Ünlü bir sözü değiştirerek şöyle başlamak istiyorum sözlerime: “Örgütlenmek bir idealdi ve çok güzeldi.”
Bu sözü açmadan önce birkaç tanım ve önermeye yer vermem gerekiyor:
1) İhtilafın yani görüş ayrılığı ve çıkar çatışmasının olduğu her yerde siyaset vardır.
2) İhtilafın olduğu her yerde tanım gereği birden fazla taraf vardır ve bu taraflar ister istemez –en geniş anlamıyla– “dost” ve “düşman” diye ayrılırlar.
3) Siyasetin amacı ibreyi “dostlar”dan yana bükmektir.
4) Bu da kabaca iki şekilde mümkündür: a) söylemsel olarak ve b) pratik olarak. Benim benimsediğim anlayışa göre,[2] siyasetin amacı ibreyi esasen pratik olarak dostlardan yana bükmektir.
5) Mesleki örgütlenme mücadelesi siyasetin alanına dahildir ve amacı ibreyi hak sahiplerinden yana bükmektir.
Bunlar öyle sanıyorum ki apaçık önermeler ve tartışmaya gerek yok. Buna karşılık, Alain Badiou’nun 68’den sonra hocası Althusser’in siyasi etkisini kırmak için ortaya attığı ve tartışmalı sayılabilecek bir önermeye de yer vermek istiyorum (mealen):
6a) Siyaset hakkında ancak militanlar konuşabilir.
Bu önermeyi konumuz olan siyaset alanına uyarlayalım:
6b) Mesleki örgütlenme hakkında ancak sahada çalışanlar konuşabilir.
Bu durumda söz söyleme hakkını kendimde görmek için haklı sebeplerim var: Toplamda 10 yıldan uzun bir süre boyunca sahada gönüllü çalışmış biri olarak, kendi deneyimim üstüne düşünmek ve bazı mütevazı dersler çıkarmak istiyorum. Mütevazı, çünkü kendi deneyimimi mutlaklaştırma, her türlü düşünme çabasının biricik temeli gibi görme, kendi deneyimimin dışında kalan olasılıkları, potansiyelleri görmezden gelme tuzağına düşmek istemiyorum. Söyleyeceklerim öncelikle kendi deneyimime dair genellemelerden ibaret.
10 yılın özellikle son 7.5 yılında olabilecek en iyi niyetle ve var gücümle kitap çevirmenlerinin örgütlenmesi için çalıştım. (Bunu böyle söyleyince benim bile inanasım gelmiyor ama böyle. Bu arada ben kendi deneyimim üstüne söz alacağım ama hiçbirini tek başıma yapmadığım için zaman zaman “biz” diye konuşacağım.) Başarabildiğimiz şeyler olduğu gibi başaramadıklarımız da oldu. Bunların neler olduğu ve başarı ya da başarısızlıkların olası sebepleri üstüne düşünmeye ve birkaç şey söylemeye gayret edeceğim.
***
Önce durum tespiti ve örgütlenme mücadelesindeki amaçlarımız üzerine birkaç gözlem:
Türkiye’de yaklaşık 5000 kitap çevirmeni var. Bunların hatırı sayılır bir kısmı serbest zamanlı çalışanlar. Çevbir’in ise şu anda yaklaşık 580 üyesi var. 8 yıl önceyse üye sayısı 390 civarındaydı. Demek ki aradan geçen sürede, istifa ve vefat gibi sebeplerle yaşanan eksilmeleri bir yana bırakırsak, yaklaşık 190 yeni üye kazanılmış. Varılan durumu oransal olarak düşünürsek kitap çevirmenleri arasındaki örgütlülük oranı %8’den %11.5’a çıkmış. Burada hem bir başarı hem de başarısızlık var. Başarı, artış sağlanmış olmasında; başarısızlık ise artışın nispeten düşük olması ve bir örgütün sırf ayakta durmakla kazanacağı yeni üye sayısının ancak biraz üzerine çıkabilmiş olmamızda.
