Direnmenin Doğa Tarihi

27 Ekim 2025’te, Direnen Akademi’de, “Yaşam ağacının gezegenin 3.8 milyar yıllık tarihinde yeşeren ve kırılan dalları” üzerine bir ders anlatmıştım. Konu, beş büyük yok oluş ve günümüzdeki, yani Antroposen’deki yok oluş hadisesi etrafında şekillenmişti.

“Direnmek” fiilini biyoçeşitlilik üzerinden tartışırken, bu kavramın anlamını doğadan ilhamla yeniden düşünmeye çalıştım. Şunu fark ettim: doğadan öğrenilecek şeyler hâlâ çok, hem de sandığımızdan çok daha fazla. Bu metinde, katı kuralcılığın bireysel alanı nasıl daralttığını, politik öfkenin bu katılıkla nasıl beslendiğini ve biyolojik sistemlerde gördüğüm çeşitlilik ile esnek adaptasyon ilkelerinin bu yapısal sertliğe karşı nasıl bir model sunabileceğini tartışıyorum.

Yaşam ağacının dalları, gezegenin tarihinde defalarca kez kırılmış; sonra yeniden yeşermiştir. Bazı dallar yaşamayı sürdürmüş, bazıları ise bir daha hiç var olmamak üzere kaybolmuştur. Bugün doğadaki direniş örneklerine bakarak, toplumsal umutsuzluklarımıza da ışık tutabiliriz belki. Ama oraya varmadan önce, doğanın kendi içindeki gizli çeşitlilik desenlerine bakalım; bu desenlerin tarih boyunca yaşamı nasıl ayakta tuttuğunu anlamaya çalışalım. Ve en başta da şu kavramın altını çizelim: çeşitlilik.

Çeşitlilik, biyolojik sistemlerin sürdürülebilirliği için temel bir koşuldur, yani yaşamın olmazsa olmazı. Bir ekosistemin dirençli olması, o ekosistemdeki türlerin zenginliğine ve genetik çeşitliliğin derinliğine bağlıdır. Bu çeşitlilik, çevresel streslere karşı bir tampon görevi görür; sistemin dış müdahaleler karşısında çökmesini engeller. Çeşitliliğin azalması ekosistemleri kırılgan hale getirirken, korunması ve artırılması direnci ve uyum kapasitesini güçlendirir. Bu durum, yalnızca doğa için değil, insan toplumları için de geçerlidir. Ancak şimdilik biyolojik örnekler üzerinden ilerleyelim.

Dünyadaki yaşam tarihi, büyük kitlesel yok oluşlar ve ardından gelen çeşitlenme dönemleriyle şekillenmiştir. Bu yok oluşların çoğu denizlerde yaşanmış, zaman zaman canlı türlerinin yüzde 80’inden fazlası ortadan kalkmış, ardından yaşam yeni biçimlerle yeniden yeşermiştir. Sözünü ettiğimiz “büyük beş” kitlesel yok oluş, genellikle denizel yaşamı merkez alır. Karasal yaşamın tarihindeki yok oluşlar ise henüz o kadar net tanımlanmış değildir. Kitlesel yok oluş dediğimizde yaşamın yüzde 75’inin tamamen ortadan kalkmasını bekliyoruz. Peki gerçekten, kara ortamında yaşamın yüzde 75’inden fazlasını yok eden kapsamlı bir olay yaşandı mı? Bu soru hâlâ kesin bir yanıt bulabilmiş değil. Dolayısıyla “büyük beş” kavramı, karasal yaşam için hâlâ tartışmalı bir çerçevedir. Ne var ki, içinde bulunduğumuz Antroposen çağında yaşanan yok oluş, muhtemelen gezegenimizin karasal yaşam tarihinde ilk kez böylesine kapsamlı bir kitlesel yok oluş olarak kayda geçecek.

