Modern Zamanların En Sarsıcı İcadı olarak Marksizm

Marksizmin İcadı’nda Christina Morina bazısı hayatının bir bölümünde bazısı son nefesine dek kendisini Marksist sayan ver her halükarda “dünyayla meşgul olan” dokuz ismin kişisel tarihi üzerinden bir kuşağın tasvirine girişiyor. Tasvir ve tasnifin bir arada olduğu kitapta izi sürülenlerin çoğu Marksist literatürü bilenler bakımından tanıdık: Karl Kautsky, Eduard Bernstein, Rosa Luksemburg, Victor Adler, Jean Jarues, Jules Guesde, Peter B. Struve, Georgi Plehanov ve Lenin. 1845-1870 arasında Almanya, Avusturya-Macaristan, Fransa ve Rusya’da doğan sekizi erkek dokuz isim, onları özveri hareketi olarak tanımlayan yazarın nazarında “Marksizmin entelektüel kurucu neslinin mensu”pları ve aynı zamanda “Marksizmin altın çağı”nın şekillendiricileri. Adı geçenlerin “havari” addedilmesi mümkün. Yine de bizdeki sahabetabiyyun ayrımı daha iyi karşılayabilir onların serüvenini. Bazısı Marx ve Engels’i değil onların terekesine sahip çıkanları tanır. “Sonuna kadar devrim” kararlılığıyla yaşamış, biri devrime liderlik ederken diğeri aynı uğurdaki mücadelesi sırasında trajik biçimde öldürülen Lenin ve Rosa mesela, bu bahiste tabiyyuna dahil.

Hangi sosyal çevreye doğdular, nasıl yaşadılar, ne düşündüler, neden Marksist oldular, kişilik yapıları hangi olaylarla inşa edildi, bireysel hikayeleri ne tür virajları aldı, birbirlerinden nasıl ayrı düştüler? Kimi zaman epey öznel yorumlarla inşa ediliyor dokuz ismin tarihi “(A)na karakterlerin basılmış-basılmamış mektupları, günlükleri, notları çizimleri ve otobiyografik metinleri kadar yayımlanmış konuşma ve yazılarına da atıf”ların da yardımıyla. Dünyaya devasa bir merakla bakan, çok okuyan birer “irade seçkin”i herbiri. Sol literatürde karakterlerin siyasal pratikleri odağa yerleştirilirken kişisel serüvenlerine, şayet kahramanlık hikayesi çıkarılamıyorsa, pek iltifat edilmedi. Kat ettikleri yolları bilmeden genel geçer yargılardan ötesine varmak güç oysa. İnsanların yazdıklarıyla yaptıklarının nasıl yaşadıklarından koparılamayacağını düşünenler için keyifli birer kaynak biyografiler. Tek tek kişilerin kuşakların, hatta çeşitli ülkelerdeki Marksistlerin neden öyle değil de böyle davrandıklarını kavramak için yardımcı oluyor aktarılan bilgiler. Anne adayının hamileliği süresince aldığı ilaçlardan ev ortamına, çocuğun doğduğu iklime kadar pek çok ayrıntı insanın karakterine etkide bulunurken biyografik detayların üzerinden atlamak, onların duygu dünyalarına ilgisiz kalmak çok şey kaçırmak anlamına gelebilir. Devrimcilik seçeneğine yönelmek pek “olağan” bir davranış sayılmayacağına göre kitapta adı geçen dokuz ismin neden böyle zahmetli bir yolu seçtikleri, karar süreçlerinden önceki yaşamlarını da kapsayan yazı ve yorumları aktaran yazar aracılığıyla anlaşılır kılınıyor. Marksist hareketlerden uzaklaşanların neden uzaklaştıklarını yine oralara bakarak iyi kötü kestirmek mümkün. Genellikle devrimci, sosyalist, Marksist olmalarına yol açan dikkatler, arzular veya beklentilere benzer sebeplerle oralardan uzaklaşır insanlar. Çalışmanın kapsamı bu çıkarımı doğruluyor.

Marksizmin İcadı’nda dağınık düzen görünen detayların tamamı karakterleri ve serüvenlerini anlamaya dönük olduğu için yığma bir yapıyla mücadele etmek zorunda kalmaz okur. Biraz da yorum ve inşanın iç içe geçirilmesi sayesinde. Mektuplar böyle bir ikili faaliyet için zengin malzeme sunuyor. Kamusal alanda görünen imzaların bir başka yüzüyle, genellikle kendi gerçek kişiliklerine daha yakın görüntülerle karşılaşırız mektuplarda. “General Engels” mesela, Marx’la yoldaşlığının otuzuncu yılında, o sıra yetmiş dört yaşında olan ve aralarındaki ilişkinin bittiğini, Engels’in o işlerden uzaklaştığını zanneden annesine yazarken terbiyeli ama bir o kadar kararlı bir çocuk gibi davrandığı çeşitli kaynaklardan okunurken keyif alınabilir örneğin. Yeterince radikal bulunmamış olan Jarues’in barışı savunduğu için 1914’te suikasta kurban gitmesine kadarki hayatından haberdar olmak bir o kadar ilginç. Engels’in, insan tanıma yeteneğine işaret eden satırları okumak, kalibresi hakkında fikir sahibi olmaya yeter. Bunlardan biri Paris Komünü döneminde Marksizmle ilişkilenen, Marx’ın Fransa’da taraftar bulmasını sağlayan Guesde hakkında Bernstein’e mektubu. Bir tür erken uyarı niteliğinde şu ifadeler: “Guesde’in başka yanlışları var. Bunlardan birincisi her dakika devrim kelimesiyle yatıp kalkmak gerektiğine dair Parisli batıl inancı. İkincisi sınır tanımayan sabırsızlığı. Sinirsel bir rahatsızlığı var, daha (36 yaşında) çok yaşamayacağına inanıyor; haliyle şimdi, şiddet yoluyla da olsa doğru dürüst bir şey yaşamak istiyor. Bazı şeyleri mahveden abartılı eylem dürtüsü işte buradan ve marazi heyecanından kaynaklanıyor.” Bahsedilen Guesde’yi, çok sonra Fransa’daki hükümetin savaş bakanlığında göreceğiz.