Bu arada tabloyu tamamlamak için ekleyeyim: 580 üyenin 80 kadarı “hayalet üye”. Sanırım benzer örgütlerin çoğunda görülüyordur, birtakım üyeler sadece kâğıt üstünde üye, ne doğru dürüst iletişim bilgileri var, ne herhangi bir etkinliğe katılıyorlar ne de aidatlarını ödüyorlar. Bu 80 üyeyi bir yana bıraktığımız zaman da katılım tablosu pek parlak değil, çevrimiçi anketlere katılan üyelerin oranı bile %30’u pek geçmiyor. Bu da benim deneyimime göre serbest zamanlı çalışanların örgütlenmesiyle ilgili bir başka soruna işaret ediyor: yetersiz katılım. Ama katılımın yüksek olduğu bir alan da var: aidatlar. Çevbir’de göreve geldiğimiz dönemde aidat ödeyenlerin oranı çeşitli sebeplerle düşmüştü, ama bu konuda yaptığımız düzenli çalışmalar sonucunda aidat ödeyen üyelerin oranını %75 civarına çıkarmayı başarmıştık.
Peki örgütlenmenin kendisi neden bu kadar zor, neden ağır aksak ilerliyor?
Bunun tarihsel, ideolojik ve pratik sebepleri var, örgütlenme konusunda yaygın birtakım önyargılar ve kaygılar söz konusu: 12 Eylül askeri darbesinin solun üzerinden buldozer gibi geçmesinin sonuçlarından biri örgütlenmenin tehlikeli bir faaliyet olarak görülmesi. Sadece örgütleyenler açısından değil, örgütlenenler açısından bile bir bedel ödeme potansiyeli bulunduğu (düşünüldüğü) için örgütlenmeye cesaret edemeyenler oluyor. Buna ek olarak, örgütlere yönelik, mesleki örgütler de dahil olmak üzere, genel bir güvensizlik söz konusu: Bu tür örgütlerin de diyelim ki akçeli işlerinde şaibe olduğu ya da örgütleyenlerin de öncelikle kendi çıkarları için bu faaliyetlerde bulunduğu düşünülebiliyor – dolayısıyla örgütlenme ya da katılım çağrılarına bu işin içinde bir bit yeniği olduğu önyargısıyla sıcak bakmayanlarla karşılaşmak her zaman için olası. Üçüncü olarak da, ilgili mevzuatın tam da örgütlenmeyi zorlaştırmak için geçmişte getirilmiş birtakım koşullarının bugüne ulaşan uzantıları var: Örneğin siyasi partilere veya sendikalara çevrimiçi başvuruyla üye olabiliyorsunuz, ama bizimki gibi bir meslek örgütüne üye olmak için ıslak imzalı belgeleri elden ya da posta yoluyla ulaştırmanız gerekiyor.
Böyle bir tabloda söz konusu birliğe üye olmanız için asgari koşullar şunlar: Örgütlenme konusunda olumlu önkabulleriniz olması, birliğin çalışmaları konusunda az çok bilginizin bulunması, yönetimin güven vermesi ve bürokratik koşulları yerine getirmek için de azimli olmanız gerekiyor. Örgütleme çalışmasına katkıda bulunanlar bu engelleri aşabildikleri ölçüde üye sayılarını artırabiliyorlar.
Koşullardan kaynaklı zorluklardan biri de örgütlenmenin amacıyla ilgili tasavvurlar. Bir yanda örgütlenmeyi solun düşünce ve siyaset geleneği açısından bir “farz” olarak görenler, yani örgütlenme bilinci olanlar hâlâ bulunuyor; bir yanda da bu tür örgütleri ancak somut faydaları, yani üyelerine sunduğu bir bakıma kısa veya orta vadeli çıkarlar açısından değerlendirenler oluyor. Bu bakımdan örgütleme çalışmasının zorluğu, idealler ile çıkarları uzlaştırmakta, örgütleyenlerin ve bir kısım üyenin idealleri ile örgütlenenlerin çıkarları arasında denge kurmakta yatıyor: “Üye olacağım da ne olacak? Elime ne geçecek?” sorusunu önemsemezseniz, sırf dayanışma gibi idealleri veya türlü cennet vaatlerini öne çıkararak üye çekmeye çalışırsanız, büyük ölçüde başarısızlığa uğrayacağınızı öngörmek zor değil. Her ne kadar solun toplumda yükseköğrenim görmüşlerin oluşturduğu havuza enikonu sıkışmış olduğu doğruysa da, üniversite bitirmiş herkes de otomatik olarak solcu değil, solcu olsa bile üye olmak için harekete geçmek zorunda değil. Dahası, mesleki haklarının savunulduğunu görmesi için ille solcu olması da gerekmiyor. Hele ki mesleki hakların temeli, mevcut durumda “burjuva hukuku” üzerinden tanımlanmışken.
