"Yürümenin Felsefesi"

Yurtdışı gezilerime tek başıma çıkmayı tercih ederim. Başlangıçta bu yalnızlık bir ağırlık gibi görünürdü. İnsanın yanında konuşacak biri olmayınca sessizlik, boşluk gibi gelir ya hani… Ama zamanla fark ettim ki yalnızlık, kalabalığın gürültüsünü susturduğunda detaylar ses vermeye başlıyor: Taş döşeli bir tren istasyonunun kemerli çatısında sallanan eski saat, bir pasajın kubbesinden zemine düşen loş ışık, vitraylı bir pencereden süzülen gölgenin ahşap sütunlara yaslanışı.

Zamanla yolculuk, haritalardaki boşlukları doldurmanın ötesinde, içimdeki bilinmeyenleri adım adım keşfetmek anlamına gelmeye başladı. Yeni sokaklar, diller ve gölgeler arasında yürürken, asıl yolculuğun dışarıya değil, içeriye doğru aktığını fark ettim. Yavaşladıkça gördüm, sustukça duydum. Ne zaman tek başıma yola çıksam, çantamda hep aynı kitap olur: Yürümenin Felsefesi. Satırları, adımlarımın ritmine karışır; kelimeleri, yoldan çok zihnimi örer. Ve şimdi, yıllardır sessizce eşlik eden bu kitabın bana ne anlattığını sizinle paylaşmak istiyorum.

Yürümek, Frederic Gros’nun kitabında bir beden eylemi olmakla kalmaz, varoluş biçimine dönüşür. O, yürümeyi spor olmaktan çıkarır; ritüelleştirir, ruhani bir eyleme dönüştürür. Yürümek, ne bir hedefe ulaşmak ne de kalori yakmak için yapılır. "Yürümek spor değildir… Ne bir sıralama vardır ne de puanlama" derken Gros, aslında günümüz modernitesine, zamanın ticarileştirilmiş ve rekabetle kirletilmiş anlayışına meydan okur. Spor, performanstır. Oysa yürümek, karşılaştırmalara kapalıdır; yalnızlığa, sessizliğe ve yavaşlığa övgüdür.

Zamanla yalnız yürümek, bir keşif biçimi hâline gelir; hem sokakları ve tren raylarını, hem de geçmişimizi ve benliğimizin körelmiş bölgelerini... Gros’nun sözleriyle: "Yürüyerek benliğinizle buluşmaya gitmezsiniz... Yürüyerek, biri olma, bir isim ve hikâyeye sahip olma isteğinden kaçarsınız". Bu satırlar ilk okunduğunda bir şaşkınlık yaratabilir. Oysa biraz daha derin düşününce fark ederiz ki yürümek, kendinden sıyrılmaktır. Kimliğimizin adı, mesleğimiz, geçmişimiz… Hepsi yürüyüşün ritminde yavaş yavaş silikleşir. Yürürken “ben kimim?” sorusu önemini yitirir. Çünkü artık ne unvanlarımız ne de hikâyemiz vardır. Sadece adımlar ve o adımların taşıdığı, yüklerden arınmış bir beden…

Kentte yürüyen bu bedenin bir adı vardır: flanör. Baudelaire’den Benjamin’e uzanan çizgide flanör, modern şehrin pasif gözlemcisi, estetik tanığı, adımlarıyla şiir yazan bir göçebedir. Flanör, Gros’nun ifadesiyle, vitrinlerin karşısında gezinir, tasasız bir biçimde salınarak yol alır. Onun yürüyüşü, bir bakıma yönsüz bir oyalanmadır. Kentin kaosuna karışmış ama hiçbir yere ait olmayan bu figür, sadece izlemek ister; fakat dikkatle değil, dağınık bir bakışla kentle ilişki kurar. Flanör yürür, ama bir yere varmaz. Durağanlıkla akan, zamanın nabzını yavaşlatarak hisseden biridir o.

Bu kentli düşgezgin, her şeyin içinden geçer ama hiçbir şeye ait olamaz. Paris’in pasajlarında, Viyana'nın sokaklarında, Napoli’nin liman kıyılarında salınır. Dikkati dağılmıştır, çünkü dikkat etmek, sabitlenmektir. Flanör, bakışını sürekli kaydırarak dünyaya bir yüzey gibi dokunur. Onun için sokak, hem bir sahne hem de bir sığınaktır. "Kaldırımların şairidir" der Benjamin onun için. Gros ise onun bu dünyayı kayıtsızca süzen halini “kutsal kaygısızlık” olarak adlandırır.

