Canlı ile Cansızın Sınırında: Korona ve Post-hümanizm

Koronavirüs hakkında epeyce yazılmış ve konuşulmuş olsa da onun ortaya koyduğu olanaklar ile ilgili hâlâ çok fazla bir şey söylenmemiştir. Burada olanaktan kasıt, eve kapanma süreci ile birlikte keşfedilen şeylere dair sınıfsal temellerden yoksun bir güzelleme yapmak değildir elbette. Eve kapanma ya da izolasyon süreci her ne kadar insanın hastalıktan korunmasına yardımcı olsa da, yalnızca bir kesime bahşedilmiş bir ayrıcalıktır. Büyük bir çoğunluk ise bu süreci olanaklı hale getirmek için hastalığa karşı savunmasız bir şekilde dışarıda çalışmaktadır. Diğer yandan olanaklardan bahsederken virüsün türümüz üzerinde yarattığı korkunç yıkımın göz ardı edilmemesi de önemlidir. Burada yalnızca koronavirüs üzerinden hareketle salgın mefhumunun bize gösterdiklerine ve üzerine konuşulabilecek perspektiflere post-hümanist bir ekleme yapılmaya çalışılacaktır.  

İnsanın gerçekten jeolojik bir süper güç haline geldiği bu insan çağında (antroposen) (Lewis ve Maslin, 2018, s. 5) (Braidotti, 2013, s. 5) onun doğaya egemen olduğu yanılsaması bugün de devam etmektedir. İnsan edimlerinin çevresel etkilerinin hiç olmadığı kadar büyük olduğu bu çağda, bu etkilerin uzun vadede ne gibi sonuçlar doğuracağı inceleme konusu haline gelmektedir. Doğanın tahribatı, canlıların sömürülmesi, küresel ısınma, aşırı kentleşme, nüfus artışı ve doğal kaynakların tüketilmesi gibi durumlar çevresel değişiklikler ve insan ilişkisini tekrar ele almamıza, insan ve insan olmayan canlılarla ilişkimizin temel ilkelerini sorgulamamıza neden olmaktadır. Küresel salgını (pandemi) böyle bir sürecin ya da çağın zorunlu sonucu görmek gerekliliği, insanın bugünkü merkezî konumuna meydan okumakta, doğayla ve var olanlarla uzun süredir ilişkisini sürdürme tarzını bozan bir süreçten geçmemize neden olmaktadır.

Rocco Ronchi’nin de işaret ettiği gibi, koronavirüs bir olay karakteri göstermekte ve bir olay özü gereği travmatik olmak durumundadır, çünkü olay bir olgu değildir ve önceden mümkün olmayan değişimlere neden olurlar (Ronchi, 2020). Bir başka deyişle, küresel salgın ile birlikte yaşananlar, insanı kavrayamadığı ya da kavrama gelmeyen bir kaygı durumuyla karşı karşıya bırakmıştır ve bu olay ya da Freudyen kaygı hali, insanların birbirleriyle ve doğayla olan ilişkilerini radikal bir biçimde sarsmış, bilinmez bir durumda bırakmıştır. “Bulaşma”, Derrida’nın (2000, s. 90) vurguladığı gibi önündeki her şeyi kimliksizleştirmekte ve mülküzleştirmekte; bugün en çok da insanın sözümona nötr, doğaya ve diğer canlılara üstün olduğu görüşünün yerinden edilmesi olanağını doğurmaktadır. Küresel Salgın üzerine bir söyleşisinde, Pascal'ın modernite anlayışına (“İnsan, insanı daima aşacaktır,”) vurgu yapan Nancy'nin de belirttiği gibi, insan Pascalcı bir tanrısallığa yaklaşmaksızın kendini öyle "fazlasıyla" aştı ki, kendi yarattığı olaylar ve durumlarla dolup taşan bir insanlık bataklığına saplandı; böylelikle aslında kendini hiçbir şekilde aşamadı (Nancy, 2020). Hasılı, bir olay ya da kaygı durumu olarak küresel salgın modern insanın yeniden ele alınmasını ve doğayla olan ilişkisinde yeni metotları düşünebilir kılmıştır.