Victor Adler’in kekemeliği, çocukluğunda antisemitizme maruz kalışıyla kekemeliği arasındaki ilişkiyi, Marksistken iyi bir hatip olmasıyla politik aktivitesi arasındaki bağı düşündürür. “(O)on beş kez takdir ve dört kez teşekkür belgesiyle ödüllendirilen okul eğitimi esnasında, yaklaşık 1884/85 yıllarında Varşova’daki devrimci yer altı örgütünde faal”iyet yürüten Rosa Luxemburg ile abisi Çar’a karşı suikast girişiminden dolayı öldürülen ve “gerçeğin gözünün içine bakmaktan korkmayı yüz kızartıcı bir ödleklik” sayan Lenin’in sürgün ve hapisliklerde akrabalarıyla ilişkilerini sürdürmeleri, Rosa’nın bir seferinde aile imkanlarıyla hapisten kurtulduğunu ortaya koyan bilgiler onları ikonlaştırma eğilimine karşı yeniden insanlaştırma çabası sayılabilir. Ayrıca Lenin’in mültecilik hayatının trajikleştirilemeyeceğini, çoğu zaman elverişle şartlarda yaşadığını bilmek ve bu arada devamcılarının tek bir kelimesi üzerinden bir bardak suda fırtına kopardıkları makalelerin hangi şartlarda yazıldığını okumak da muhtemelen buna yarar. Yazarın söz konusu ilk kuşak hakkındaki kanaatini buraya ekleyebiliriz: “(K)aynaklar nadiren dünyayla diyalojik bir bağıntıya işaret eder çoğu zaman sefillerin sefaleti hakkında konuşuyorlardı, sefillerin kendisiyle değil.” Devrim molasından sonra bürokratik kuntlaşma başlayınca, aynı tavrın benzer biçimlerle sürdüğünü teyit edebilecek sonsuz veri bulunabilir.

Genel olarak alınan akademik eğitimle Marksist hareket içindeyken ağırlık verilen meseleler arasında, hiç değilse düşünüş biçimi arasında, türlü etkileşimler kaçınılmaz. Marksist hareketlerdeki iktisat eğitimi almışların analizlerine ve bakış açılarına bakmak kafi. Hiyerarşik-bürokratik parti örgüt formlarında bu gibi eğilimler diğerleriyle harmanlanınca bir ölçüde silikleşir ama anladığımız manada parti ve örgüt olmayan on dokuzuncu yüzyıl Marksist hareketlerinde kişisel eğilim veya meziyetler yazılarla eylemlere daha doğrudan yansıdı. Banka memuru Bernstein’in on beş, mühendis Plehanov’un on iki kardeş olması, Çek milliyetçisi babayla çokdilli annenin oğlu Kautsy’nin işçilerce genellikle kibirli bulunması da bir şeyler söyler. Adler’in, dönem boyunca Marksistlerin yegane otoritesi konumundaki Engels’e yazdığı mektuba göre “Kaustky ‘sıradan eğitimsiz insanlara dönük küçümseyici tavrını’ nasıl gizleyeceğini hiçbir zaman bilememiştir”. Saptama mı, ihbar mı, rapor mu orası karışık ama kişiler arasındaki fiziksel mesafe, temel iletişim aracının mektup olması ve Engels’in yaşlılığı bu gibi değerlendirmelerin satırlar boyu sürme vesilesi. Otorite sayılmayı arzulayan Kautsk’nin, Marksistliği bir tür kariyer planlaması saydığını okurken başka bir yüzüyle karşılaşırız: “(B)ilhassa Engels’le 1880-1894 yılları arasında kurduğu kişisel temas sayesinde kurucu babaların yakın çevresine girmenin bir yolunu bulmuştu, bu ilişki ölümleri sonrası Marx ve Engels’in idareciliği mevkiyle taçlanacaktı.” İlişkisini başka bağlarla güçlendirmeye çalıştığını hissettiren gülünç bir detay: “1881 yılında Londra’da Marx ve Engels’le ilk kez yüz yüze görüştü. Daha sonra annesine Marks’ın ne yazık ki o zamana kadar çoktan evlenmiş olan kızları hakkında ayrıntılı bilgi verecek”tir. Ama Marx elindekilerden pek az zekice iş çıkaran, basit konuları karmaşıklaştıran, vasat, dar kafalı ve ukala saydığı bu genci “gerisingeriye Engels’e sepetleye”cek. Buna rağmen bir mektupla babasını müjdeler muhteris, kendisini Marx ve Engels’in doğal varisi saymaktadır. Kautsky’nin bunları anne babasına yazması, onlar tarafından zafere, büyük adam olmaya, yarıştığı herkesi geride bırakmaya koşullanmasıyla ilgili herhalde, dolayısıyla bir türlü büyüyememekle. Hırslı olduğu ölçüde mutluluğu unutan biri izlenimi uyandırır anlatı boyunca. Lenin dahil hepsi, uzun yıllar böyle birinin peşinden gitmiş, onu göklere çıkarmışlardır. Hazin…

