Ekolojik İmparatorluk ve Antroposen: Osmanlı’dan Sanayiye Uzanan Bir Hikâye

Tarih çoğu kez savaşların, siyasal dönüşümlerin ve büyük liderlerin hikâyesi üzerinden okunur. Oysa coğrafyaların ve bu coğrafyalarda hüküm süren toplumların kaderini belirleyen daha derin bir damar vardır: insanın çevresiyle kurduğu ilişki. Bu ilişkiyi adlandırmak için kullandığımız kelimeler bile çağlara ve kültürlere göre değişir. Osmanlı kaynaklarında sıkça rastlanan ‘tabiat’ kelimesi, bugünün Türkçesinde çoğu kez ‘doğa’ ile karşılanır. Ancak bu basit bir çeviri farkı değildir; insanın dünyayı kavrayışındaki köklü bir dönüşümün izini taşır. Tanzimat sonrası ve modernleşme dönemlerinde Batı dillerinden alınan "doğa" kelimesi, özellikle fizik ve biyoloji gibi bilimsel alanlarda "tabiat" ile birlikte kullanılmaya başlanmıştır, ancak geleneksel Osmanlı anlatımında "tabiat" ön plandadır.

İklim değişikliğinin medeniyetlerin kaderini nasıl belirlediğine dair örnekler çok daha eskiye uzanır. Akkad Kralı Naram-Sin’in (M.Ö. 2250) kuraklıkla birlikte çöken imparatorluğu ya da Roma’nın yükseliş dönemine denk gelen iklimsel optimum, çevresel dalgalanmaların insanlık tarihindeki belirleyiciliğini gösterir. Voltaire’in 18. yüzyılda yazdığı gibi, “İnsanları en çok meşgul eden üç şey iklim, hükümetler ve din”dir; üstelik Voltaire iklimi ilk sıraya koyarak zamanının ötesinde bir tespit yapmıştı. Bugün Peter Frankopan’ın Dönüştürülen Dünya (The Earth Transformed) kitabı[1], iklim ve çevresel faktörlerin yalnızca arka planda değil, doğrudan tarihin aktörlerinden biri olduğunu güçlü örneklerle hatırlatıyor. Ani ekolojik şokların imparatorlukları nasıl sarstığını, tarım devriminin Holosen iklim koşullarına nasıl yaslandığını ve modern insanlık çağının aslında doğa ile sürekli bir müzakerenin ürünü olduğunu ortaya koyuyor.

Bu küresel örnekler, iklimin yalnızca doğal bir arka plan değil, tarihin bizzat kurucu bir aktörü olduğunu gösteriyor. Aynı mercekle mesela Osmanlı’ya baktığımızda, “tabiat” kavramının imparatorluğun gündelik işleyişini ve siyasal düzenini şekillendiren temel unsurlardan biri olduğunu görüyoruz.

Osmanlı çevre tarihçiliğinde “tabiat”, yalnızca felsefi bir kavram değil; köylünün gündelik emeğini, iklimin ritimlerini ve devletin idari kapasitesini doğrudan şekillendiren maddi bir zemindi. Nil’in taşkınları, Anadolu’daki kuraklıklar ya da Balkan ormanlarındaki odun üretimi, hem köylünün hem de devletin hayatta kalma stratejilerini belirliyordu.

“Tabiat”, Osmanlı’da ve erken modern dünyada, imparatorlukların yönetiminde somut bir gerçekliği ifade ediyordu: sulama kanallarının akışında, mahsulün veriminde, hayvan gücünde ve vergi defterlerinde. Batı yazınında da aynı dönemde kullanılan nature kavramı, natural history (doğa tarihi) ve natural philosophy (tabiat felsefesi) içinde, insandan ayrı bir yüceltilmiş alan değil; gündelik yaşamı, siyaseti ve iktidarı şekillendiren maddi bir zemindi. Avrupa’nın kolonizasyon tarihinde doğa tarihi bileşenleri doğrudan ekonomik bir geçim kaynağıydı.