Post-hümanist literatür modern insanın bu pozisyonuyla ilgilenmekte, modernitenin sorunlarını ortaya koymakta ve bunlara çözüm getirmeye çalışmaktadır. Bu literatür, sıradan bir tema çalışmasından farklı olarak bilen özne şeması ve onun kültürel araştırmalarının halihazırda sürdürülen ve tekrarlanan insanmerkezci temellerine kökten bir karşı çıkış sergilemeyi gerektirmektedir (Wolfe, 2009, s. 568). İnsanın ayrıcalıklı konumunu sorgulayarak, onu yapısöküme uğratmayı hedefler. Bu makalede de Post-hümanizm çerçevesinde, küresel salgın yeniden ele alınacak, insanın sorunlu konumu daha açık hale getirilecek ve belli çözümler önerilecektir.

İnsanmerkezci (anthropocentric) Bakış Açısı ve Küresel Salgın

Post-hümanizm şemsiye terimi altında pek çok konu başlığı toplanmıştır. Bunlardan biri de insanmerkezci bakış açısının aşılması temasıdır (Ferrando, 2019, s. 1). “İnsanın” her şeyin evrensel ölçüsü, baskın tür veya merkezî bir pozisyonu olması gerekliliği yerleşik bakış açısını oluşturmaktadır. İnsanın biyo-genetik ve bilişsel olarak gelişimi, insan yaşamının diğer canlılardan ayrı tutulması ve özel bir yere sahip olması gerektiği inancını ortaya çıkarmıştır. İnsanın taksonomik sınıflandırması da buna uygun olarak Homo Sapiens, yani bilen insan olmuştur. Bu metnin konusu olmasa da bu sınıflandırmada “sapiens” olabilme yeteneğinin de tüm insanlara bahşedilmediğini, merkeze alınanın beyaz, erkek, mülk sahibi, Batılı insan olduğunu belirtmek gerekir. Homo Sapiens ismini veren Linneaus’un yine bu ismi koyduğu Systema Naturae’nın onuncu baskısında insanlar arasında ırk, renk ve yaşadığı kıtaya bağlı olarak ayrımlar yaptığı ve gerçek Homo Sapiens’i aslında yalnızca beyazlara bahşettiği açıkça görülebiliyor (Akt. Ferrando, 2019, s. 95). Bu nedenle metin boyunca geçen insan teriminin her zaman Batılı beyaz erkek olarak işitilmesi önemlidir. Karantina sürecindeki yaşantımızdan da rahatça gördüğümüz gibi, yeterince beyazlaşmış olan bizler evlerimizde güvendeyken bu beyazlıktan pay almayan büyük çoğunluk ise hayatta kalmak için sokakta ve insanlarla temas halinde olmak zorundadır. Bu açıdan “biz insanlar”daki “biz”in kimi kapsadığı önemli bir ayrıntıdır.