İlk gençliğinden itibaren asi tabiatıyla öne çıkan Luxemburg’un aksamasına yol açan yanlış tedavi edilmiş kalça çıkığı rahatsızlığının hikayesi de indirgemeci-düzleştirici olmayanlar bakımından boş ayrıntı değil. Karakterlerin tamamı belli bir aşamadan itibaren yaman hatip ve bu yetenek sahada bulunmakla ilgili. Unutmayalım biyografilerin “(H)içbirinde, bu Marksistlerin kendi kökenlerinden mutlak surette koptuğundan yani ailelerinden, arkadaşlarından, ahbaplarından ve orta üst sınıf yaşam tarzından tümüyle uzaklaşmış olduğundan bahsedilemez.” Sadece kitaba yansıyan ayrıntılar değil, karakterlerin geride bıraktığı mektuplar veya kendileri hakkındaki tespitler de değerlendirmeyi doğrular. Örnekse Sevgiliye Mektuplar’a veya Lenin’den Anılar’a bakılabilir. Her insanın zorlukları karşılama, güçlüklerle başa çıkma yöntemi başka ve bu tip farklılıklar kültürel geçmiş, kişilik yapısı gibi çeşitli etmenlerle beslenir. Buradan bakılırsa, Struve’nin Marksizmden uzaklaşması kadar Bernstein’in henüz marksistken nasıl bir kişilik örüntüsü sergilediği berraklaşır. Hain-kahraman ikiliği üzerinden şekillenen geleneksel yaklaşımın ötesine geçmenin gerekliliğini gösteren bir sebep daha.

İnsanların değişen düşüncelerini kişisel evrimleri eşliğinde okumanın tadına varmak hoş ve “Ede” olarak anılan Bernstein’in 1880’lerde “Parti içinde proleter devrim olasılığına artık inanmayan, hatta böyle bir düşünceyi tiksintiyle çoktan reddetmiş kişilere öfkesini sık sık” dile getirmesi, proletarya diktatörlüğünün o yıllarda bile cari bir tartışma olduğunu gösterdiği kadar “geçmiş zaman olur ki” babından, “Ede”nin radikalliğini anlatır. İçinde bulunduğu ilişki ortamında bitkin düşüp sinir krizleri geçirmiştir ayrıca. Dokuz kişinin hayatından bahsedilirken başkaları da zikredilmiş tabiatıyla. Engels’in “ekşi elmayı ısırdım,” diye andığı Anti Dühring çalışmasının öznesi Dühring’i sayfalardan birinde görünce eski bir tanıdıkla karşılaşırız. Ahbaplardan biriyle değil ama, hasım sayılabilecek bir uzak tanıdıkla. Christina Morina’nın aktarımı: “1871 yılında kaleme aldığı Ulusal Ekonomi ve Sosyalizmin Eleştirel Tarihi metninde ‘Sayın Marks’ gibi adamların ‘bilim terimini Yahudilerin aşağı üslubu’ ile ‘fena halde yozlaştırmasına’ ateş püsküren Dühring’in burnu büyüklüğü, iki ‘bakir Hegel’ci Marx ve Engels’in ona ‘Anti Dührin’le ağzının payını vermeye sevk eden bir meydan okuma olmuştu.” “Yahudilerin aşağı üslubu” söz konusu nüfusa dönük genel geçer yargıların yaygınlığını örnekliyor. Marks’ın bile ‘Yahudi sorununun çözümü insanlığın Yahudilikten kurtulmasıdır’ diyebildiği yıllar. Yasalar aleyhlerinde ayrıca, Marx ailesi protestan Hıristiyanlığa geçmese Karl okula devam edemeyecektir mesela. Bu arada ‘Ağzının payı’ ifadesinden, yazarın Dühring’e meydan okunmuş olmasından memnuniyet duyduğu fark ediliyor. Ancak o sıralar onların bakir Hegelciliklerinin sona ermesinin üstünden birkaç on yıl geçmiştir. Engels’in anılan Anti-Dühring’deki tavrı da alabildiğine alaycı, haşin, doğrudan, ‘bilimsel’ ve bana göre doğa ile toplum ayrımını gözetmediği ölçüde mekaniktir.

Kitabı oluşturan hammadde “duygular tarihine ilişkin bir perspektiften ele alınıyor” ki bu bakış açısı taze bir imkan. İnşa ifadesi akla, Foucault’yu getirir, yorumlama eğilimi ise Diltey geleneğini. İkisi de girişti anılmış. Birbirine mesafeli olduğu varsayılan iki düşünme biçiminin, duygular tarihinden bahseden yazarın zihin dünyasında nasıl bir araya geldiğini izlemek ilginç. Diltey’ın marksizmi felsefi dünya görüşlerinden biri saymasına karşın marksizmin “bilim” olduğu ısrarının Marksistlerin bir bölümünde sürmesi veya Foucault’un iktidarın her biçimine uzak perspektifi ile sürdürücüleri bakımından neredeyse iktidarsız düşünülemeyecek bir konuma sabitlenmiş Marksizm arasındaki gerilimlerde yazar çeşitli ara yollar, sorular veya çözüm teklifleri deniyor. Marksizmin İcadı’nda örtülere bürünme yükünü taşımadan açık bir tartışma yürütüldüğü oranda okur, malzemeyi bir de kendi yaşam deneyimi etrafında yorumlayıp inşa imkanı bulur. Tümüyle nesnel bir tarih yazımı mümkün olmadığı için sempatiler, yordamlar, saflaşmalar bakışı biçimlendirdiği kadar ışıklandırılıp gösterilen ayrıntılar anlatılanlarla birlikte anlatıcı hakkında da fikir verir.