Sanayi devrimi ve romantizmle birlikte bu kavrayış değişti. Nature giderek kaybedilen ve korunması gereken ayrı bir alanı, yani bugünkü anlamıyla “doğa”yı işaret etmeye başladı. Antroposen tartışmalarında ise “doğa” artık dışarıda duran edilgen bir çevre değil, insanın jeolojik bir fail olarak içine yazıldığı tartışmalı bir kavramdır. Bruno Latour’un “doğa diye bir şey hiç olmadı” sözü ya da Donna Haraway’in natureculture önerisi, bu kırılmanın felsefi boyutunu özetler.

Bu nedenle Osmanlı Mısır’ını incelerken “tabiat”tan, Antroposen’i tartışırken ise “doğa”dan söz etmek yalnızca tarihsel sürekliliği değil, kavramsal kırılmayı da görünür kılar. Alan Mikhail’in çalışmaları[2], işte bu ikiliğin eşiğinde duruyor: Nil’in taşkın döngüsünü yöneten köylülerin emeği ile, bugünün küresel çevre krizleri arasında düşünsel bir köprü kurmamıza imkân sağlıyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan önceki döneme bakmak, Osmanlı’nın çevresel dalgalanmalarla mücadelesindeki kırılganlıklarını görmek açısından da ders niteliği taşıyor. Bu yazıda Osmanlı’nın ‘tabiat’la kurduğu bağı ekolojik bir mercekten okuyacak, ardından Avrupa’daki sanayi kırılmasının ve bugünkü Antroposen tartışmalarının bu hikâyeyi nasıl tamamladığını görmeye çalışacağım. Amacım, Antroposen’e uzanan tarihsel çizgide doğa ile kurulan ilişkinin nasıl yeniden tanımlandığını tartışmak.

Ekolojik İmparatorluk: Osmanlı’yı Bir Ekosistem Olarak Düşünmek

Ekolojik imparatorluk kavramı farklı tarihsel örneklere uygulanabilir; ancak Osmanlı İmparatorluğu, özellikle Mısır bağlamında, bu yaklaşımı tartışmak için çarpıcı bir örnek sunar. Osmanlı tarihini anlamak için onu yalnızca siyasal-idari bir yapı değil, bir ekolojik imparatorluk olarak da düşünmek gerekir. Bu yaklaşım, imparatorluğu su, toprak, hayvan, insan ve iklimin birbirine bağlandığı karmaşık bir çevresel bütünlük olarak görmeyi önerir. Nitekim yakın zamanda Türkçe’ye çevrilen bazı önemli çalışmalar, Osmanlı Mısır’ını doğrudan bir çevre tarihi bağlamında incelemiştir (bkz. Alan Mikhail’in eserleri, dipnot 2).

Bu perspektif yalnızca Mısır için değil, Osmanlı’nın farklı bölgeleri için de geçerlidir: ormanların korunması için çıkarılan fermanlar, meraların düzenlenmesi, hayvanların yük gücü ya da tarım takvimlerinin iklime göre ayarlanması imparatorluğun çevresel bütünlüğünü ayakta tutuyordu.

İmparatorluğun ayakta kalması, tarlaların sürülmesine, kanalların temizlenmesine, Nil’in taşkın döngüsüne, hayvanların yük ve üretim kapasitesine, köylülerin bilgisini aktardıkları gündelik pratiklere bağlıydı. Bu ağlardan herhangi birindeki kırılma, yalnızca ekonomik bir sorun değil, doğrudan siyasi bir krize dönüşebilirdi.

“Ekosistem olarak imparatorluk” fikri, doğa ile iktidar arasındaki gerilimin en açık göründüğü alandır. Bu ekosistem yalnızca üretimden ibaret değildi; aynı zamanda iktidarın dağılımı, köylü emeğinin denetimi ve yerel bilginin merkeze çekilmesi demekti. Nil’in suyunu yöneten köylüler aynı zamanda imparatorluğu ayakta tutuyor, fakat aynı süreçte devletin vergi ve zorunlu emek politikalarıyla kuşatılıyordu.

