlama yanılsaması sunarken, şüphe ve kararsızlık bizi kendi benliğimizle ve sorumluluğumuzla yüzleştirir. Kesinlik bizi sabitleyebilir, ama kararsızlık, en küçük adımda bile, kendi varlığımızı seçme cesaretini bize verir. Ve belki de düşünmenin en temel dersi buradadır. Tam emin olmamak belki en güvenli yol değildir ama en yaratıcılığa açık, özgür ve en insani olanıdır. İnsanlık tarihi güçlü irade sahiplerinin kararlı tutumları ve cesur eylemleriyle yön kazanmış, seçilen yolda mesafe almıştır. Bu tarih, aynı zamanda bu kararlı eylemlerin yarattığı trajik sonuçlarla da doludur. Dolayısıyla kararsızlığı değerlendirmek, “Bu yıkıcı kesinlikler olmasaydı başka bir insanlık tarihinden söz edebilir miydik?” sorusunun peşine düşmek açısından anlamlıdır. Kararsızlık, eyleme halinden kaçmak değil, seçeneklerden sadece birinin doğruluğuna iman etme halini sorgulamak ve sonsuz mümkünler evreninde olduğunu bilince çıkarmak demektir. Bu bilinç her tür taassubun, dogmatizmin, fanatizmin ve yüzeyselliğin, darlığın, benmerkezciliğin tuzağına düşmemek için bir düşünsel araç olarak işlev görür.


[1] Bertrand Russell, Dünya Görüşüm, çev. Samih Tiryakioğlu, Bilgi, İstanbul, 1977, s. 5.


Fotoğraf: Javier Allegue Barros