Bu tabloda örgütleyenlerin kendi siyasi görüşlerinden, emek-sermaye çatışmasına dair tasavvurlarından ziyade, örgütlenenlerin/örgütleneceklerin, yani mevcut ve müstakbel üyelerin mesleki hak tasavvurlarını göz önünde tutmaları, bu tasavvurlar kapsamındaki beklentilere hitap etmeleri pratik mücadele açısından önem taşıyor. Benim çalışmış olduğum alanı düşünürsek, sosyalist idealler kitap çevirmenlerine kamu tarafından finanse edilen anlamlı ve güvenli bir çalışma ortamı sunulmasını gerektiriyor olabilir, ama fiilen çözümlerimizi mevcut Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun (FSEK) tanıdığı haklar çerçevesinde bulup ona göre hareket etmek zorundayız. Fiili durumda epey bir kitap çevirmeni FSEK kapsamında tanınan haklardan bile –bir kısım sermaye tarafından– yoksun bırakıldığı için, hakları herkes için geçerli kılmak üzere verilen mücadele, örgütleyenlerin idealleri ile örgütlenenlerin çıkarları arasında pratik bir uzlaşmayı mümkün kılıyor. Nitekim benim deneyimim, yayıncılardan haklarını alamadıklarından başvuran üyeler için verilen hukuk öncesi ve hukuki mücadelenin hem üyelerin memnuniyetini sağladığı hem bu sayede örgütü ayakta tutmayı mümkün kıldığı hem de örgütleyenlerin, kendi idealleri için mücadele ettikleri hissine katkıda bulunduğu yönünde.[3]
***
Ama bu yaklaşımın da bir açığı var: Hak mağduriyeti yaşamayan üyelerin (ki bunların oranının %75 olduğunu düşünebiliriz) örgüt bünyesinde varoluş nedeni diğerleriyle dayanışma olarak kalıyor ve onların bu dayanışmayı sürdürmeleri için, bilinçlerine ilaveten çıkarlarına da hitap etmek üzere bir şeyler yapmanız gerekiyor. Örneğin, kültürel etkinlikler düzenlemeniz ve –üyeniz olsun olmasın– çevirmenlerin mesleki gelişimine katkıda bulunmak üzere eğitim çalışmaları yapmanız lazım. Bunlar da örgütün mali gücüne, ve yönetimine katılanların beşeri, kültürel ve sosyal sermayesine bağlı. Paranız yoksa salon kiralayıp etkinlik yapamıyorsunuz, yeterli sayıda yetkin kişiye ulaşamıyorsanız meslek-içi eğitim düzenleyemiyorsunuz.[4]
Yine hem mevzuattan hem de örgütlülük oranının düşük olmasından kaynaklı sebeplerle bu tür mesleki örgütlerin mali gücü genellikle düşük oluyor. Bu kısıtı aşmak için başvurulabilecek yollardan biri gönüllülerin örgüt faaliyetleri için seferber edilmesi. Bunu herkes deniyor, biz de denedik ve bir ölçüde başarılı, bir ölçüde de başarısız olduk. Başarısızlığın sebeplerinin başındaysa mesleki örgütlerin, –siyasi hareket, parti ve örgütlerin aksine– sunabildiği ideallerin ister istemez kısıtlı olması geliyor. Bizimki gibi bir örgüt, üyelerine makropolitik siyasi idealler sunamıyor: “Çok çalışırsak, sosyalizm gelir veya sosyal demokrasi iktidara geçer, toplumsal gelir adaletsizliği azalır,” diyemiyoruz; olsa olsa “Çok çalışırsak, hakkını alamayan çevirmen kalmaz, çevirmenler daha çok gelir elde eder, bu da sosyal adalete katkıda bulunur,” diyebiliyoruz ki, bu sözlerin makropolitik idealler kadar heyecan verici olmadığı, olamayacağı aşikâr. Oysa esası itibariyle siyasi mücadele bu tür idealler, duygular, heyecanlarla yürütülür; kitleleri de “militanları” da bunlar seferber eder. Mesleki örgütlenme mücadelesinde ideallerin mütevazılığı, “militanlarını” daha büyük bir siyasi mücadelenin parçası olduklarına ikna edemediği sürece, faaliyetlerin ister istemez aleyhinde etkide bulunuyor. Bunun sonucunda da, örgütleyenler açısından açık ve kısa vadeli çıkarlar da söz konusu olmadığı için, yani örgütleyenler bu işten para kazanmadıkları için, mücadele küçük ekiplerin, çoğunlukla arkadaş gruplarının vermesi gereken bir sınav olarak kalıyor. Arkadaş gruplarının iç dengeleri ise duygusal çalkantılarla bozulmaya meyilli olduğundan, küçük çatışmalarda bile tutarlılıkları sarsılabiliyor ve ekipler kısa ömürlü olabiliyor. İdeal koşullarda bu tür örgütlerde gönüllülük esasıyla göreve gelen yöneticilerin az çok gelir elde etmesi ve örgütlerin profesyonel bir sekretaryası ile profesyonel bir örgütlenme ve eğitim ekibinin olması gerekli görünüyor. Gelir elde etmenin ve profesyonel ekiplerin çalışmasının başka sorunlara kapı aralayacağı aşikâr, ama bunun mevcut durumdaki gibi söz konusu örgütlerin her an dağılabilecek, kırılgan bir yapılarının olmasından iyi olacağını düşünüyorum. Kurumsallaşmanın, yani “kendi-için” örgütlerin sorunları, o gün geldiğinde iç çatışmalarla çözülebilir diye umuyorum.
