Jonathan Swift’ten İroni Dersleri: Göreciliğin Bağnazlığı

Donald Trump Amerikan devletini küçültmek istiyor, Savaş Bakanı Pete Hegseth ise üst düzey askerî yetkilileri küçültmek niyetinde. Subaylarına kilo vermeleri talimatını verdi; çünkü etrafta çok fazla şişman general, iri yarı albay ve devasa binbaşı dolaştığını söylüyor. Aynı durum Amerikan polisleri için de geçerli; sanki iri yarı olmak onları işe almak için yeterli bir kriter gibi görünüyor. Koşamamaları yüzünden, birçok şüphelinin sırtından vurulduğu söylenebilir. Britanya’da polislerin formda olmaları beklenir; erkek polislerin de belli bir boyun üzerinde olması gerekir. Benim bir amcam, kendisi pek de makbul bir insan sayılmazdı, polisliğe başvurmuş ama boyu bir iki santim kısa geldiği için reddedilmişti. Bu da kamuoyunu birkaç düzmece operasyon, uydurma delil ve sonradan konmuş esrar torbasından kurtarmış oldu. Polis teşkilatını reforme etmenin zorluğu, mesleğin doğasıyla cezbolan insan tipinden kaynaklanır. Diğer bir amcam ise öbüründen de kısaydı ve İkinci Dünya Savaşı sırasında denizaltılarda görev yaptı. Çocukken, denizaltıların daracık alanları yüzünden hep cücelerle doldurulduğunu sanırdım.

Amerikalı erkekler genellikle Britanyalı erkeklerden daha uzundur ve hareket tarzları da farklıdır. Bir keresinde bir Amerikan üniversitesi kampüsünde bir öğrenci bana, yürüyüş tarzımdan İngiliz olduğumu anladığını söylemişti. Pete Hegseth kollarını gevşek ama hafifçe bükük bir şekilde, adeta bir goril gibi tutarak duruyor. 19. yüzyılda, İrlandalı erkekler Britanyalı hemcinslerinden daha uzundu. Bunu, dönemin Britanya donanmasının tuttuğu kayıtlardan biliyoruz; zira o dönemde donanmada epeyce İrlandalı görev yapıyordu. Bu kişilerin çoğu, neredeyse sadece patatesle beslenerek büyümüş olmalıydı ve patates, sağlıklı bir diyet için gereken hemen her şeyi içerir. Bu durum, İrlandalıların neden Britanya’nın yollarını, kanallarını ve demiryollarını inşa eden işçiler olarak bu kadar başarılı olduklarını da açıklar. Üst sınıfa mensup erkekler, büyük ölçüde işçi sınıfından olanlara göre daha uzundur. Cambridge Union’daki beyefendilere ait tuvalette, oldukça yüksek bir kirişin üzerine yerleştirilmiş “Başınızı Çarpmayın” yazılı bir tabela vardır – ama orayı sık sık ziyaret eden bazı genç “Sayın” beylerin boylarını düşününce, bu tabela şaka amaçlı konulmuş olmayabilir. Ben de orada öğrenciyken kendimi, bağırarak konuşan dev Brobdingnaglıların (birazdan onlara döneceğim) arasında koşturan, bodur bir Kuzeyli işçi sınıfı çocuğu gibi hissederdim.

Yaşlandıkça daha akıllı olmayabilirsin ama kesinlikle küçülürsün. Sadece Prens Harry’nin büyükannesiyle çekilmiş fotoğraflarına bakmak yeter. İsa Mesih’in, teolojik açıdan pek de derin olmayan bazı takipçilerine göre tam 1.90 boyunda olduğuna inanılır. İnsan, kurtarıcısının kısa boylu olmasını istemez tabii. Ama yaşadığı dönemi düşünürsek, muhtemelen Ronnie Corbett boyutlarındaydı. Shakespeare’e gelince, büyük ihtimalle cebinize sığdırabilirdiniz. Öte yandan, cüce gibi görülen Napolyon aslında döneminin ortalama erkek boyuna sahipti. Onu cüce gibi göstermek Britanya propagandasıydı. Ben, bir zamanlar Mick Jagger’la tam aynı boydaydım ama artık bu doğru değil – tabii ikimiz de aynı hızda kısalmadıysak.