Bu bakış, Karl Wittfogel’in “su despotizmi” tezinin ötesine geçer. Osmanlı Mısır’ında mesele, yalnızca merkezi otoritenin suyu kontrol ederek köylüyü boyunduruk altına alması değildi. Aksine, imparatorluk suyu, toprağı ve üretimi yönetirken köylülerin bilgisinden, hayvanların emeğinden, iklimin dalgalanmalarından bağımsız hareket edemiyordu. Bu nedenle Osmanlı ekosisteminde köylünün bilgisi, hayvan emeği ve iklim dalgalanmaları da en az devlet kadar belirleyici aktörlerdi. Ekosistem, tek yönlü bir despotizm değil, sürekli bir müzakere, çatışma ve karşılıklı bağımlılık alanıydı.

İklim ve Kriz: Küçük Buzul Çağı’nda Osmanlı

16. yüzyılın sonlarından itibaren art arda gelen kuraklıklar, aşırı soğuklar ve dengesiz iklim koşulları Anadolu, Suriye ve Balkanlar’ı sarsmıştı. 1590’ların “Büyük Kuraklığı” yalnızca mahsulleri değil, hayvanları da kırıp geçirdi; kıtlıklar ve göçler, devletin vergi ve askerî düzenini doğrudan tehdit etti. 1596’daki Celâlî İsyanları bu iklim krizinin toplumsal-siyasal yankılarından yalnızca biriydi. Köylülerin gündelik hayatını belirleyen bu çevresel dalgalanmalar, imparatorluğun ekosistem olarak kırılganlığını açığa çıkarıyor; tabiatın ritmiyle siyasi düzenin kaderi birbirine kenetleniyordu[3].

Küçük Buzul Çağı’nın etkileri yalnızca Anadolu veya Suriye’de değil, Nil’in taşkın döngülerinde de gözlendi; taşkınların düzensizliği, tarımsal üretimde gerilemelere ve köylülerin göçlerine yol açtı. Bu nedenle iklim tarihçiliği, Osmanlı çevre tarihinin merkezinde yer almaktadır.

Kaynakların Ekopolitiği: Yiyecek ve Odun

İmparatorlukların ekosistem olarak işleyişi, yalnızca suyun akışı ya da iklimin ritimlerine değil, gündelik yaşamı ayakta tutan temel kaynakların sürekliliğine bağlıydı. Osmanlı Mısır’ında bunların başında yiyecek ve yakacak geliyordu. Nil’in taşkın döngüsüne bağlı tahıl üretimi, imparatorluk ekonomisinin ve toplumsal düzenin bel kemiğiydi.

Yakacak olarak odun görünüşte sıradan bir kaynak gibi görünse de, aslında imparatorluğun enerji rejiminin belkemiğini oluşturuyordu. Fırınlardan demir dökümhanelere, barut üretiminden donanma tersanelerine kadar odun yalnızca yakacak değil, stratejik bir kaynaktı. Bu yüzden ormanlar bulundukları yerde tüketilmiyor, merkeze doğru “taşınıyordu.” Dağ yamaçlarından kesilen tomruklar nehirler aracılığıyla şehirlere ulaştırılıyor, Karadeniz ormanları İstanbul’un yakacak ihtiyacını karşılıyor, Balkanlardan gelen keresteler tersanelerde gemiye dönüşüyordu.

Yağışsızlık, Toprak ve Tuzun Ekopolitiği

Mısır’ın odun kıtlığı yalnızca siyasal denetimden değil, ekolojik koşullardan da kaynaklanıyordu. Yıllık yağış ortalamasının bir santimetrenin altında olması nedeniyle ülkenin su döngüsünü yalnızca Nil belirliyordu; bu da ormanların gelişmesini neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Nil Deltası topraklarının yüksek tuzluluk oranı ise ağaçların büyümesini engelliyor, köylüleri sürekli tatlı su–tuzlu su karışımına karşı mücadele etmek zorunda bırakıyordu. 18. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden John Antes, Delta’daki tuzlu bataklıkların tarımsal üretimi sınırladığını, köylülerin sulama kanallarını ve su çarklarını dikkatle kullanarak bu sorunun üstesinden gelmeye çalıştığını kaydetmişti. Bu nedenle, hurma ve limon gibi belli başlı türler dışında büyük ölçekli ağaç yetiştiriciliği mümkün değildi. Böylece “odun” yalnızca taşınan bir kaynak olarak değil, iklimsel bir yokluğun ürünü olarak da konumlandırılmıştır.