***
Biraz önce “çıkar” ve “fayda” gibi kelimeler kullandım ama bunları en olumsuz anlamlarıyla düşünmemek gerekiyor. Bu tür örgütlerin üyelerine ve uzak yakın çevrelerine yönelik fayda üretmeleri, varlıklarını sürdürüp güçlenmeleri için hayati önem taşıyor. Sınıflı toplum esas itibariyle çıkar çatışması üstüne kurulu olduğu için, meslek örgütleri de (tıpkı sendikalar gibi) nihayetinde birer çıkar grubu olduğu için, faaliyetleri çıkarların, bir başka deyişle hakların korunması, savunulması, kazanılması ya da kaybedilmesi ekseninde yapılanır. Mesleki örgütlenmede önemli noktalardan biri, bireysel çıkarın topluluk çıkarıyla kesişebilmesi: İşverene karşı bireysel çıkarını, diyelim ki alacağı telif yüzdesini, özellikle de asgari ücreti savunan ya da asgari ücretin altında çalışmayı reddeden bir çevirmen, meslektaşlarının da çıkarını ve hakkını savunmuş oluyor; niyeti bu olsun olmasın, bireysel eylem kolektife yönelik bir eylem halini alıyor. Serbest zamanlı çalışanların mesleki örgütlenmesinde hedeflerden ve mücadele yöntemlerinden biri üyelerin bu şekilde “militan”laştırılmasıdır.
Hak takibi sonucunda kapsayabildiğimiz üyelerin kısıtlı kaldığından söz ettim. Buna karşılık, olağanüstü gelişmeler karşısında başka üyelerimize ulaşabilmemiz yine başarılarımızdan biri oldu. Örneğin Kovid-19 Salgını döneminde işinden olmuş ya da geliri azalmış üyelerimiz için bir Dayanışma Sandığı kurduk; imkânı olan üyelerimizin yaptığı bağışları ihtiyacı olan üyelerimize aktardık. Bu sandık kapsamında üyelerimize birliğimizin varoluş nedeni ve işleyiş biçimi konusunda vermek istediğimiz mesajları ulaştırabildik; destek alan ve veren üyelerimizin birliğimize bağlılığı, aidiyet duygusu ve güveni arttı. Bunları da somut olarak gözlemleyebildik: Üye olduğu halde yıllar boyunca hiç sesini çıkarmamış, herhangi bir etkinliğe katılmamış kişiler ya sandığa katkıda bulundular ya birikmiş aidat borçlarını ödediler. Kolektif çıkar doğrultusunda çalışmamız, bu üyelerin bireysel çıkarına katkıda bulunmadığı halde, ortak iyiye dair sahip oldukları tasavvurlar, özgecilik eğilimi, kolektifle özdeşleşme gibi etkenler dolayısıyla örgütlenmeden yana sonuç doğurdu.[5]
Bu faaliyeti gerçekleştirirken kendimizi mevzuatın sınırlarını zorlamak zorunda bulduysak da yönetim olarak ideallerimiz doğrultusunda çalıştığımızı hissetmek, beni/bizi birlik dışında da çevremize yönelik ne tür faydalar üretebileceğimizi düşünmeye sevk etti. Meslek örgütü olmanın kısıtlarından birini bu vesileyle aşabileceğimizi düşündük: Sadece üyelerimize ve çevirmenlere yönelik çalışma zorunluluğu bizi korporatizme[6] yönlendiriyor ve etki alanımızı çok sınırlıyordu, oysa yaptığımız işe bağlı başka birtakım faydalar üreterek bu iki sıkıntıyı aşmamız pekâlâ mümkündü. Örneğin birtakım devlet okullarının kütüphaneleri için kitap toplama kampanyalarına katkıda bulunmak bizim için çok zor bir iş değildi: Sonuçta üyelerimiz gerek kendi çevirdikleri gerekse kitaplıklarında bulunan başka kitapları bu kampanyalar kapsamında bağışlayabilecek durumdaydılar, bize düşen de kâh bu duyuruları paylaşmak kâh kitapları toplayıp ihtiyaç duyulan noktalara ulaştırmaktan ibaretti. Köy okulları dışında, salgında çalıştığı için yaşamını yitiren, DİSK Dev Yapı-İş temsilcisi Hasan Oğuz adına Salkım Kooperatifi’nin kurduğu kütüphaneye 250 kadar kitapla katkıda bulunduk sözgelimi. Aynı mantıkla kendi içimizde de bir takas kitaplığı kurarak, üyelerimizin ihtiyaç duydukları kitapları satın alma dışında bir yolla edinebilmelerini sağlamak, kâr güdüsünün dışında kalan bir mikro alan kurmak istedik ve bu mekanizma da bir süre gayet iyi işledi.
