2008 yılı, kapitalizm tarihinde büyük kriz yılı olarak mı geçecek? Devirdiğimiz 2007 yılı, 1929 krizi gibi büyük bir daralmaya ya da 1974 krizi gibi büyük durgunluğu mı gebe? Bugünlerde dünya konjonktürünü yakından izlemeye çalışan gözlemcilerin önemli bir kısmı, yüksek riskli konut kredileri etrafında 2007’de ortaya çıkan krizin şimdiye kadar sadece öncü sarsıntılarının duyulduğunu belirtiyorlar. Finans dünyasının üst düzey yöneticileri ile yakın temasta olan Jacques Attali, özel sohbetlerde çizilen tablonun, kamuya aktarılandan kat be kat daha vahim olduğunu belirterek, 2007’nin 1929 krizi türünde olmasa da, benzer boyutlarda bir krize gebe olduğunu büyük bankaların yöneticilerinin ağzından duyduğunu söylüyor. Paul Krugman’ın, New York Times’da 14 Aralık’ta yayımlanan yazısı da, 2007’de merkez bankaları müdahaleleriyle bastırılanların buzdağının görünen yanı olduğunu belirtiyordu.
11.3.2007 tarihli Radikal İki’de, “Amerikan Kapitalizminin Krizi Yakın” başlıklı yazıda, riskli ipotek kredileri piyasasında başlayan iflasların ışığında, yaklaşan Amerikan ekonomisi krizinin sorumlusunun üçte bir oranında borsa, üçte iki oranında ise gayrimenkul spekülasyonu olacağını belirtmiştik. Bu spekülasyonu, düşük faiz ve likidite bolluğunun tetiklediği riskli ipotek kredileri beslemişti. Bu kredilerin ödenmesinde zorluklar yaşanmaya başlayınca, krizin ilk sarsıntıları 2007 başında kendini gösterdi.
Güneydoğu Asya ülkelerinde başlayan 1997 krizinden farklı olarak, dünya finans sisteminin kalbinde yaşanacak bir krizin etkilerinin de dünya ölçeğinde olması kaçınılmaz olacak. Krugman, ABD’de konut fiyatlarının yüzde 20 düşmesi halinde, 13.7 milyon hanenin konut borcunun malik olduğu konutun değerinden daha yüksek olacağının tahmin edildiğini belirtiyor. Konut fiyatlarındaki artışın duraklaması, ilk elde, ödeme riski yüksek kişilere verilen yüksek faizli kredi sektöründe sarsıntı yarattı. Borçla alınan konutun değerinin hızla artması sayesinde borç yükünün büyük bir kısmını karşılamayı ümit edenler, bu değer artışını ipotek kredisine çevirip aldıkları krediyi borsaya yatıranlar ve böyle bir spekülatif perspektife bel bağlayıp, kredi musluklarını açanların sanal servetlerinde 2007’de ciddi bir buharlaşma yaşandı. Attali, ABD’deki ipotekli kredi pazarının çökmesinin 4 trilyon dolarlık sanal servetin, yani dünyadaki toplam yıllık gelirin yüzde 10’una eş olan bir değerin buharlaşmasına yol açtığına dikkat çekiyor. Krugman, bu tablo karşısında, “piyasalarda yaşananın akıldışı bir panik değil, tam tersine, geriye kalan riskli borç yığınları karşısında bütünüyle rasyonel bir panik olduğunu” belirtiyor. Bugün ABD’de hanelerin toplam borcu GSYİH’nın yüzde 130’unu, haneler, işletmeler ve devletin toplam borcu ise, GSYİH’ın yüzde 230’una ulaşmış durumda. 1929 krizinin arefesinde, bu toplam borcun ABD ulusal gelirine oranı yüzde 130’du! İflası engellemek için Amerikan mali sistemi her gün 2 milyar dolar finansman bulmak zorunda. Çin ve Japonya’nın likidite fazlaları işte bu nedenle ABD için hayatî öneme sahip.
Radikal İki’deki yazıda, bu spekülatif mekanizmayı kısaca tarif etmeye çalışmıştık. Haluk Levent, mali piyasalar merkezli bir ekonominin, ipotek kredilerinden hareket ederek ama artık bununla sınırlı olmayan bıçak sırtı büyüme, daha doğrusu şişme dinamiğini, somut bir örnek üzerinden ve çok daha analitik biçimde, Fabrika dergisinin 64. sayısında (Eylül 2007) ele aldı. “Global Fnans Piyasaları Bugünlerde Neden Sinirliler?” başlıklı bu yazıda, krizin çözümü için iki yol olduğunu hatırlatıyor. Birincisi, dogmatik liberallerin savundukları gibi, işin piyasalara bırakılması. Bunun riski, krizin bütünüyle denetim dışına çıkarak, bütün bankacılık sistemini alıp götürmesi, ki bunun boyutları 1929 krizinden bile büyük olabilir. 1929’dakinden çok daha yüksek bir yerden düşmenin tahribat gücü kaçınılmaz olarak daha büyük olacaktır.