İnsanın yeryüzünde bir istisna olduğu varsayımı, çevrenin ve diğer canlıların araç olarak görülmesine; böylece doğanın ve diğer canlıların sömürülmesine neden olmuştur. Fakat insanı merkeze alan bu bakış açısı, küresel salgın fenomenini anlamamıza ve üstesinden gelmemize yetmiyor. Kendimizi merkeze koyduğumuz ve doğadaki diğer canlıları aşağı ya da ikincil olarak gördüğümüz durumlar, sadece diğer canlı türleri için değil, aynı zamanda kendi türümüze de tehdit oluşturuyor. Çin’deki plansız ve aşırı kentleşme, vahşi canlıların yaşam alanlarının yok olmasına ve yuvasız kalan vahşi canlıların çok kısıtlı bir yaşam alanında birlikte yaşamak zorunda kalmalarına sebep oluyor. Böylece türler arası virüs ve/veya bakteri aktarımı daha hızlı ve kolay gerçekleşiyor. Bu durum mutasyona uğramış bakteri ve virüslerin hayatta kalma ihtimallerini artırırken, insanların bu vahşi hayvanlarla aynı yaşam alanlarında ikamet etmesine yol açıyor. Vahşi hayvanların yok olmasına sebep olan bu tavır, bir yandan da insanı önceden karşılaşmadığı bakterilere ve virüslere maruz bırakmaktadır. Zira Çin’de kentleşme böyle devam ederse bu tarz virüslerin ortaya çıkmaya devam edeceği uzun süreden beri uzmanlar tarafından tahmin ediliyordu (Neiderud, 2015). Çin üzerine yapılan bu çalışmanın dünyanın geri kalanı için de geçerli olduğu su götürmez bir gerçektir. Modern insanın nekro-politik doğası Dünya üzerindeki tüm canlılar için, insan da dahil, bir tehdit oluşturmaktadır.

Tehdidin sınırı her ne kadar insan türü ile sınırlı olmasa da virüse dair tartışmalar şu âna kadar ağırlıklı olarak sivil özgürlük, devletin kısıtlayıcılığı gibi kavramlar etrafında tartışıldı. Bunun yanında dayanışmaya dair mesajlar ile insanmerkezci tavır devam ettirildi. Oysa bu virüsün ortaya çıkardığı olanakları yalnızca tür bazında değil, gezegen bazında da düşünmenin aciliyeti ve hegemonik yapının terk edilmesi zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu hegemonik yapı ise kendisini düalist bakış açısı ile temellendirmektedir.

Düalist Bakış Açısı ve Küresel Salgın

Düalizm sonrası ya da düalizmin aşılması teması, post-hümanizmin bir başka altbaşlığını oluşturmaktadır. Plumwood’un ifade ettiği gibi düalist ikiliklerden biri olan insan/doğa ikiliği (dikotomisi) anlamını düalist yadsımalarda bulmaktadır. Doğa yalnızca insanların yararlanacakları bir araç olarak ele alınırken, insana ahlâki bir değer, yani amaç olma özelliği yüklenmiştir. Doğal dünya ve biyosfer uygarlığımızın arka planını oluşturan bir çöplük olarak görülmüştür. Bunun yarattığı sistemli değersizleştirme ve yadsıma, ona karşı dikkatsizlik ve onu görmemeye dönüşmüştür (Plumwood, 2004, s. 99-100). Bu görmeme ve dikkatsizliği doğuran düalist yapının bugünkü küresel salgının temellerini attığı rahatlıkla söylenebilir. Bu doğanın bir intikamı değildir, daha çok ilişkiselliğimizi reddettiğimiz yeryüzü ötekilerinin bu ilişkiselliği bize hatırlattığı bir noktadır.

Hayvanın ya da diğer canlıların öteki olarak tek bir model altında toplanması, hem bu canlılar arasındaki farkların göz ardı edilmesine neden olmakta, hem de insanların onlara karşı uyguladığı şiddetin meşruiyet zeminini oluşturmaktadır. Bir diğer deyişle, bu düalist ilişkide insan yapan, eden, özne konumundayken diğer canlılar maruz kalan, nesne konumunda değerlendirilmektedir. Koronavirüsün, bizi ve diğer hayvanları “konakçı” olarak kullanması, insanlar ve insan-olmayan canlılar arasındaki metafizik sınırın pratikte ne kadar yapay olduğunu göstermekte; insan ve diğer canlılar arasındaki aşılamaz gibi görülen sınırın yeniden ele alınması gerekliliği ortaya çıkarmaktadır. Bunun yanında, virüsün kendisinin hem canlı hem de cansız (ya da ne canlı ne de cansız) bir varlık olması, bizi var olanları düalist olmayan, düalizm ötesi bir post-düalist ontoloji üzerine düşünmeye zorluyor. Bu post-düalist ontoloji, virüsün de hatırlattığı üzere, canlı/cansız ayrımının da ötesine geçecek ve ilişkiselliği düalist katılıklar yerine akışkan kılacaktır.