Dokuz ismin hikayesi, haliyle geniş satıhlı bir anlatım. Bilindiği gibi Marksizmdeki temel tartışmalardan biri devlet meselesiyken diğeri tarihin ne olduğu ve nasıl devindiği. Tarihin ereği var mı, sorusu etrafında öznesiz tarih savunuları ve yine bilim-marksizm eşitlemeleri yirminci yüzyılda epey çeşitlendi. Meselenin çelişkili varoluşu bizzat marksizmin oluşum aşamasında teoriye yerleşikti. Sadece Marksizm değil, onunla şu veya bu biçimde ilişkili veya onunla rabıtasını zayıflatmaya çalışan politik akımlar bakımından hâlâ güncel bir tartışma. Hitap havası taşıyan Komünist Manifesto nazarında “tarih sınıf savaşımları tarihi” idi. Böyle ise Hegelcilikten kalan iradeci, tarih yapıcı özne nedir sorusunu yanıtlamak gerekirdi ki cevabı modern proletaryaydı. Varsayım, yenilgiyle sonuçlanmasına karşın siyasal yaşamda bir ölçüde devindici olan 1848 devrimlerinde sınandığında Marx yüzünü ekşiterek pratik siyasetle bağını uzunca bir dönem kopardı. Döneme ilişkin gazete yazıları genellikle fazla iyimser ve taşkın olan Marks’ı olaylar doğrulamamıştı.

Marksizmin İcadı’na alınanların önemli bir bölümü “tarih sınıf savaşımları tarihidir”, değerlendirmesini paylaşanlar. Sonradan kopanlar dahil hiçbiri, marksistken belirlemeyi reddetmez. Marksizmdeki kati ifade bolluğunu şöyle yorumluyor yazar: “Erken dönem Marksist yazıların çoğunda yaygın olan katı kuralcı, sağlam, doğru gibi kalite ölçülerindeki ısrar, gizli bir şüphenin ifadesi olarak, henüz bu metinlerin yazılması aşamasında dikkate alınan bu evrensel iddialara ilişkin eleştirilere peşinen verilen bir cevap olarak da yorumlanabilir.” Kesinlikler veya büyük iddialar, polemik ortamına doğmanın, türlü sosyalizmler arasında kendisine yer açmaya çalışmanın olağan sonuçlarından da olabilir. Kendisini bağlayan, manevraya izin vermeyen keskin ifadeler, zamanla, pratik politika sahasına girildikçe bilhassa Marx ve Lenin’de bir tür sigorta sistemiyle, istenildiği an aksi de savunulabilecek şekilde formüle edildi. Yazar bir yerde işaret etmiş, devrimle yatıp kalkan kuşağın mensupları siyasal faaliyette bulunarak yaş aldıkça, dünyayı tanıdıkça yani, Marksizmi kişisel yorumları istikametinde tanımlayarak birbirlerinden uzaklaşacak, mesafe zamanla iyice açılacaktı. Deneyim her şey değil tabii ama uzun yıllara dayanan tecrübenin ardından farklı dikkatler geliştirmeler olağan. Yadırganması gereken, bu kez, herkesin kendi yorumu dışındakileri saçma veya sapkın sayması.

Söylemeye gerek yok belki, Marx ezel ebed bir sınıf savaşından, Darwinist bir altta kalanın canı çıksıncılıktan söz açmadı. Ayrıca sınıf savaşı değerlendirmesi ona ait değil. Weydemeyer’e mektubumnda, 1852, açıkça ifade edip savaşın zorunlu sonucunun sınıfsızlık olduğunu “ekliyor”du, sadece bu kadar. Tespiti ödünç aldığı Blanqui’ye kalsa hayat ezel ebed savaş. Marx bu ölçüde kabalaştırmaktan kaçınırdı. Hakiki bir terkipçi sıfatıyla, romantiklerle bazı sözleşmecilerin eski güzel günler anlatısındaki sınıflar öncesi cennet tasavvurunu canlandırdı. Günün birinde, artık ürüne el konulmasından bir müddet sonra ve haliyle devletin meydana gelmesi evresinde, rüya zamanı kesintiye uğrayarak sınıf savaşı başlamıştır. Çok uzun bir zaman sonra ortaya çıkan “Burjuvazinin mezar kazıcısı” proletarya tarihsel parantezi sona erdirecek bir son savaşı yürütecek temel güç ve tarihsel öznedir. Burjuvazinin varlığı proletaryayı zorunlu kılar, proletaryanın özgürlüğü burjuvazinin yok olmasından geçer. İlk olmayınca ikincisi de ortadan kalkar, onların ortaya çıkaran üretim tarzıyla birlikte. Böylelikle parantez kapanınca sınıf savaşı biter, tarih kaldığı yerden devam eder. Buna Hegel üzerinden Hıristiyanlığın tarih kavrayışı diyen oldu: Seçilmiş kavim, seçilmiş peygamberler ve nihayet seçilmiş sınıf eliyle sonsuz cennet. Yine de yirminci yüzyıl devrimleri eski belirlemeye iman etti. Biraz da mecburen, çünkü marksizmdeki iki belirleme bütün yorumları kendi yörüngelerine sabitliyordu. Devrim arzulayan, kaçınılmaz olarak sınıf savaşımı teorisini parlatırken devrimden vazgeçen ilkin onunla hesaplaşmak zorunda kaldı. İkisinin dışında bir yerden bakan olmadı, olduysa sesi duyulmadı.