Dublin’de, adına tam da uygun biçimde küçük yapılı bir yayıncının yönettiği Lilliput Press adında bir yayınevi vardır. Elbette adını, Dublinli yazar Jonathan Swift’in Gulliver’in Seyahatleri adlı romanındaki minyatür karakterlerden almıştır. Swift’in kahramanı Lilliput’ta kaldığı süre boyunca fazlasıyla saf davranır – ki adı da buradan gelir. Ev sahiplerinin geleneklerini ve bakış açılarını aşırı bir hevesle benimser; bir Lilliputlu kadınla cinsel ilişkiye girdiği suçlamasını hararetle reddederken, bunun fiziksel olarak imkânsız olduğunu öne sürmeyi aklına bile getirmez. Buna karşılık, devlerin yaşadığı Brobdingnag ülkesine vardığında, onların yaşam biçimine hiç uyum sağlayamaz ve inatla Anglosantrik kalır. Ülkenin kralına Britanya’nın gelenekleri ve kurumları hakkında kendinden menkul, övücü bir anlatı sunar. Ama kral, bu anlatıdan şu sonuca varır: “Halkınızın büyük çoğunluğunun, yeryüzünde dolaşmalarına asla izin verilmemesi gereken, küçük, tiksinç, zararlı haşerelerden ibaret bir ırk olduğu kanaatine varmaktan kendimi alamıyorum.” Bu, Gulliver’in vermek istediği izlenim değildir elbette.

Mesele şu: Karşı karşıya olduğun şeyi doğru değerlendirebilmek için onunla arana ne kadar mesafe koyman gerekir? Gulliver’in sorunu, ya bir kültüre eleştiri getiremeyecek kadar içinde yer alması ya da onu yeterince sağlıklı değerlendiremeyecek kadar uzağında kalmasıdır. Bertolt Brecht’in de söylediği gibi, bir durumu ancak onun içindeki biri değerlendirebilir – ama aynı zamanda, o kişi bu değerlendirmeyi yapabilecek en son kişidir. Swift Anglo-İrlandalıydı; yani iki uygarlığın eşiğinde yaşamanın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. Britanya kurumlarının pek çok yönünden nefret etmişse de, İrlanda halkına dair pek çok şeyi de aynı şekilde iğrenç buluyordu. Onun hicvi zarif ve incelikli değil; öfkeli ve çatışmacıdır – öfke ve tiksintiyle örülmüş, amansız bir hiciv.

Romanın bir yerinde Gulliver, dünyada bir yerlerde Brobdingnaglı devlerin minik Lilliputlular gibi göründüğü başka bir canlı türü olup olmadığını merak eder. Acaba sonsuz sayıda boyut olabilir mi? “Doğru” boy ne olmalıdır? Elbette bu sorunun cevabı, böyle bir şeyin olmadığıdır. Gulliver gibi insanlar kendi boylarının “doğru” olduğuna inanır; ama bu da, Ludwig Wittgenstein’ın belirttiği gibi, bir adamın “Ama boyumun ne kadar olduğunu biliyorum!” diyerek elini başının üstüne koymasına benzer. Bu felsefi safdil, boyutun bir norma göre göreli olduğunu –ve bu normun yalnızca öznel bir şey olmadığını– kavrayamamıştır. Aksi takdirde her şeyin sadece olduğu kadar büyük, ağır ya da biçimli olduğunu söylememiz gerekirdi ki, bu da hiçbir şey söylememek olur. Biz kendi dünyamız için “doğru” boydayız elbette; ama bunun nedeni de o dünyayı kendimize göre şekillendirmiş olmamızdır.

Sorun şu ki, Gulliver’in Seyahatleri’nin de gösterdiği gibi, birden fazla norm vardır. Kitabın amaçlarından biri, kişisel normlarımızın ve toplumsal alışkanlıklarımızın en azından bir kısmının evrensel olabileceğini göstermek, ama bu evrenselliğin her zaman gurur duyulacak bir şey olmadığını da ortaya koymaktır. Lilliputlular insanlardan birçok bakımdan farklıdır; ama aynı zamanda rahatsız edici biçimde benzedikleri yönler de vardır. Onlar da aşırı hırslıdır, dar görüşlüdür, onur nişanlarıyla budalaca övünürler, politik rekabetlerin pençesindedirler vb. Bu durum, bir anlamda, insanlığın suçluluğunu hafifletir: Eğer bizim kötülüklerimize her yerde rastlanıyorsa, o zaman onlardan daha az sorumlu sayılabiliriz. Ama aynı zamanda, okyanusun ötesinde ideal bir toplum keşfetmeyi ümit eden ütopik düşünürlerin hayallerini acımasızca yerle bir eder. Muhafazakâr Swift, fiziksel olarak bize tamamen yabancı olan varlıklara fazlasıyla insani özellikler atfederek, kendi döneminin ilerici düşünürlerini kurnazca rahatsız eder.