Sonuç olarak, insan ve insan olmayan canlıların etkileşimi küresel salgın sayesinde geleneksel yerinden edilmiş, insan ve diğer canlı türleri arasındaki aşılamaz görülen metafizik ilişkinin sorgulanması daha da acil hale gelmiştir. Burada gözden kaçmaması gereken husus, hiyerarşik ilişkileri kuran düalist düşünme biçiminin çok dikkatli bir şekilde ele alınmasıdır, yoksa insan ve diğer canlılar ya da insan ve doğa arasındaki düalizm aşılsa dahi başka ayrımcılık türleri ortaya çıkabilir; bugün robotların, yapay zekânın ya da siborgun öteki olarak tasvir edilmesi gibi. Düalizmin dile yerleşikliği, bu tehdide karşı sürekli tetikte olmayı gerektirmektedir.

Batı Merkezci Düşünme Biçimi ve Küresel Salgın

Post-hümanizmin ele aldığı temel sorunlardan biri de Batı modernleşme projesi içindeki temel ilkelerin ve Avrupa modernleşmesinin konumudur. Zira bugün, feminist, post-kolonyal ve anti-ırkçı eleştirel teori, çevre aktivistleri, engelli hakları savunucuları, queer ve LGBTI teorisyenlerinin oluşturduğu radikal dalga teorileri olarak adlandırılabilecek hareketler modern düşüncenin evrensel ideali olarak gördüğü, ama aslında Batılı (otonom, eril, beyaz, şehirli, standart bir dili konuşan, heteroseksüel) olan insanı sorgulamaktadırlar. Yüzyıllar süren ve Avrupa kültürünü ayrıcalıklı kültür olarak gören bu anlayış belirli bir insan kipinin diğer insan kipleri üzerinde egemenlik kurmasına neden olmaktadır (Deleuze ve Guattari, 1980, s. 93). Bu sözde ayrıcalıklı konum, krizin Çin’de, yani merkezden (Batı’dan) çok uzakta başlaması, Batılı devletlerin önlemleri çok geç almasına ve krizin daha derin ve etkili yaşanmasına sebep olmuştur.

Bu noktada ilginç olan salgının küreselliğinden kaynaklı “evrensel oluşa” dair yeni bir perspektif getiriyor olmasıdır. Önlem alınmadığı takdirde bütün toplumların salgına açık olması, belirli toplumların ya da grupların ayrıcalıklı konumunu sarsmış ve sözde ayrıcalıklı pozisyonlarının sağladığı imtiyazları sorgulanır kılmıştır. Ayrıca, küresel salgının en çok Batı ülkelerini etkilemesi, hümanizmin Batılı insanının da en az diğer insanlar kadar bu salgına karşı savunmasız olduğunu göstermektedir. Diğer bir deyişle, Batılı ve Batılı olmayan öteki diyalektiği, salgınla birlikte işlevini yitirmektedir. Artık Batı merkezci düşünme biçimini bırakıp, çevresel politikaların tüm gezegeni kapsaması zaruri hale gelmiştir.