Diğeri, “üretici güçler teorisi”, Kapital’e hazırlık evresine yakın bir zamanda dolaşımda. Kaynaklar yanımda olmadığı için gösterebilecek durumda değilim ama değerlendirmenin ilk açımlanışı muhtemelen “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı”nın önsözünde. Mealen, şu şartlar olmadan şu şu sonuçları almak mümkün değildir, denilerek daha bir “bilimsel” olma gayreti sezdirilir, ele avuca gelen serinkanlılık dikkatiyle birlikte. Bir hazırlık çalışması olarak Grundrisse de üretici güçlerle etkileşimlidir. İnanç evresinde irade merkezde. Bir tür “manivela”dır irade, onunla dünyayı yerinden oynatırsınız. Bilimde ise irade etkisiz eleman. Teorik görünümlü tartışma nihayet pratik sorunlarla, politika sahasıyla doğrudan ilişkisi nedeniyle “peki şimdi ne olacak, hangi güzergah takip edilecek” yollu kafa karışıklıkları Marksistler arasında başından beri canlı. Bizzat teorinin kafası karışıktı kısacası. Ne Hıristiyanlıkta ne İslamiyet’te çözülebilmiş bir meseleye temas ediliyordu aynı zamanda. Kaza-kader ilişkisiyle ile külli irade-cüzi irade üzerine yazılanlara bakıldığında İslam geleneğinin işin içinden çıkamadığı görülür. Sorun Marksistleri de bunalttı. Marksizmin İcadı doğrudan bu tartışmalar girmese bile literatüre aşina okur bazı eksik parçaları biyografik anlatımların yardımıyla tamamlayıp fikir oluşturabilir.

Engels, Marks’tan sonra siyasal hareketin de yönlendiricisi sıfatıyla Marksizme sempati duyan çok sayıda kişiyle yazışma rutinini idare ediyor. Nelerle uğraştığı hakkında fikir edinmek için bir mektubunun girişine bakabiliriz: “Canım Plehanov, istirham ediyorum, lütfen baba usta demeyi bırakınız, ismim kısaca Engels.” Plehanov, içeriden muhalefet yürüttüğü Narodnik ekolden kopup marksizme ihtida etmiş bir pratik devrimci o sıralar: “Kendisini, Çarlık cinayetine rağmen yine de başarısız olmuş bir hareketin feleğin çemberinden geçmiş bir kıdemlisi olarak sunuyordu.” Muhtemelen biraz abartarak, bu gibi karşılaşmalarda genellikle başvurulduğu gibi. Çünkü iç rekabet ortamında, adanmış militan Plehanov’un Rusya’dan kaçarak mülteciliği seçmesi teşhir malzemesi haline getirilmiştir, kanıtlanamamış bir iddiaya göre, Marks’ın da onun yer aldığı grubun mültecileşmesini alaya aldığı söylenecektir sonraları. Ama her halükarda Plehanov Rusya’daki Marksist grubun manevi ve fiili lideridir. “Bir agnostik olan Plehanov için Marksizm, ‘teolojik kabuğundan sıyrılmış bir Spinozacılık’tı. Plehanov bu ‘yeni öğreti’yi, ‘yeni bir müjde’, kendisini de bu öğretinin bir müridi olarak kutladı”, diyor yazar. Böyle ise, Plehanov’da tarihin önceden belirlenmişliğine inancın bulunması kaçınılmaz ki bu, ana akım Narodnik politik aktivitenin uzağında bir bakış demektir.

Marksizmin İcadı’ında çeşitli vesilelerle Engels, Kautsky ve Bernstein anılır. Meşhur Gotha Programı’ndan dolayı devlet meselesi üzerinden topa tuttuğu Lassale’e ilişkin yazar pratikçi Alman yoldaşlarının marksizme ilişkin cehaletini konu ederken “Sanırsınız bizim için hâlâ teorik manada çözülmemiş bir toplumsal sorun var”, deyiverir Engels. Enterasan çünkü böyle bir iddia pek abartılı. Bunu söylemek teorinin çoktan tamamlandığını, bütün meselenin teoriyi şaşama geçirmek olduğu ön kabulüyle mümkün ama teorinin kendisi bir alaşım ve Engels’in dediğinin aksine her şey hakkında bir şey değil, hele her kapıyı açan bir maymuncuk hiç değil. Bugünden geriye marksizmin bilgi teorisinin yetmezliklerine bakmak bunu anlamaya fazlasıyla yeter. “Duyarlı, zeki, sıcakkanlı ve sevecen olan ve bir kez güvenini kazanan hemen herkesin sadık bir yoldaşını haline gel”diği yazılan Engels’in kimi kitaplara yazdığı önsözlerden bahsediyor yazar. Çeşitli yanlış anlamalara karşı bir tür düzeltme harekatı gibidir onun Marks’tan sonraki çabası. Aşkta ve mücadelede olaylara içerden bakmanın getirdiği körleşme hakkında çok konuşuldu, çok yazıldı. İçeriden bakan bir tür bakarkörlüğe saplanırken dışarıdan bakmanın avantajını kullanan biri dikkate değer tespitleri zorlanmadan yapabilir. Chistina Morina’nın önsözlerde revizyon bulunması ihtimalini düşündüren yaklaşımı dışarıdan bakmanın avantajına sahip. Önsözler bu gözle yeniden ele alınsa nelerle karşılaşırız acaba? Marks’ın ölümünden sonra, biz aslında şunu değil de bunu demek istedik türünden tashihleri, yeniden Hegel’i anması, tarihe bakması, marksizmin gençler arasında yaygınlaşan popüler yorumlarına itiraz etmesi teorinin başka iç sorunlarıyla boğuşmaktan. Gençlere yüklenerek konuyu kapamak veya teoride her şeyi çözdük rahatlığıyla davranmak meseleyi çözmeye yetmedi. Devrimsiz bir ortamda sınıf savaşı analizi kaçınılmaz biçimde üretici güçler lehine mevzi kaybetti ayrıca. Marks’ın ve sonra Engels’in Rusya’ya odaklanmaları, devrimin oradan başlatılmasını tartışmaları, kendi ölçüleri dahilinde bir tür revizyon. Avrupa’dan umut kesilmese oraları kurcalanmayacaktı. Formülasyona göre devrim Rusya’da başlayacak, asıl devrim gücü olan Avrupa proletaryası yardıma koşacaktı. Geri bir ülkede farklı aktörler aracılığıyla açık bir hal alacak sınıf savaşı, ona bağlı gelişen kriz, sonrasında temel üretici güç olan modern proletaryanın noktayı koyması beklentisi hakimdi. Çok sonra Lenin konuyu aşağı yukarı aynı çerçevede tarif edecekti. Ama Avrupa proletaryası da Lenin’in yardımına koşmadı. Hem Engels hem Lenin stratejik planda yanıldı. Çünkü bütünsel bir proletaryadan bahsederek oraya bağlanmak daha baştan sermayeyi kediye yüklemekti.