Her büyük yok oluşun ardından, yaşam ağacı kırılan dallarından yeni filizler vererek yeniden dengeye kavuşmuştur. Bugün, Antroposen çağında yeni bir büyük yok oluşun eşiğinde dururken, yaşamın direnme gücü ve biyoçeşitliliğin önemi hiç olmadığı kadar görünür hale geliyor. Bu noktada, yaşamın yalnızca süreklilik değil, direniş üzerine de kurulu olduğunu görmek mümkün.

Direniş kavramı genellikle sosyal mücadelelerle ilişkilendirilir. Oysa biyolojik çeşitlilik ve evrimsel süreçler bize gösteriyor ki, doğada da farklı düzeylerde bir “direnme” var. Türler, milyonlarca yıl boyunca çevresel değişimlere, iklim dalgalanmalarına ve coğrafi izolasyonlara direnerek varlıklarını sürdürmüşler. Filocoğrafya çalışmaları —yani türlerin coğrafi dağılımlarının tarihsel kökenlerini inceleyen araştırmalar— bu direnişin genetik izlerini ortaya çıkarır, çeşitliliğin coğrafi değişkenliğine odaklanarak bunu yaparlar.

Kendi çalışmalarımda da gördüğüm üzere, örneğin Afrika’nın en göz alıcı endemik kuş gruplarından birinde, turakolarda (Perktaş ve ark, 2020) ya da Orta Doğu dahil Avrupa’nın genelinde dağılım gösteren ve en ilginç ağaçkakan türlerinden biri olan yeşil ağaçkakan örneğinde (Perktaş ve ark., 2011), genetik çeşitlilik kimi zaman dar alanlara sıkışmış ve uzun süre o alanlarda hayatta kalmayı başarmıştır. Turakolarda, yaklaşık elli yıldır varlığı bile tartışmalı olan bir alttürün, Tanzanya’nın kuzeyinde bir dağın tepesinde yaşamını sürdürdüğü, yaptığımız geniş ölçekli çalışmayla ortaya çıkmıştır. eşil ağaçkakanın, İran’ın Zagros Dağları bölgesinde bulunan bir popülasyonu, Avrupa ve Anadolu popülasyonlarından farklı, tamamen izole bir genetik yapının varlığını göstermiştir. Bu ve bunun gibi durumlar, türlerin evrimsel tarihlerinde sessiz bir direnişin izlerini taşır. Filocoğrafi veriler, yani genetik çeşitliliği şekillendiren mutasyonlar ve bunların coğrafi dağılımı, biyoçeşitliliğin yalnızca yüzeyde görülen tür sayısından ibaret olmadığını; türlerin içinde ve arasında sessizce süren derin bir genetik zenginliğin varlığını gösterir. Bu zenginlik, çevresel dengesizlikler karşısında yaşamın sürekliliği için bir umut kaynağıdır.

Doğanın bu “sessiz direniş” öyküleri, toplumsal mücadelelere de yeni bir bakış sunabilir. Nasıl ki türler uzun süre sessiz kalarak varlıklarını sürdürür, toplumsal hareketler de kimi zaman görünmeden direnebilir. Farklı bir benzetme gibi gelebilir bu; fakat genetik mirasın sürekliliği gibi, kültürel ve sosyal miras da tarih boyunca sessizce taşınarak gelecekte yeni filizler verebilir.