Ama Gros’a göre flanör ile gerçek yürüyüşçü arasında önemli bir fark vardır. Flanör, Baudelaire’in Paris sokaklarında doğurduğu, Benjamin’in pasajlarla düşünsel bir evrende yürüttüğü figürdür. Kentlidir o, şehirle örülüdür; kaldırım taşlarının, gazete manşetlerinin, afişlerin, vitrin camlarının içinden geçer. Bakışı doğaya değil, insan kalabalığına dönüktür. Dikkati dağınıktır ama bu dağınıklık bilinçlidir; iz sürmez, izlenim toplar. Flanör, kentin estetik parıltılarını seyrederek adımlayan, sokağın tiyatrosunu izleyen bir seyirci gibidir. Onun yürüyüşü bir tür “salınmadır” aslında; bir noktadan diğerine ulaşmaz, imgeler ve duygular arasında savrulur.

Gerçek yürüyüşçü ise başka bir tür varoluşla ilerler. Onun rotası tabelalarla oluşmaz, ayak hafızasıyla çizilir. Gözünü dağlardan ve bulutların göçünden ayırmaz. Orman içindeki bir patikanın sessizliğinde, rüzgârın sıyırdığı otların hışırtısında kaybolur. Flanör şehrin imgeleriyle birlikte düşünürken; yürüyüşçü, düşünceyi sessizliğin içinde mayalar. Flanör bir gözlemcidir, yürüyüşçü ise doğrudan deneyimin kendisidir. Flanör bakar, yürüyüşçü dokunur.

Ben kendi yürüyüşlerimde, çoğu zaman bir flanör gibi vitrin camlarına yansıyarak dolaştım. Haussmann Bulvarı’nda gezinen ceketli kalabalıkların arasından kayarken kendimi anonim ama dikkatli bir bakış gibi hissederdim. Gölgesini izleyen bir yabancı… Ama başka zamanlarda, Alp eteklerinde, haritada adı olmayan toprak yollarda yürürken, benliğimi yavaş yavaş unuttum. Gözlerimin önünde ne vitrin vardı, ne de afiş; sadece kayaların diliyle konuşan bir patika, gökyüzüne tırmanan yamaçlar ve düşüncenin ritmini belirleyen soluksuz bir yükseliş. Biri beni çoğaltırken, diğeri beni eritiyordu. Ve şimdi anlıyorum ki her ikisi de aynı bedende barınabilir: hem şehri izleyen göz, hem manzarada kaybolan beden.

Yürümek, düşüncenin kıvılcımını çakan bir eylemdir aynı zamanda. Nietzsche, yürüyüşle düşünce arasındaki derin ilişkiyi en çarpıcı biçimde kuran figür olarak geçer kitapta. Ona göre, havasız bir odada, masa başında sabit duran bir zihnin ürettiği düşünce canlı olamaz. Çünkü o düşünce bedenle yoğrulmamıştır. “Açık havada yürürken doğmayan, kasların şenliğine katılmayan hiçbir düşünceye güvenmemeli” diyerek, düşünmenin zihinsel olmanın yanında bedensel bir süreç de olduğunu öne sürer. Bu yüzden Nietzsche’nin felsefesi masa başında değil; dağ patikalarında, taşlı yollarda ve şehir sokaklarında şekillenir. Sils-Maria’da, Alpler’in eteklerinde yürürken, Nice kıyılarında saatlerce adımlarken ya da Torino sokaklarında gezinirken yazdığı notlar, yürüyüşün ritmiyle örülmüştür. Gros’nun ifadesiyle, “Gezgin ve Gölgesi’ni günde sekiz saat yürüyerek yazdı”. Ve düşünce neredeyse fiziksel bir kas çalışmasının ürünüydü. Nietzsche, “Sadece elimizle yazarız, evet; ama sadece ayağımızla iyi yazarız” diyerek bu bağı daha da derinleştirir ve düşüncenin ancak bedenin içinde hareket ettiğinde, ayakların ritmine uyduğunda gerçeklik kazanacağını vurgular.