Salgının bir diğer özelliği ise, kaynağını “evcilleştirilmiş” olandan değil, “vahşi” olandan almış olmasıdır. Domuz gribi, kuş gribi gibi hastalıklar "doğal” bir şekilde yaşamımıza dahil olabilirken, endüstriyel et üretiminin vahşiliği ve bu üretiminin etkileri sorgulanmazken, kaynak bir yarasa olduğunda mesele oldukça şovenist bir boyuta çekilmiştir. Çünkü yarasa yemek uygar Batılı değerlere aykırıdır. Batılı pek çok düşünürün bu tarz bir düşünce biçiminden sıyrılamadığını da bu süreçte gözlemliyoruz. Agamben, Badiou, Žižek gibi düşünürlerin pek çoğu SARS1 ve SARS2 gibi salgınları hatırlasa da unutulmuş diyarın terk edilmiş çocuklarının payına düşen ve yine bir koronavirüs olan MERS’i unutma konusunda oldukça aceleciler. Hatta Badiou daha da ileri giderek SARS’tan sonra gelen MERS’i atlayarak küresel salgına yol açan virüsü SARS2 olarak isimlendirmektedir. Oysa temelde MERS ile SARS’ı ayıran, “evcil” deve ile “vahşi” yarasadan başka bir şey değildir.  Badiou için mesele, virüsün insana nasıl geçtiğinin bilim tarafından ortaya konması ve salgının insan merkezli bir politikada yeni bir şey üretmeyeceğinin gösterilmesidir (Badiou, 2020). Haklıdır da. Politikanın merkezinde insan olduğunda ya da politikanın bir merkezi olduğunda yeni bir şeyden bahsetmek küresel salgın özelinde anlamsızdır.

Transhümanizm ve Küresel Salgın

Post-hümanizmin altbaşlıklarından biri olan Transhümanizm homojen bir hareket değildir, fakat bütün Transhümanizm çeşitleri insanın bilim ve teknoloji ile gelişebileceği anlayışını paylaşır (Ferrando, 2019, s. 31). Yaşam süresinin uzaması ve dijital ölümsüzlük gibi konular transhümanizmin başlıca ilgilendiği konulardır. Küresel salgın sırasında da insanlığın en büyük umudunu yine teknoloji ve bilimsel çalışmalar oluşturmaktadır. Transhümanist bir perspektiften virüsün bu çalışmaları hızlandıracağı tahmin edilirken, biyolojik bedenin yetersiz geleceği ve dijitalleşeceği konu edilmektedir (Özdamar Akarçay, 2020). Fakat, bedeni bir çeşit nötr konuma indiren bu bakış açısı, sadece bir tür Kartezyen zihin-beden ikiliğini yeniden sunmuş olmuyor; aynı zamanda bedenin tarihsel, sosyopolitik etkileşimlerin biyolojik ve simgesel odağı olduğu gerçeği göz ardı ediliyor.

Transhümanist literatürün önemli isimlerinden Ray Kurzweil gibi düşünürler, insan zekâsının evrimsel sürecin şu âna kadar en büyük yaratımı olduğunu ve bir sonraki aşama olan teknoloji için araç olduğunu iddia etmektedirler (Kurzweil, 1999, s. 36). Fakat bu bakış açısı hem insan merkezci hem de tekno merkezci bir bakış açısı sunmakta, insanın ayrıcalıklı pozisyonuna vurgu yapmaktadır. Küresel salgın sırasında bu bakış açısının ne kadar sorunlu olduğu önceki bölümlerde ele alındı. İnsanın, teknoloji ile birlikte bu ayrıcalıklı konumunu kaybetme korkusu ise insan-yapay zekâ ya da insan-robot ikiliklerinin ortaya çıkma tehlikesini barındırmaktadır. Burada akıllara Donna Haraway’in insan, hayvan ve makinenin birlikteliğine vurgu yapan siborg kavramı gelmektedir. Haraway siborg düşüncesiyle ikiliklerin ve sınırların ötesinde bir varlık anlayışı oluşturmayı hedefler. Bunun yanında, her yıl insan edimlerinin sonucu olarak pek çok türün neslinin tükenmesi, Kurzweil’in üstün gelmeye dayanan evrim anlayışının sorunlu perspektifini göstermeye olanak sağlayabilir.