İkinci ve kuvvetle muhtemel yol ise, merkez bankalarının bundan böyle finansal piyasalarda piyasa yapıcısı işlevini üstlenmeleri olacağını Levent belirtiyor. Bu ise, krizi savuşturmaya yetmese bile, etrafa yayılma gücünü denetleyerek, zaman içine yayılmasını ve böylece kısmen hazmedilmesini sağlayabilecektir. Bunun anlamı ise, kamu gücünün piyasa yapıcısı rolüne soyunmasıdır ki, neo-liberal dogmanın tam tersi bir durum yaratılmış olacaktır. Unutmamak gerekir ki, ne kadar hükümetlerden bağımsız olurlarsa olsunlar, merkez bankaları kamu kurumlarıdır. Beklenen büyük krizi bastırmak için oluşabilecek uluslarüstü merkez bankaları ağı, Levent’in yerinde bir ifadeyle, “bürokrasi ve sermayenin ortak oligarşik” hakimiyeti olarak tanımladığı “finansal plütokrasi”nin egemenliği dönemini başlatacaktır. Piyasaların görünmez eli değil, bu kez malî bürokrasi ve malî sermayenin ipleri bütünüyle elinde tuttuğu bir global finans sisteminin tahakkümü demektir bu. Belki bu durumda ve krizin boyutları görünenden çok daha büyük değilse, 2008 ve onu izleyen yıllar daralma değil ama uzun bir duraklama evresiyle atlatılır. Bu finans plütokrasisinin koordinasyon gücünün yetersiz olması durumunda ise, 1929 veya 1974 krizleri benzeri bir kriz görüldüğü kadarıyla kaçınılmazdır.
Bir spekülatif şişme görünümüdeki krizin oluşmasında çok daha yapısal bir faktör daha var. Ortaya çıkan aşırı likiditenin esas sorumlusu, 1980’lerden sonra, sermayenin ve ücretlerin milli gelirden aldıkları payın neo-liberal dalganın baskısıyla değiştirilmesidir. Geçtiğimiz çeyrek yüzyılda, gelişmiş veya gelişmekte olan ülkelerde milli gelir içinde brüt ücretlerin payı azaldı ve sermayenin gelirlerinin payı hissedilir oranda arttı. Sermayenin kârlılık beklentisini arttırdığı ve bu amaçla işletmeler üzerindeki hissedar ve borsa değeri baskısının büyüdüğü bir ortamda, kârlı olan finansal yatırım oldu. Finans değerleri piyasayı belirlemeye başladı ve şirket yönetimleri esas olarak finans yönetimine dönüştüler. Uzun vadeli yatırım beklentisi içinde olmaları gereken emeklilik fonları, en kısa vadede en yüksek mali getiri peşinde koşmaya, yani gelecek emekli kuşaklarının gelirlerini finans köpüğüne yüklemekten başka bir şey yapmamaya başladılar.
Eski Fransız başbakanı, sosyalist Michel Rocard, 13 Aralık’ta Nouvel Observateur’de yayımlanan söyleşisinde, 2008 için benzer bir karamsar tablo çizerken, başka bir olguya dikkat çekiyor. Fransız iktisatçı Patrick Artus’ün, “Kapitalizm Kendini Yok Ediyor” başlıklı kitabıyla, Stiglitz’in Fransızcaya “Kapitalizm Aklını Kaçırdığında” başlığıyla çevrilen, The Roaring Nineties adlı son kitabına referans veriyor. İki yüzyıldan beri ik kez, kapitalizmin gidişatına karşı mücadele edenlerin sadece yoksullar, sistemin dışlanmışları veya solcu aydınlar değil, kapitalizmin kalbinde yer alanların bir kısmı olduğunu belirtiyor. Kapitalist sistem içinde duymak isteyen kulaklar tehlike çanlarını duyabiliyor ve bunu söyleyebiliyorlar. Büyük bir ksımı ise, duyuyor ama söylememeyi, oyunu biraz olsun daha sürdürmeye çalışmayı tercih ediyor.
Var olan, malî piyasalar merkezli kapitalist sistemin bir müddet daha sürdürülebilir olup olmadığı, 2008’de büyük ölçüde açıklığa kavuşacak. Bu nedenle, önümüzdeki günlerde, “piyasalar 2008’i coşkuyla karşıladı” manşeti atacak olan borsa goygoycularının dediklerine gözü kapalı inanmak, onların peşi sıra gitmek, akılla değil imanla izah edilebilir bir durum olacak. Ama kapitalizm akla değil, sermayeye ve piyasaya iman etmeye büyük ölçüde dayanmıyor mu?
Radikal İki, 30.12.2007