Büyük ölçüde örgütsüz bir toplumda, küçük de olsa bir örgüt olmanın avantajlarını kuvveden fiile çıkarmak için deprem sırasında da elimizden geleni yaptık. Mevzuatın kısıtlamalarını aşmak için enformel bir şekilde örgütlenerek üyelerimizin ayni ve nakdi bağışlarını deprem bölgesine ulaştırdık. Ayrıca alanımızda en bilinen, en güçlü ve en çalışkan örgüt olduğumuz için bize gelen çeviri destek taleplerini Afette Rehber Çevirmenlik ekibine ilettik, üyelerimizden ekibe destek verebilecek olanları koordinatörlerle temasa geçirdik. Başka afetlerde bize ulaşan çeviri destek taleplerini bizzat karşıladık, oturup çeviri yaptık. Alanımızda öğrenim gören öğrencilerden gelen, bilgisayar gibi maddi ihtiyaç taleplerini karşıladık. Bütün bunları parçası olduğumuz topluma dönük faydalar üretmek, “toplumdan aldığımızı topluma geri vermek” için yaptık. Bu şekilde örgütlenme hedefi bakımından da birtakım olumlu sonuçlar elde ettik: Üyelerimizin birbirleriyle olduğu gibi, çevreleriyle de dayanışmaları, onların aidiyet duygusunu yani örgüt-içi bağları güçlendirirken; örgütün de toplumla bağlarını güçlendirdi, bu esnada bilinirliğini artırdı, işlevini tanıttı, örgütlenmenin yararlarını hatırlattı – bunlar da üye adaylarına ulaşmayı bir nebze kolaylaştırdı. Üstelik bütün bunları bir avuç insan başardı. Daha büyük ya da güçlü ekiplerin toplumun öz-örgütlenmesinde, toplumsal dayanışmanın artmasında nasıl bir rol oynayabileceğine dair düşünülmeye değer bir örnek ortaya koyduğumuza inanıyorum.
***
Katılım deyince ilk akla gelen, aidat ödemeleri, üyelerin etkinliklerde hazır bulunması veya faaliyetlere gönüllü katkıları olmamalı diye düşünenler olacaktır, farkındayım. Ama saydıklarım “demokratik katılımın” birer tezahür ve göstergesi olarak okunabilir diye düşünüyorum. Elbette, katılım sadece üyelerin enerjisinden yararlanmak ya da üyeleri “militan”laştırmak bakımından önemli değil, aynı zamanda aktif demokrasi, yani “siyasi hakikati bulmanın bir yolu olarak” demokrasi[7] ideali açısından şart olduğu için de önemli. Bu anlamıyla katılım, yani üyelerin karar alma ve yönetim süreçlerine dahil olması konusunda birden fazla zorluk söz konusu. Makropolitik düzeyle de benzerlik gösteren en büyük sorunun “her kafadan bir ses çıkması” ve bu kakofoniyi yönetmenin zorluğu olduğu düşünülebilir, ama bana kalırsa –biri yine makropolitik düzeyle de ilişkili– daha önemli iki sorun var: İlki, karar alma sürecinin masum ve iyi niyetli görüş alışverişinin ötesinde, açık ya da örtük bir şekilde, çatışan (iç) çıkarların çekişmesi olarak tezahür etmesi, ki burada özellikle gizli çıkar hesaplarının değerlendirilmesinin ve sürecin, örgütün temsil edeceği müşterek çıkarlar doğrultusunda yönlendirilmesinin her zaman kolay olmaması. İkincisiyse meslek birliği gibi örgütlerin hukuki-siyasi yapılandırmasıyla ilgili: Sonuçta bu tür örgütler mevzuata göre makropolitik temsili demokrasi modeli uyarınca, bir kamunun (genel kurul) yönetim/denetim organlarını seçmesi ve sorumlu tutması üzerine kurulu. Makropolitik düzeyde katılım (diyelim ki referandumlar) artık yönetenlerin sorumluluğu üzerlerinden atma, sorumluluktan kaçma araçlarından biri olarak kullanılıyorsa,[8] bu tür örgütler düzeyinde, “yönetilenlerin” yani üyelerin bir kısmının, yönetenlere, taşın altına elini koyanlara hukuki