Ormanların taşınması, doğal kaynakların mekânsal dolaşıma sokulması demekti; çevrenin maddi varlığı, merkezin siyasal ve ekonomik kapasitesine eklemleniyordu. Bu süreç, yalnızca imparatorluğun merkezini beslemekle kalmıyor; aynı zamanda çevredeki ekolojik dengeleri de altüst ediyordu. Ormanların tükenişi, köylülerin yakacak kıtlığı, tarım alanlarında erozyon ve yerel iklimsel dengesizliklerle sonuçlanabiliyordu. Osmanlı örneği bu açıdan, kaynak yönetiminin ekolojik sürdürülebilirlikten çok ekopolitik önceliklerle belirlendiğini gösterir. Avrupa’da aynı dönemde Baltık ormanlarının donanma için tüketilmesi nasıl yeni bir merkez–çevre ilişkisi yarattıysa, Osmanlı’da da ormanların taşınması, çevre ile siyaset arasındaki görünmez bağı gözler önüne serer.

Özellikle İstanbul’un odun ihtiyacı için Trakya ve Balkan ormanları sürekli denetim altına alınmış, bazen köylülerin kendi ihtiyaçları ile devletin talepleri arasında sert çatışmalar yaşanmıştır. Bu da odun meselesini yalnızca enerji değil, aynı zamanda sosyal bir adalet ve iktidar sorunu haline getirmiştir.

Bugünden bakıldığında bu meseleler, Antroposen’in krizleriyle doğrudan konuşuyor. Nasıl ki Osmanlı’da odun yalnızca yakacak değil, siyasal bir enerji kaynağı idiyse, bugün de fosil yakıtlar yalnızca ekonomik bir meta değil, küresel siyasetin damarlarında dolaşan stratejik bir unsur.

Hastalıkların Ekolojisi: Vebadan Pandemiye

İmparatorlukların ekosistem olarak kırılganlığını açığa çıkaran unsurlardan biri de salgın hastalıklardı. Veba, yalnızca biyolojik bir felaket değil; insan, hayvan, iklim ve ticaret ağlarının kesiştiği ekolojik bir olaydı. Osmanlı Mısır’ında tekrarlayan veba dalgaları, köylü emeğini, kentlerin ticari canlılığını ve devletin idari kapasitesini doğrudan etkiliyordu. Nil taşkınlarının düzensizliği nasıl kıtlık yaratıyorsa, veba da nüfusu kırıp geçerek imparatorluğun üretim ve vergi sistemini çökertiyordu.

Osmanlı çevre tarihçiliğinde veba ile birlikte çekirge istilaları, sıtma ve hayvan hastalıkları da gündelik üretim kapasitesini sınırlayan faktörler olarak işlenir. Bu hastalıkların kaydedilme biçimi, devletin çevresel kırılganlıkları nasıl algıladığını da gösterir.

Bugün Antroposen çağında COVID-19 pandemisi, doğa ile siyasal iktidar arasındaki bu kadim bağı yeniden gözler önüne serdi. Ormansızlaşma, küresel ısınma ve türler arası temasların artışıyla, salgınların ekolojisi bir kez daha dünya siyasetine yön veriyor. Veba ekolojisi ile pandemi ekolojisi arasındaki bu paralellik, imparatorlukların ve devletlerin doğayla müzakeresinin sürekliliğini ortaya koyuyor.

Tabiatın Ritminden Sanayinin Ritmine

Osmanlı Mısır’ının kırılganlıkları tabiat döngülerinden kaynaklanıyordu: Nil’in taşkınları, kuraklıklar, salgın hastalıklar ve odun tedariki, imparatorluğun siyasal düzenini belirleyen başlıca etmenlerdi. Oysa aynı dönemde Avrupa’da farklı bir kırılma yaşanıyordu. Orada mesele, doğayla uyum içinde var olmak değil, doğayı kendi ritmine uydurmak haline gelmişti. Buhar kazanlarının sesi, mevsimlerin döngüsünden bağımsız yeni bir zaman düzeni icat ediyordu.