Bernstein ve Kautsky’nin çekip çevirdiği Avrupa sahasındaki sosyal demokrat parti ve çevreler yerine öncelikle önüne Avrupa tipi burjuva devrimi konulan Rusya’daki devrimcilerin başarılı olacağı öngörüsü marksizmin yatağının değişmesi değil miydi? Rusya’daki Bolşevikleri sıklıkla Marksist olmamakla itham edenler Marksizmin temel önermelerine sıkı sıkıya bağlı. Ama eleştiriciler değil marksizmden sapmakla suçlananlar devrimi gerçekleştirdi veya gerçekleşen devrime yön tayin etti. Meşhur, “kapitale karşı devrim” bahsi. Fakat başka herhangi bir yerde, mesela iyi kötü “burjuva demokrasisi” ile idare edilen bir Avrupa ülkesinde Marksizm doğrulanmadı. İfade imkanlarının kısıtlanması, örgütlenme yasakları, ağır takibat, yaygın tutuklama, yasal çalışmayı imkansızlaştıran kanunların kimseye nefes aldırmaması gibi saldırganlıkların birbirini çoğalttığı devletlerde marksist veya marksizmle etkileşimli hareketler güç kazanıp geniş taraftar kitlesiyle ayaklanmalara ve türlü savaşlara girdi. Mekanizmanın sadece geri ülkelerde çalışmasına rastlantısal deyip geçemeyiz. Bilimdeki tekrarlanabilirlik prensibi, Marksizm örneğinde, yalnızca bazı “geri” ülkelerde ve bazı dönemlerde işlediyse durup düşünmeli. Yirminci yüzyıldaki devrimlerden herhangi birine meyletmiş grupların sınıf savaşı teorisini öne çıkarması ve “devrimin güncelliği”ni merkeze koyması, meseleleri buradan izah etmesi, zayıf düştüklerinde onun yerine başka bir şey geçirememeleri, geçirmeye kalkışanların devrimle arasına mesafe koyma mecburiyeti duyması da rastlantısal olmasa gerek. Olgularla düşünmeyi seven “bilimsel” sosyalistler için yeterince malzeme barındırır bu gibi örnekler.

Politik iradeciliğin zirveye çıktığı ve hemen ardından kırıldığı an Paris Komünü’ydü. Marx ve Marksistler yoktu aralarında. Genel olarak Marx fazlasıyla dikkatlidir, riskli pratik tavır alışlarla öne çıkmaz. Nesnel sebepleri var. Erkenden çoluk çocuğa karışmış Marks’ın Blanqui yahut Bakunin gibi bir hayat sürmesi mümkün değil. Yapılması gerekenlerden iştiyakla bahsetmeyi ise pek seviyordu. Gençliğindeki kesintili birkaç tavrı bir yana bırakılacak olursa tehlike arz eden eylemciliğe pratik mesafesini korudu. Komün dönemine kadar Avrupa’da dar bir kesim tarafından tanınıyordu ve bilindiği gibi böyle pek çok isim vardı. Komün’ün gizli lideri olduğu asparagası Marks’a şöhret kazandırdı. Sonrasında bazen ideal örnek saydı Komün’ü bazen önemsizleştirdi, mecbur kalmadıkça atıfta bulunmadı. Devlet teorisini değiştirmesi en dikkate değer yaklaşım. O güne kadar iktidarın fethinden bahsederken mevcut devlet cihazının yıkılmasını mecburi saymaya başladı. Anarşist bir bakışla değil fakat. Yeniden kurmak üzere yıkmaktı bahsettiği. Yirminci yüzyıldaki devamcıları bu nedenle, devletin yıkılması ve her meselenin iktidar sorununa bağlanması gibi zamanla kendi kendilerini yıpratıp dar grup dünyasına hapsolmalarına yol açan bir çıkmaza sürüklenecekti. Doğrudan demokrasi örneği sayılan, bazen proletarya diktatörlüğü/demokrasisi mertebesine taşınan Komün’ün o kapsama girmeyen ve toplumun çok önemli bir kısmında infiale yol açan kabul edilemez kimi uygulamaları vardı. Peşi sıra gerçekleştirilen katliam iktidara güç kazandırırken komünizmin itibarını zedeledi ve hatta komünizm kelimesi uzun yıllar tedavülden kalktı.