Bunu daha somut düşünmek için Barry Lam’in “Fewer Rules, Better People[1]” kitabında tartıştığı bir kavrama başvurabiliriz. Lam, Antik Çinli düşünür Han Fei’ye atıfla, toplumların fazla kural koyarak aslında kendi yaratıcılıklarını ve dayanıklılıklarını törpülediğini söyler. Katı kurallar, başlangıçta düzen sağlasa da zamanla çeşitliliği ve uyum kabiliyetini sınırlar. Ekologlar, sosyal-ekolojik sistemlerin statik olmadığını ve doğada yukarıdan aşağıya komuta-kontrol anlayışıyla sağlanan bir denge bulunmadığını uzun süredir bilmektedirler[2]; dolayısıyla doğadaki sistemler, kuralların katılığının tam tersine işler: burada kurallar vardır, ama bu kurallar esnektir; genetik çeşitlilik ve evrimsel uyum, “aşırı düzenleme” değil, denge içinde bir serbestlik sayesinde mümkün olur. Türler, belirli sınırlar içinde deneme-yanılma yoluyla, bazen hata yaparak ama çoğunlukla dayanarak yaşamlarını sürdürürler. Bu anlamda doğanın direnci, bir tür “esnek düzen”in ürünüdür; bürokratik bir itaate değil, karmaşık bir uyumun bilgeliğine dayanır. Doğada ise bu esneklik, yaşamın kendi yasasıdır; hiçbir tür bunu bilinçle yapmaz, ama her biri bu dengeyi sezgisel biçimde sürdürür.

Toplumlar için de benzer bir ders çıkarılabilir: Direniş, her zaman görünür bir çatışma biçiminde değil; bazen sistemin aşırı katılığını esnetebilen, içeriden uyum sağlayarak var olmayı sürdüren bir çeşitlilik hareketi olarak da ortaya çıkar.  Nitekim tarih boyunca kimi topluluklar, baskı dönemlerinde dillerini, ritüellerini ya da müziklerini gizlice yaşatarak var olmuşlardır. Bu görünmeyen kültürel direnç biçimleri, tıpkı doğadaki genetik çeşitliliğin sığındığı mikro sığınak alanlar gibi, yaşamın devamlılığını sağlayan yerlerdir; sonraki yaşamın yeniden yeşermesi için gerekli ve nitelikli kaynaklardır. Sayıca az, etkisi sınırlı gibi görünseler de, varlıkları paha biçilemez bir değer taşır; yaşamın kaldığı yerden devam edebilmesini mümkün kılarlar. Bu nedenle, katı ideolojik dönemlerde gündelik yaşam pratiklerinin (dil, mizah, dayanışma ağları ya da kültürel üretim biçimleri gibi) sessizce dönüşmesi, sistemin katılığını içeriden yumuşatan alanlar yaratır.

Belki şöyle bir örnekle durum daha da somutlaşabilir: kentlerdeki beton aralıklarından çıkan bir bitkinin varlığını sürdürmesi gibi. O bitki ne çevresini tamamen reddeder, ne de ona boyun eğer; var olan koşullar içinde kendi yaşam alanını açar, oraya tutunur ve büyür. Her şeye rağmen, sessizce ama inatla, “ben buradayım” der. Toplumsal düzeyde pasif bir tutum gibi görünen bu direnme biçimi, aslında son derece etkin bir süreçtir: göz önünde ama göze batmadan, sessiz ama kalıcı bir biçimde işler. Görünürlüğünü sessizliğin içinde koruyan, süreklilik arz eden bir var olma biçiminden bahsediyorum esasen.

Sonuçta, doğanın gizli kalmış çeşitlilik desenlerini ve tarihsel direniş öykülerini anlamak bize yalnızca doğayı koruma sorumluluğu yüklemez. Aynı zamanda, insanın kendi direnişini, dayanma gücünü ve umudunu da yeniden düşünmeye çağırır. Ve belki de bu yüzden, umut yalnızca insana özgü bir duygu değildir.

Bugünün umutsuzluklarına karşı, doğanın milyonlarca yıldır sürdürdüğü bu sessiz direniş bize bir şey fısıldar: “Hayat, kırılan dallarından yeniden yeşermeyi hep bilir.”


[1] Lam, B. (2025). Fewer rules, better people: The case for discretion. W. W. Norton & Company.

[2] Craig, R. K., Garmestani, A. S., Allen, C. R., Arnold, C. A. T., Birg, H., DeCaro, D. A., Fremier, A. K., Gosnell, H., & Schlager, E. (2017). Balancing stability and flexibility in adaptive governance: An analysis of tools available in U.S. environmental law. Ecology and Society, 22(2), 1–16.