Sanayi Devrimi bu nedenle yalnızca teknik bir yenilik değil, insan–doğa ilişkisinde radikal bir kopuştu. Ancak böylesi radikal kopuşlar, sonuçları itibarıyla tehlikeli eşiklere de yol açabiliyordu. İnsan, ilk kez kendi emeğini aşan bir gücü makineye devretti ve doğanın sınırlarını makinenin ritmiyle yeniden kurdu. Ekolojik zamanlar diyebileceğimiz dönemden mekanik zamanlara bir geçiş döneminden bahsediyorum.

Bu dönüşümün tohumları 16. yüzyılda atıldı. Uluslararası ticaretin genişlemesiyle birlikte İngiliz soyluları, tarımsal üretimden vazgeçip geniş arazilerini mera haline getirdiler. Çünkü para eden şey artık tahıl değil, yündü. Köylüler topraktan koparıldı; kırsal çözülürken sermaye birikti. Thomas More’un çarpıcı gözlemi, bu dönüşümü en yalın hâliyle ifade ediyordu: “Koyunlar insanları yedi.”

Karl Marx’ın “ilksel sermaye birikimi” dediği süreç tam da burada devreye girdi. Köylülerin üretim araçlarından koparılması ve emeğini satmak zorunda kalması, sanayi devriminin sermaye ve işgücü temelini yarattı. Osmanlı’da köylü emeği doğa döngülerine bağlı kalırken, İngiltere’de köylü emeği makinelerin ritmine mahkûm edildi.

yüzyıl ortalarında James Watt’ın geliştirdiği buhar makinesiyle üretimin ritmi kökten değişti. Manchester bu yeni dünyanın sembolü oldu. Buhar gücünün tekstil fabrikalarına girişi, Hindistan dokumacılığını pazardan silerken Osmanlı tekstil üretimi de küresel rekabette zayıfladı.

Sanayi Devrimi ile tanımlanan Sanayi 1.0 yalnızca ekonomik büyüme değil, uygarlığın tahayyülü açısından da bir kırılmaydı. Köylünün imece usulü üretiminden işbölümüne dayalı devasa fabrikalara; mevsimlerin ritminden makinelerin ritmine; Osmanlı’nın “tabiat” ekosisteminden Avrupa’nın sanayi uygarlığına geçiş yaşandı.

Sonuç

Osmanlı Mısır’ını bir ekosistem olarak okumak, imparatorluk tarihini yalnızca insan merkezli bir siyasal anlatı olmaktan çıkarır. Nil’in taşkınları, tahıl üretimi, odun tedariki ve salgın hastalıklar, imparatorluğun kaderini belirleyen çevresel aktörlerdi. Avrupa’da ise doğa, sermaye birikimi ve makineler aracılığıyla dönüştürüldü.

Bugün Antroposen çağında hem Osmanlı’nın tabiat kırılganlıkları hem Manchester’ın makineleşmiş ekosistemi bize aynı şeyi hatırlatıyor: doğa hiçbir zaman tam anlamıyla kontrol altına alınamıyor. İmparatorluklar gibi modern devletler de ekosistemin sınırları ve dirençleriyle yüzleşmeye mahkûm.

Ancak bu yüzleşmeyi yalnızca kriz ve çöküş üzerinden değil, Donna Haraway’in işaret ettiği gibi, doğa ve kültürün iç içe geçtiği “natureculture” perspektifinden de okumak gerekir[4]. Osmanlı’da köylünün emeği, hayvanların gücü ve Nil’in döngüsü, modern bilimin kategorilerinde ayrı görülen unsurlar değil, tek bir ekosistemin parçasıydı.

Haraway’in “Staying with the Trouble[5]”da öne çıkardığı gibi, Antroposen aynı zamanda birlikte yaşamanın, çok türlü ilişkilerin ve yeni dayanışma biçimlerinin gerekliliğini işaret eder, gezegenin geleceği için bu kaçınılmazdır.  Osmanlı’nın çevresel kırılganlıklarını aşmak için köylülerin geliştirdiği küçük ölçekli pratikler (su çarkları, yerel sulama teknikleri, ürün çeşitliliği) aslında bu çok-türlü dayanıklılığın erken örnekleridir.