sorumluluk altında bırakacak kararlar almaları için baskı yapmaları hem fiili hem potansiyel bir sorun olarak çıkıyor karşımıza. Bir bakıma, sırtında yumurta küfesi olmadığı gibi yaralı parmağa da işemeyenler, başkasının sırtındaki davulu tokmaklamak –ama çok gürültü çıkınca ya da davul patlayınca da sırra kadem basmak– için sıraya girebiliyorlar. Bu durum ve ihtimal de karar alma süreçlerini sorumluluğu olmayanlara kapatma, onlara söz hakkı verilse bile oy hakkı verilmemesi yönünde evriltiyor. Örgütlenmeyi idealler ile çıkarların cenderesine sokan önemli faktörlerden biri bu. Ama bu durumda da dar bir düzlemde, özellikle kurullara seçilenler karar (ve dolayısıyla sorumluluk) alma sürecine dahil edilebiliyor ve böylece bir şekilde başkanın her şeyden sorumlu olduğu için tek karar mercii gibi davranmasını teşvik eden hukuki-siyasi yapı esnetilebiliyor.
***
Bu tür örgütler ister istemez mevcut hukuki zeminde hareket etmek zorundalar dedim ya, doğrusu, söz konusu zemin meslek sahipleri açısından o kadar dezavantajlı da değil. Mevcut yasa (FSEK) çevirmenlere çeşitli haklar tanıyor nitekim. Fakat yasanın kendisinde de uygulanmasında da sorunlar var. Bu sorunların giderilmesinde ise elimizi zayıflatan birkaç unsur söz konusu: Birincisi, yasa yapılırken örgütlü olmadığımız için müdahil olamamışız (o dönemin ruhu da buna elvermiyor olabilirdi); yasa gözden geçirilsin diye çalışan çıkınca sözünüze kulak veriliyor ama sermaye çevrelerinin baskı gücü sizinkinden çok daha yüksek, onların sözüne daha çok kulak veriliyor. İkincisi, yasanın uygulanmasını denetlemesi gereken devlet hem uzmanlık bilgisi gerektirdiği hem de bu tür görevleri hepten sırtından atmak istediği için denetleme görevini fiilen size devretmiş durumda ama bu iş için gerekli enstrümanları da size vermiyor (ya da bandrol gibi uygulamalarda ayrıcalığı elde etmiş sermaye çevreleri mevcut enstrümanları sizinle paylaşmaya yanaşmıyor); daha da önemlisi, devletin yerine denetim yapabilmeniz için ekonomik olarak güçlü olmanız gerekiyor ama ne devletten ne de üyelerden yeterince destek alabiliyorsunuz. Bu da sizi sahada gerektiği kadar etkili olmaktan alıkoyuyor haliyle. Yine de borçlar hukuku da telif hukuku da icra takibi ve dava gibi yollara başvurulduğunda, –kişilerin hayali haklılık iddialarına teslim olmazsanız– neredeyse her zaman olumlu sonuç almanıza yetiyor.
Hak mücadelesi açısından neleri başardığımızı düşündüğümde, birinci tür sorunlar konusunda tablonun o kadar iyi olmadığını söylemek zorundayım: Yeni haklar kazanamadık. Buna karşılık uygulama konusunda verilen mücadele sayesinde mevcut haklarımızı bir nebze koruyabildik. Çalışanların haklarının giderek aşındırıldığı, 1930’larda elde edilmiş kazanımların yavaş yavaş elimizden alındığı günümüzün siyasal bağlamında birtakım hakları koruyabilmek yeterli olmasa da bir başarı sayılabilir. Buna ek olarak, Çevbir’in verdiği hak mücadelesinin diğer yayın emekçilerine, özellikle editörlere ilham kaynağı olması da artı hanesine yazılabilir. Editörlerin örgütlenmesi gerçekleştiği takdirde, kimi zaman kendi aralarında çatışsalar bile, çevirmenler ile editörler iyiden iyiye kuralsız bir sektörde, temel haklar konusunda birlikte mücadele yürütüp hareket edebilirler. Bu da çalışanların haklarında meydana gelen erozyonu yavaşlatabilir.