Engels’in ölümünden beş altı yıl sonra, o güne kadarki en gözde isim Bernstein “revizyonist Marksist” konumuna yerleşti. Kautsky arzuladığı gibi nihayet yegane mutlak otoriteydi. Buna rağmen durumdan memnun olmadığını okuyoruz. Bernstein’in kendisini Marksizm içinde sayması stratejik bir problem olmuş. Revizyonist tavrının referansları nihayet marksizmle etkileşimliydi, böyle de bir Marksizm mümkün, diyordu. Dışarıdan gelecek eleştiriyle başa çıkmak nispeten kolayken içeriden yapılan eleştiriye katlanmak zordu. Örgütsel ayrışmaya yol açan kriz bir tür anlam kriziyle birbirlerini büyüterek sürecekti. “Marks’ın yoksullaşma ve çöküş teorileri gibi temel varsayımların çürütülebileceğine işaret eden eleştiri, bu kanaat cemaatinin temellerini o kadar temelden sarsmıştı ki uzun süredir yol arkadaşlığı yapanlar bile birbirine düşmüştü. Bunun en ünlü örneği usta öğrenciler Kautsky ve Bernstein arasındaki ayrılıktı.” Bilimcilik ve bütüncüllük arayışı, “nispi refah” türünden hipotezleri ortaya atmaya, atılırsa dikkate almaya engeldi muhtemelen. Tezlerin eskimesi veya hükümsüzleşmesi ile mücadelenin esasları arasında doğrudan ilişki kurulması, anılan tarihsel figürlerin kendilerini ideolojileşmiş dünya görüşünün eklentisi halinde tasavvur ettiğini düşündürür. Kautsky’nin tahammülsüzlüğü marksizmin Bernsteinci yorumlanışına. Strateji taktik kapsamındaki ayrışmalar bir yana, her iki figür apokaliptik-tarihsici Marksizm anlayışını paylaşıyordu. Bernstein, Marks’ın perspektifine yerleşik otomatizme yatkınlığını doğrusal olarak sürdürdü. Bu bakımdan gayet tabii marksizmin fraksiyonlarından birini oluşturmuştu. Onun entelektüel dirayetten yoksun olduğu kanaatine sahip yazarı destekleyen bir tutum bu, tesiri altında olduğu Marksizm anlayışını sürdürmekten ibaretti yaptığı ve dolayısıyla Marksizmle illiyet bağı kurmakta Kautsky türünden bir hırs küpü sayılmazdı.

Bu arada hatırlayalım, vakti gelince Lenin de Kautsky’e karşı harekete geçti. Marksizmi kavrayışı bakımından ondan uzak bir yere düştüğünü söylemek zor ve düne kadar Kautsky’i ustası sayarken birinci dünya savaşı ortamındaki politik ayrışmadan hareketle ajitatif ifadelerle döneklikle suçlayıp aralarına duvar çekti. Peki ama Marx ve Engels’in yazdıkları “(N)asıl oldu da bu kadar farklı mekan ve bağlam içerisinde, bir müddet sonra revizyonist ve liberale dönüşecek olan Bernstein, Struve gibi o zamanın kafaca hiç mi hiç uyuşmayan yoldaşları arasında böylesine uzun süreli bir cazibe ve ikna gücü geliştirebildi?” Bilim vurgusundaki ısrar bütün aktörler arasında bir tutkal görevi görmüş olabilir mi mesela? Yapabilmeyi, değiştirebilmeyi merkeze alan yarına dönük bir ideal aynı zamanda belirsizliklerle yüklüdür ama Gnostizmle etkileşimli fütürist öğelerle kimse gaipten haber alamaz tespitine bağlanabilecek sakınma hali Marks’ta bir arada mevcuttu. Bu tip vektörler gelecekten bahsetmesini, kimisi fanteziye varan tasarılarını besledi. Determinist bir perspektiften bakıldığında, sınıf savaşı teorisiyle üretici güçler teorisinin birbirini kestiği, Marks’ın o gerilimi idare ettiği ancak bir yerden sonra iki yaklaşımı bir arada tutan bağların çözüldüğü söylenebilir. Eğer öyleyse teorik düzeyde işleyen Marksizm, iş yakıcı güncel meselelere dayanınca tökezlemeye başlamış demektir.

1900’lerin başında ilk ayrışmalar belirginleşti. Yazarın, ne dediğini kimi yerlerde aktararak bakış açısını yorumladığı Bernstein’den sonra, Lenin’in de yer aldığı partinin isminde “işçi” ibaresinin bulunması için ısrarcı olduğu aktarılan Struve marksizmden uzaklaştı. İlkinin hareketi, akışı, sonuçtan daha fazla önemseyen mottosu malum. Sırf o söyledi diye, içeriği yansıtıldığı kadar değersiz mi o söz? Durmaksızın sonuç odaklı, salt iktidar merkezli düşünmenin neler kaybettirdiği hesaba katıldığında, sözün içerini yeniden düşünmeye, o muhtevayla tartışmaya değer. Struve’nin akranı, eski arkadaşı ve kendisine “Yahuda” lakabını takmış olan Lenin’e kızgınlığını onlarca yıl diri tutmayı başarması enteresan ve içine doğduğu siyasal kültürde belli ki kimse aziz veya derviş değil. Daha 1905’te Lenin, solda durarak arkadaşlarına lafazanlık imasıyla şunu yazıyordu: “Dehşetle, hakikaten dehşetle görüyorum ki, yarım yüzyıldan uzun bir süredir bombalardan bahsediyorlar ve henüz tek bir tane bile imal edebilmiş değiller. Bunların hepsini dehşetle, hakikaten büyük bir dehşetle izliyorum.” O da aynı teorik terminolojiyi kullandı, üretici güçleri asıl olarak gerileme, toparlanma dönemlerinde hatırladı ve aynı hararetle savundu.