Nietzsche’ye göre yürümenin; düşünceyi tempo, denge ve nefesle hizalamak olduğunu anlatır Gros. O yüzden Wagner’in baştan çıkarıcı, ayaktan yoksun müziğine öfkelidir Nietzsche. Çünkü o müzik, düşünceyi ayartır ama ayağı, yani düşüncenin tanıklığını susturur. Gros bu noktada, “Ayak mükemmel, hatta en sağlam tanıktır... Okurken öncelikle ayak kulak kesiliyor mu, buna dikkat etmeliyiz” der. Yani düşünce, bedenden doğar ve yazı, yürüyen bedenin izidir. Nietzsche’nin yürüyüşle kurduğu bu ilişki, bir alışkanlık olmanın ötesinde, felsefi bir zorunluluk, bir varoluş biçimidir.

Yürümek, aynı zamanda mekâna yeni bir anlam katmak, manzarayı düşünceye dönüştürmektir. Bu nedenle Gros, yürüyüşü bir tür içsel kolonileştirme olarak adlandırır: "Günler boyunca ikamet ettiğim yer bu tabiattır; onu yavaş yavaş ele geçirir, mekânım kılarım" der. Ama burada “ele geçirmek”, modern insanın doğaya hükmetme arzusundaki gibi kaba bir sahiplenme anlamına gelmez; dingin ve sessiz bir yerleşikliktir. Yürüyüşçü, mekâna hükmetmez; onunla uyumlanır, onun ritmini benimser. Bu ikamet geçici gibi görünse de, iz bırakan bir derinliği vardır — ama bu iz toprağı yarmaz, onu dönüştürmez. Yürüyüşçü, taşın yerini değiştirmez, ağaca dokunmaz, yalnızca onun gölgesinde düşünür. Bu yüzden yürüyüş, sahiplenmek ve fethetmek anlamına gelmez; tanımak ve katılmaktır. Doğa, yürüyüşçünün ev sahibi gibidir. Yürüyüşçü onun misafiri olur, sessizce gelir ve sessizce gider. Yürüyüşün ahlâkı da buradadır: dereye zarar vermez, sadece geçer, yalnızca geçerken anlam bırakır.

Yavaşlık ise yürüyüşün hem erdemi hem de sabrıdır. Gros, yavaş yürümeyi cesaretle ilişkilendirir. Mateo ise "Bak, oraya varamayacaklarından korktukları için bu kadar hızlı yürümek istiyorlar" der. Oysa zaman, yavaşlıkla anlam kazanır. Modernlik bize hızla ilerlemeyi, her dakikayı verimli geçirmeyi öğretmişken, yürüyüş zamanı geri alır. Saatler yerine adımlar işlemeye başlar. Artık zaman, saate göre değil, ayağın ritmine göre ölçülür

Yürümek, tekrarlarla, döngülerle örülüdür der Gros. Nietzsche’nin “bengi dönüş” kavramı işte burada hayat bulur. Aynı yolu defalarca yürümek, her defasında yeni bir benlikle karşılaşmaktır. "Ben her zaman buradaydım, yarın da bu manzarayı seyrediyor olacağım" diyerek, zamanı döngüsel algılamanın kapısını aralar Gros. Manzara sabittir, değişen yalnızca yürüyenin kalbidir.

Sonunda sessizlik gelir. Yürüyüşün vardığı yer bazen bir dağ başı, bazen bir kilise avlusu, bazen bir kaldırım köşesidir. Ama en çok da iç sessizliktir. Nietzsche’nin son günlerinde artık yürüyemediğini, annesinin onu tekerlekli sandalyeyle verandaya çıkardığını anlatır Gros: "Artık yürüyemeyen bir Nietzsche; sonsuza kadar hatırlayan bir beden". Yürüyüş bir hatıradır artık, adımlar hafızaya sinmiştir. Ve hafıza, zamandan daha kalıcıdır.

İşte bu yüzden her yolculuğumda Yürümenin Felsefesi’ni yanıma alırım. Çünkü bu kitap, yalnızca doğada değil, kentte, pasajda, sokakta da yürüyenlerin kitabıdır. Flanör gibi vitrinin camında kendine rastlayanların, Nietzsche gibi dağlara tırmananların, Thoreau gibi inzivada yaşayanların, Rimbaud gibi bir sabah uyanıp gidenlerin kitabıdır. Ve belki de en çok, yalnız yürüyenlerin kitabıdır.

"Yürüyerek biri olmama özgürlüğünü yakalarız..." Ve belki de kendimizle en çok, kendimizden arınırken karşılaşırız.