Sonuç

Koronavirüsün ortaya çıkışı ve sonrasında yaşanan küresel salgın durumu, insanlık için radikal, dönüştürücü bir deneyim haline geldi. Hem toplumsal hem de bireysel değişime son derece açık bir süreçten geçmekteyiz. Sosyoekonomik düzenin temellerinden sorgulanmaya başlaması belki de bir paradigma değişiminin habercisidir. İnsanlık tarihi açısından bakıldığında bu olağandışı durum bizi başka bir olağandışı pozisyonu, insanın var olanlar arasındaki ayrıcalıklı konumunu sorgulamaya itiyor. Sadece küresel salgının değil, aynı zamanda gezegenin diğer pek çok sorunun temelinde ve meşrulaştırılmasında insanın istisnai olarak konumlandırılması bulunuyor. İnsan, gezegendeki diğer varlıklarla olan hiyerarşik ilişkilenme biçimini bırakmalı ve kendini merkeze aldığı politikalardan vazgeçmelidir. Bugün ihtiyacımız olan, bütün insanlıkla değil, bütün var olanlarla dayanışmadır. Mesele adalet talebini tüm yeryüzü ötekilerini de kapsayacak şekilde genişletmektir. Küresel salgının da açıkça gösterdiği gibi ne canlı ne de cansız bir “tehdit” bizi hem canlı hem de cansız olan tüm yeryüzü ötekileri ile acil bir dayanışmaya çağırıyor. Jeofizik bir kuvvet olmanın getirdiği yeni perspektif böylece görünür hale geliyor. İnsan türünün kendisiyle sınırlandırmaya çalıştığı politik düzen, yine insanın kendi sınırını bütün yeryüzüne yaymış olması nedeniyle politikanın bizzat yeryüzünün bütünüyle alakalı olduğunu ifşa ediyor.


Kaynakça

Badiou, Alan. 2020. “On the Epidemic Situation”, https://www.versobooks.com/blogs/4608-on-the-epidemic-situation                       

Braidotti, Rosi. 2013. The Posthuman. Cambridge, UK ; Malden, MA, USA: Polity Press.

Deleuze, Gilles ve Guattari, Félix. 1980. Mille Plateaux. Collection ‘Critique’, t. 2. Paris: Éditions de minuit.

Ferrando, Francesca. 2019. Philosophical Posthumanism. Londra: Bloomsbury Academic.

Jean-Luc Nancy. 2020. Invité, Jean-Luc Nancy : Un Trop Humain Virus. https://youtu.be/Msu0hAJXdhw 

Kurzweil, Ray. 1999. The Age of Spiritual Machines: When Computers Exceed Human Intelligence. New York: Viking.

Lewis, Simon L., ve Mark Maslin. 2018. The Human Planet: How We Created the Anthropocene: A Pelican Book. Londra: Pelican an imprint of Penguin Books.

Neiderud, Carl-Johan. 2015. "How Urbanization Affects the Epidemiology of Emerging Infectious Diseases", Infection Ecology & Epidemiology, 5 (1): 27060. https://doi.org/10.3402/iee.v5.27060 

Özdamar Akarçay, Gülbin. 2020. "Gelecek de Bir Gün Gelecek Ama Nasıl?", 1 Mayıs 2020. https://www.birikimdergisi.com/guncel/10065/gelecek-de-bir-gun-gelecek-ama-nasil#_ftn1 

Ronchi, Rocco. 2020. "Le Virtù Del Virus". https://www.doppiozero.com/materiali/le-virtu-del-virus.

Wolfe, Cary. 2009. "Human, All Too Human: 'Animal Studies' and the Humanities", PMLA, 124 (2): 564–575.


Görsel: Hans Holbein, “Dance of Death” (1493).

Not: Bu metnin ortaya çıkmasında görüş ve önerileriyle katkıda bulunan dostlarımız Gamze Gürler ve Gülce Maşrabacı’ya teşekkür ederiz.