Tıpkı Brobdingnag kralının karşısındaki Gulliver gibi, sömürgecilik de kendi normlarından çok farklı uygarlıklarla yüz yüze gelir; ama onları kendi suretinde yeniden şekillendirerek, bu farklardan rahatsız olmayı reddeder. Gulliver, kendi yaşam tarzını nesnelleştirme, onu bir anlığına dehşete kapılmış bir kralın yabancılaştırıcı gözleriyle görme şansına sahip olur; ama kendisini kafası karışık bir İngiliz olarak tanımlamaktan vazgeçmeye yanaşmaz. Yazarı olan İrlandalı ise, bizi Gulliver’in bu kör inadına gülümsemeye davet eder. Ne var ki sonunda şaka bize patlar. Romanın son bölümünde Gulliver kendini Houyhnhnm’lerin arasında bulur – bilge ve erdemli atlardan oluşan bir ırk. Ama Lilliputlulara yaptığı gibi onları sağduyulu bir şekilde anlamaya çalışmak yerine, bu kez onlardan biri olmayı arzular. Kendini bir ata dönüşmüş gibi hissetmeye başlar; günün belirli saatlerini kendi atlarıyla sohbet ederek geçirir ve karısıyla çocuklarının insana özgü kokusuna dayanamaz hale gelir. Kendisini yücelten bir tür kibirden, kendi türüne karşı patolojik bir nefrete savrulur. Ya fazlasıyla kendi içine gömülür ya da tamamen dışında kalır; ya yargılayamayacak kadar yakın ya da anlayamayacak kadar uzak; ya fazla katı ve kuralcı ya da tüm normları savurup atan biri olur.

Kısaca söylemek gerekirse, Swift’in kahramanı, kendi kültürünü o kadar mesafeli bir gözle değerlendirmeye kalkar ki, sonunda onunla bağını tümden koparır. Başka bir yaşam biçimi karşısında ya kendi kimliğini sorgulamaktan kaçınır ya da o yaşam biçimini abartılı bir hayranlıkla, hiç sorgulamadan idealize eder. Afrika’da kadın sünneti uygulamasına dair tek kelime eleştiri getirmeye yanaşmayan santimantal liberal, kendi dışındaki tüm kültürleri doğal olarak aşağı gören bağnazın yalnızca ters yüz edilmiş halidir. Liberalin sorunu kültürel göreciliktir: Her toplum her şeyi kendine özgü bir şekilde yapar ve bu da gayet normaldir. Bu, derin bir şekilde tepeden bakan bir bakış açısıdır: İnsan ticareti onlara göre sorun olmayabilir ama bize göre kabul edilemezdir. Bir uygulamayı sırf “bizim kültürümüzde var” diye savunmak, onu yapmanın gerekçesini sadece onu yapıyor olmamızla açıklamaktır.

Tüm insan kültürleri tesadüfîdir. Büyük ölçüde rastlantısal biçimlerde ortaya çıkmış ve evrilmişlerdir; hiçbirinin ilahi ya da metafizik bir zorunluluğa dayandığı söylenemez. Eğer Tanrı varsa, hiçbir kültüre özel bir ayrıcalık tanımaz – ne Amerika Birleşik Devletleri’ne ne de İsrail’e. İsa, bizim yemyeşil parklarımızda dolaşacak vakti bulamamış; tüm dikkatini Ferisileri azarlamaya ayırmıştır. İngiliz ya da Malezyalı halklar hiç var olmamış da olabilirdi; gelecekte bir noktada belki artık olmayacaklar da. Tarih, sonsuza dek süreceğine inanan uygarlıkların geride bıraktığı harabelerle doludur. Geçmişte Britanya’ya özgü sayılan bazı değerler, bugünkü Britanya için son derece rahatsız edici olurdu; üstelik “özgün Britanya değerleri” olarak öne sürülen onur, centilmenlik, alçakgönüllülük, nezaket, ırkçı bir polis teşkilatı vb. şeylerin çoğu başka pek çok toplumda da fazlasıyla mevcuttur.

Tüm bunlar, kişinin kendi kültürüne ait bazı yönleri değerli bulmaması gerektiği anlamına gelmez. Sadece, bunu ironik bir biçimde yapması gerektiğini ima eder. İronik yaşamak, bir eylem yoluna ya da yaşam biçimine kendini adarken onun temelde tesadüfi ve geçici olduğunu da kabul etmektir. Aynı şey bireysel yaşam için de geçerlidir: Tenis oynar, bulaşık makinesini yerleştirirsin ama tüm bunların nihayetinde bir önemi olmayacağını, çünkü sonunda öleceğini bilerek yaparsın. Bu, o işleri yapmaktan vazgeçmek için bir sebep değildir; ama onları hayatının merkezine koyarsan, çevrende ve ötesinde olan biteni fark edemez hale gelirsin. Jonathan Swift kusursuz bir ironi ustasıydı; Gulliver’in sorunuysa, bu kelimenin ne anlama geldiğini bilmemesidir.


Not: Bu yazı 28 Ekim 2025'te Unherd'de yayımlanmıştır.

İngilizceden çeviren: Barış Özkul