Gayrımüslim vakıfları meselesi Türkiye’deki cumhuriyet ve vatandaşlık anlayışının hakiki niteliğini ortaya koyar. Kağıt üzerinde herkese eşit ve adil davranması beklenen ‘demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletinin’ pratikte hangi gerçek eğilimlerin esiri haline geldiğini ve bu sapmanın nasıl da ihtirasla korunduğunu gördüğünüzde, bu ülkedeki rejimle ilgili muhakkak ki daha derin bir anlama şansına kavuşursunuz.
Gayrımüslim vakıfları meselesi her şeyden önce bir mal meselesidir... Azınlıklara ait olan mallara yasalardan yararlanarak veya özel yasa çıkararak el koymanın kendine has bir tarihi var. 1915 Tehciri sonrasında her şeylerini terk ederek gitmek zorunda kalan Ermenilerin evleri, arsaları, bağları, bahçeleri, işyerleri, ticari birikimleri ve her türlü kişisel servetleri bir anda başka insanların eline geçmişti. İttihat ve Terakki yönetimi söz konusu malların tek elde toplanması ve merkezdeki elitin tasarrufunda kalabilmesi için çok uğraştı. Merkezin talimatına rağmen zimmetine servet geçirenlerin binden fazlası yargılandı, mahkum oldu, hatta asıldı. Ama servet çoktu... Bugün Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, servet sahibi ailelerin büyük çoğunluğunun zenginlik tarihi 1915’in hemen sonrasına rastlar. Öte yandan kenarından köşesinden kırpılanlar ve taşra eşrafına dağıtılanlar dışında kalan mallar devletin uhdesine geçti. O dönemden itibaren devlet kendi vatandaşlarından bazılarının mal ve mülküne el koyma ve rantını kullanma alışkanlığı kespetti.
Hangi vatandaşların malına el konabileceği ise milliyetçilikten beslenen resmî ideolojinin çerçevesi içinde açıktı... Bunlar tabii ki gayrımüslimlerdi, çünkü dinsel farklılıkları Türk kimliği altında kapsanmalarını olanaksız kılıyordu. Ayrıca yakın tarihin ayrılıkçı hareketleri gayrımüslimlerin ‘güvenilmez’ bir toplumsal kesim olduğunun işlenmesini mümkün kılmaktaydı. Dahası bu insanların varlığı geçmişteki kozmopolit Osmanlı düzenini çağrıştırdığı ve o dönemin toplumsal normlarını ima ettiği ölçüde, cumhuriyet açısından bir rahatsızlık yaratmaktaydı.
Diğer bir deyişle gayrımüslim vakıfların mallarına el koyma pratiğinin altında bizzat gayrımüslimlerin ikincil kılınması, ideolojik ve psikolojik olarak dışlanması yatar. Böyle bir arka plan önünde gayrımüslimlerin siyasi olarak da dışlanmalarını meşru görmek ve göstermek kolaydır. Nitekim bu bakış açısı, nihayette gayrı-müslimlerin vatandaşlık açısından gayrı-meşru olduğunu ima etmektedir...
Böylece cumhuriyet ideolojisi ve pratiği farklı meşruiyetlere sahip iki vatandaş üretmiş oldu ve bu algılama bağımsızlık kavramıyla, dolayısıyla da rejimin kendi meşruiyetiyle özdeşleşti. Bunun önemi cumhuriyetin farklı vatandaşlık tipolojileri üretmesini daha baştan olanaklı kılan bir anlayışa dayandığını göstermesidir. Daha sonraki yıllarda konjonktürün ihtiyaç gösterdiği oranda Sünnilerin, Alevilerin veya Kürtlerin aynı ikincil konuma itilmeleri ideolojik açıdan bir mesele olarak algılanmamıştır. Bunlar siyasetin gereği olarak yapılan ‘teknik’ ayrımcılıklardır. Devlet söylemi bu kesimlerin zaman içinde değişmesi ve devlete biat etmesi beklentisini taşır. Yani ortada kategorik bir ayrışma değil, ehlileşmesi gereken bir halk vardır...
Ama iş gayrımüslimlere geldiğinde bu söylem aniden buharlaşır. Gayrımüslimler kimlik olarak reddedilen ve bu reddiyeyi hakeden gruplar olarak tanımlanır. Aslında istenen şey basittir: Buralardan gitmeleri ve bu toprağı ‘Türk’lere bırakmaları... Öte yandan giderken sahip oldukları mal ve mülkü de beraberinde götürecekleri gibi bir düşünce, örneğin bunları tazmin etmeye yönelik bir devlet tutumu hiçbir zaman olmamıştır. Yerleşik bürokratik algılama ta İttihatçılardan bu yana sabittir: Gitsinler ama mallarını bıraksınlar...
Gatrımüslim vakıfların malları bu nedenle kritik bir mesele... Çünkü adına cumhuriyet demekle bir ülke cumhuriyet olmuyor... Kendi vatandaşını ‘gayrı’laştıran bir zihniyetin gerçek rengi eninde sonunda tartışmaya açılıyor...
Taraf, 9.12.2007