Marksistler arasındaki saflaşma, dünya savaşına işaret eden 1914 ve sonrasında şiddetlendi. Komün’ün Prusya-Fransa savaşına, 1905 devriminin Japon-Rus savaşının hemen sonrasına, Sovyet devriminin 1. Dünya Savaşı’nın bitiş momentine rastlamıştı. Savaş, kriz ve devrim ilişkisine vaktiyle Marx dikkat çekmiş, 1848 devrimlerinden sonraki ricadı esnasında ilk ikisini senelerce beklemişti. Savaş gibi olağanüstü durumlardan Marksistler blok halinde çıkamadı. Rusya’da devrim patladığında hayatının sonbaharındaki Plehanov güçten düşmüştü. Lenin onunla hesabını 1905 devrimi döneminde, asıl olarak da Moskova Ayaklanması’na karşı tutumda görmüştü. Bir vakitler Rusya’da marksizmin kurucusu sayılan, işçilerin evrensel mücadelesini savunarak sınır aşırı parti modeline kafa yoran Plehanov öylesine yıpratılmış ki varlığıyla yokluğu birdi. Birçok isim saf dışıydı gerçi, çoğunun akıbetini merak eden çıkmadı. Eksilterek, eleyerek, marjinalleştirerek yol almıştı Marksistler. Peygamberlerle ardıllarına dönebiliriz. Ardılların ihtilafını onların yetersizliğine bağlayıp peygamberleri ve sundukları dünya modelini eleştiriden muaf tutmak, problemi yanlış yerde çözmeye çalışmakla sonuçlanacaktı. Marksist politik hareketlerdeki ihtilaflarla zıt eğilimler teorinin muhtevasından beslendi. Kurucuların pek çok anlama gelebilecek sözleriyle yazıları ihtilafı şiddetlendirdi. Bu sebeple isteyen istediği yerden tutabildi, kendine göre tefsir ve tevil edebildi.

Marksizmin İcadı’nda Rosa Luksemburg ile Lenin’in devrim kavrayışları karşılaştırılmış. Sovyet devrimiyle birlikte politik farklılıklarının belirginleştiği açık. Rosa 1789’dan çok Komün’e baktı muhtemelen, oradan dersler çıkardı. 1789’cular tepeden dayatma işlere bayılagelmişti ve Lenin’in Fransız devrimine atıfları genellikle öykünmeye meyilli bir sahiplenicilik içeriyordu. Rosa Luxemburg’un, oluşu itibariyle desteklediği Sovyet devriminin despotluk potansiyeli barındırdığını fark ederek yönelttiği eleştiriler para etmedi. Oysa aynı teorik temeli paylaşıyorlardı. “Luxemburg’un Marks’a duyduğu hayranlık –ki bunu Lenin ve Kautsky ile paylaşıyordu– önemli ölçüde “tarihsel materyalizm” veyahut “bilimsel sosyalizmin” bilim, öğreti ve dolayısıyla hakikatin anahtarı olarak görülmesinden ve Marks’ın bu bilimin kaşifi olarak yüceltilmesinden besleniyordu. Lenin gibi Luxemburg da şaşırtıcı derecede tek boyutlu bir bilim anlayışı koyuyordu ortaya. Luxemburg da “bilimsel sosyalizmi” zemini sarsılmaz bir bilim olarak görüyordu; bu nedenle, daha o zamanlar geçerlik kazanmış olan, modern bilimin kendisini ilkesel olarak sarsılabilir kabul ettiğini göremedi.” Aynı frekans aralığını kullandığı halde sesini Bolşeviklere duyuramamıştı. Politik-örgütsel uyarılar demetiydi kaleminden çıkanlar. Kitle çekim kanunu uyarınca, kazananların dedikleri duyulup referans alındı. Çok geçmeden öldürüldü Luxemburg, bireysel bir trajedi olmanın ötesindedir o ölüm: “(S)adece karşı devrimin direnişi nedeniyle değil, aynı zamanda taraftarlarını, coşku ile pragmatizm, bilinç genişlemesi ile reel siyaset arasında salınan angajmanının Marksizm adına geçerliğini ikna edememesi nedeniyle de başarısız oldu.”

Marksizmin İcadı kitabı hacmine ulaşabilecek çeşitli tartışmaların filizlenmesini sağlayacak tarihsel malzemeyle dolu. “İcat” ifadesi ise tartışmaya açık. Marksizm ifadelendirmesinde bir parça yapaylık olmakla birlikte o çabanın keşif faaliyetine daha yakın olduğu öne sürülebilir. Christina Morina anımsatmış, “Marksist” tabiri önceleri bir aşağılama, küçümseme ifadesi. Sonradan üstleniliyor, Engels’in hususi gayretiyle. Marx orada öylece durana, her gün gözümüzün önünde olup bitene farklı bir yerden bakıyordu. Terkipçi, kolaja açık, çelişkiler barındıran bir keşfetme çabasıydı onunki. Teorisyenlikte derinleştikçe düşünce sisteminde iradenin payı azaldı. Ama üstlenilip kullanılan Marksizm kalıbıyla keşif yerini icada bırakırken ideolojileşme sorunu baş gösterdi. Sürdürücüleri arasında biri, Lenin, özel şartlar altında, “geri bir ülkede” devrimi gerçekleştirince buna Leninizm eklendi. Sonra sıra Mao ve Maoizme geldi (Stalinizm pek içeriden bir ifadelendirme olmadığı için üstlenilmemişti). Yirminci yüzyıldaki sosyalizmler yıkılmasa muhtemelen izm enflasyonundan geçilmeyecekti. Marksizm gelişememe, üretememe veya başka yapısal problemlerden hareketle tartışılırken, İslami muhitte peygambere ve asr-ı saadete dönme selefiliğini yankılayacak biçimde, en başa, “ustalara” dönme eğiliminin belirmesi bir tür savunma mekanizması. Bugünün sorularına cevap devşirilebilecek öyle bir memba var mı acaba? Marx düne baktı ama günün problemlerine bizzat kafa yordu, öznel yorumlarını kattığı teorisini inşa etti. Bazen evrensel-aşkın olanın bazen geleneğin-kültürün içinden söz almasından dolayı, tümü birbirini doğrulayıp kapalı devre işleyen bütüncül bir sistem değildi onunki. Marksizmin İcadı’ndaki isimler Marks’tan sonra Marks’a dönme nostaljisine kapılmadıydı. Bir buçuk asır sonra öze dönüşçü nostaljinin enerji üretip sorunları çözmesi bir yana sadra şifa vermesi mümkün değil.