Bu açıdan bakıldığında, Osmanlı dönemindeki tabiat müzakereleri de, Antroposen’in doğa krizleri de aynı dersi veriyor: iktidarın gücü, ancak insan-dışı aktörlerle kurulan müzakere kadar kalıcıdır. Nil’in taşkınları ya da makinelerin ritmi, insan iradesiyle değil, ekosistemlerin sınırlarıyla çizilmiştir.

Antroposen çağının asıl dersi, geçmişin ekolojik kırılmalarını hatırlayarak geleceği yeniden müzakere etmektir. Ve unutmamamız gereken: Doğa, tarihin sessiz sahnesi değil; en kalıcı aktörüdür.

Burada biten hikâye aslında yeni bir sorunun kapısını açıyor: Limanlardan uzaklaştıkça makineleşen dünya, Sanayi 1.0 sonrasında Antroposen çağda nasıl bir yol aldı? Bu soruya, kısa bir tarih çalışması gibi devam eden bir sonraki yazıda yanıt arayacağım.


[1] Peter Frankopan, The Earth Transformed: An Untold History (Londra: Bloomsbury, 2023).

[2] Alan Mikhail, Under Osman’s Tree: The Ottoman Empire, Egypt, and Environmental History (Chicago: The University of Chicago Press, 2017): Türkçesi: Osman’ın Ağacı Altında: Osmanlı İmparatorluğu, Mısır ve Çevre Tarihi, çev. Seda Özdil, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2019. Alan Mikhail, Nature and Empire in Ottoman Egypt: An Environmental History (Cambridge: Cambridge University Press, 2011): Türkçesi: Osmanlı Mısır’ında Doğa ve İmparatorluk: Bir Çevre Tarihi, çev. Seda Özdil, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2011/2022.

[3] Sam White, Ecology, Climate and Crisis in the Ottoman Near East (doktora tezi, Columbia University, 2008).

[4] Donna Haraway, Antroposen, Kapitolosen, Plantsyonosen, Chthulusen: Akrabalıklar Kurmak. - Ekoloji: Bir Arada Yaşamın Geleceği. Tellekt, 2022.

[5] Donna J. Haraway, Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene (Durham: Duke University Press, 2016).: Bu eser, Antroposen sonrası dönem olan Chthulucene çağında hayatta kalmanın; çözüm vaat etmek yerine, karmaşık krizlerle birlikte yaşamayı öğrenmekle mümkün olduğunu savunuyor. Haraway, “birlikte kalabilmek” (staying with the trouble) için insan ve insan-dışı varlıklarla “beklenmedik ilişkilikler” kurmanın; bir “ekolojik akrabalık” (making kin) geliştirmeyi gerektirdiğini öne sürer. Böylece insan-merkezli bakışın ötesine geçerek, doğa ve kültürün iç içe geçtiği bir dünyayı kavramanın yollarını işaret ediyor. Burada Chthulucene kavramını da açıklamak yararlı olabilir.Chthulucene, Donna Haraway’in Staying with the Trouble adlı eserinde ortaya koyduğu bir neolojizmdir. Yunanca “khthôn” (yeraltı, toprağın derinlikleri) ve “kainos” (yeni, taze) sözcüklerinin birleşiminden türetilmiştir. Haraway, bu kavramla özellikle Antroposen’in tek boyutlu ve insan-merkezli anlatısına bir alternatif sunar. Chthulucene, gezegenimizin bugün içinde bulunduğu çevresel ve toplumsal krizlerle birlikte yaşamanın yollarını, yani “zor barışı”nı, bir ekolojik sorumluluk biçimi olarak kavramamıza imkân verir. Antroposen ya da Capitalocene gibi terimlerin ötesinde, çok-türlü ilişkilerin, dayanışmanın ve birlikte yaşamın öne çıktığı bir tarihsel-zamansal çerçeveyi temsil eder.Haraway’e göre bu çağda insan olmanın anlamı, yalnızca insan merkezli değil; diğer canlılar, teknolojiler ve doğa aktörleriyle nakış gibi iç içe geçmiş ilişkiler içinde şekillenir. Böylece Chthulucene, doğa ve kültürün ayrıştırılamayacak şekilde bütünleştiği, ortak varoluşun sorumluluklarının paylaşıldığı bir düşünme alanı sunar.