***
Bu örneklerde birkaç bakımdan siyasetten anladığım şeye bağlı kaldığımı düşünüyor, bu nedenle küçük de olsa bir sevinç duyuyorum: Sonuçta çocukluğunun büyük kısmını 12 Eylül darbesinden sonra geçirmiş biri olarak bilfiil gördüm ki 1) toplumsal dayanışma fiilen ve sahiden mümkün, yeter ki bunu seferber edebilecek enerjiyi kendimizde bulup gerekli çalışmayı yapabilelim; 2) siyaset “dostlarımızın” içinde bulunduğu koşulları değiştirmek için çalışmaksa, ibreyi “dostlarımıza” doğru bükmekse, içinde bulunduğumuz koşullara nispetle iyi bir sınav verdiğimiz kanaatindeyim.
Hasılı, mesleki örgütlenme asla mesleki örgütlenmeden ibaret değil. Toplumsal örgütlenme ve mücadelenin bir mikro örneği ve bir bakıma laboratuvarı. Bu laboratuvarda yaptığımız çalışma ve deneyler esnasında, istemediğimiz halde bir şeyleri kırıp döktüğümüz, sağımızı solumuzu yaraladığımız da olmuştur. Ama hikâyenin asıl önemli kısmı, olup bitenlerden ziyade, onlardan çıkardığımız ana fikirler, yani derslerdir.
Peki ne gibi dersler çıkardım?
Mesleki haklara yönelik mücadeleler ister istemez mevcut hukuki düzlemde (“burjuva hukuku”nun mevzuatı) yürütülmek zorunda. Ancak, bu düzlemin getirdiği sınırların hepsi meşru değil; üyelerin dayanışmasını ya da örgütlerin çevrelerine faydalı olmasını kısıtlayan sınırların etrafından dolanmak zorundayız; “fiili meşru mücadele”yi böyle de anlayabiliriz. Ülkemizde sol örgütler, siyasi partiler ve bilumum hareketler salgın ve deprem gibi olağanüstü durumlar (yani bir büyük Öteki) karşısında, halkın da desteğiyle, çok iyi refleks göstererek muazzam dayanışma örnekleri sergiliyor. Bununla ne kadar gurur duysak yeridir, ancak bizimki gibi örgütler için olağan zamanlarda yapılan çalışmalar da bir o kadar, hatta ondan da önemli. Olağan günlerde sabır ve azimle çalışıp hak mücadelesi ve dayanışma faaliyetleri yürütmezsek, olağanüstü günlerde o refleksi gösterecek örgüt ve kurumlarımız kalmayabilir. Olağan zamanlarda üyelerimizin ve halkın desteğini seferber etmek içinse siyasetin büyük ideallerini gündeliğin içinde yaşatmanın yollarını arayıp bulmamız, gerektiğinde icat etmemiz gerekiyor. Reklamcıların, sinemacıların “Söyleme, göster!” ilkesini siyasete uyarlamamız gerekiyor: “Söyleme, yap!” Sosyalizm geleceğe dair bir tasavvur ya da hayal değil, şimdiye yönelik bir pratik; öyle olabildiği ölçüde var. Geleceğe dair vaatleri şimdide gömülü olmak zorunda.[9] Başka bir gelecek olacağının ya da geleceğin şimdi’den daha iyi olacağının garantisi yok. Hatta, aksine, gelecek muhtemelen daha kötü olacak. “İmdat freni”yse –sözlerimiz değil– ancak şimdideki pratiklerimiz olabilir.
[1] Bu metnin küçük bir bölümü DİSK’e bağlı Basın İş Sendikası’nın 27-28 Eylül tarihlerinde düzenlediği “Freelance Emek Çalıştayı”nda sunulmuştur.
[2] Şu iki yazıda açıklamaya çalışmıştım: Sözle siyaset | Savaş Kılıç | Artı Gerçek ve Söz karşısında siyaset | Savaş Kılıç | Artı Gerçek.
[3] Ama nihayetinde örgüt asıl amacına (bütün çevirmenlerin haklarını alması ve hakkaniyetli koşullarda çalışması) ulaşmak için çalıştıkça, kendisine duyulan ihtiyacı da ortadan kaldırmış oluyor. Hoş, ideal durumda, yani bütün çevirmenler haklarını alabildiği ve hakkaniyetli koşullarda çalıştığı takdirde, örgüt bu durumun garantörü olarak varlığını sürdürebilir, fakat bu da yine onun varlığına ilişkin tasavvurlara bağlıdır.
[4] Bunun dışında da sorunlar çıkıyor. Örneğin, siz meslek-içi eğitim vermeye çalıştığınızda, üniversitelerin ilgili bölümlerinde çalışanlar tedirgin ya da rahatsız olabiliyorlar, sizin yetkinliğinizi sorgulayabiliyor ya da bunun kendi işleri olduğunu iddia ederek eğitim verme etkinliğini kendi tekellerinde tutmak isteyebiliyorlar.
[5] “Çıkar” kavramının netameli yanlarının farkındayım. Batılı antropolojinin (yani insan tasavvurunun) kilit kavramlarından biri olduğunu Marshall Sahlins Batı’nın İnsan Doğası Yanılsaması’nda (çev. E. Ayhan ve Z. Demirsü, BGST, 2. Basım, 2021) çok güzel anlatıyor. Çıkar genellikle kapitalizmin ve modernliğin alametifarikası olarak kavranıyor, kapitalizmin tarihinde kendini meşrulaştırmak için güçlü bir argüman olarak kullanıldığını da biliyoruz (bkz. Albert O. Hirschman, Tutkular ve Çıkarlar, çev. Barış Cezar, Metis, 2008; Hirschman’ın kitabı Sahlins’in anlattığı tarihin geniş bir babı gibi okunabilir). İdealler ile çıkarları karşı karşıya koyunca Batı metafiziğinin kötü doğa-iyi kültür karşıtlığının Rousseau’cu tersine çevrilişini (iyi doğa-kötü kültür) yeniden üretmiş gibi olduğumun da farkındayım. Hatta bu yazıda idealler ile sık sık duygusal ilişki kurmam bunu doğruluyor gibi. Yine de çıkara bütünüyle olumsuz bir anlam yüklememekle, bireysel çıkar ile kolektif çıkar arasındaki diyalektiği kavramaya niyetlenmemle bu şablonun bir nebze dışında kaldığımı düşünmek istiyorum.
Çıkar odaklı siyaset yapmanın sakıncalarından biri, çıkar vaat edemediğiniz zaman ya da sizinkinden daha kısa vadeli çıkar vaat edebilenler çıktığında hitap ettiğiniz kitlenin yönünü değiştirmesi. Komünist Parti’ye oy veren Fransız işçilerinin aşırı sağa oy verir hale gelmesinin sebeplerinden biri buydu. Bu dönüşümün ayrıntılı ve güzel bir tasviri için bkz. Didier Eribon, Retour à Reims, Fayard, 2009; Türkçesi: Reims’e Dönüş, çev. Şule Çiltaş, Tellekt, 2025.
[6] Bizimki gibi örgütlerin –ayakta kalabildikleri takdirde– önlerindeki en büyük tehlike de bu, yani korporatizme (loncacılığa) teslim olmak: Tek gündemin o mesleğin bekasını ve icra edenlerin çıkarlarını savunmak, dünya tasavvurunu o meslekle sınırlı tutmak, mesleğin çıkarını toplumun çıkarının önüne koymak, mesleğe giriş kapısını kontrol etmek, bunun üzerinden örgütsel ve bireysel çıkar sağlamak.
[7] Bkz. Alain Badiou, Yeni Bir Siyaset İçin Felsefe, çev. B. Özkul ve E. Ünal, Encore, 2013, s. 42. Badiou burada –tıpkı Jacques Rancière gibi– isyan, devrim gibi patlama ve baskın anlarını kastediyor ama karar alma süreçleri iyi yönetilirse bir hakikat prosedürü haline gelebilir.
[8] Katılımın etrafındaki tuzak ve sorunlar için bkz. şu kışkırtıcı kitap: Marcus Miessen, Katılım Kâbusu, çev. B. O. Doğan, Metis, 2013.
[9] “Zaten var/burada” temasının açılımı için bkz. Bernard Friot ve Frédéric Lordon, Komünizm İş Başında: Kapitalizme Karşı Sosyal Güvenlik Sistemi, çev. Aslı Sümer, Metis, 2025.





