Kandil Dağı’nı hedef alan kara harekatı her iki tarafa da ölüler ‘kazandırdıktan’ sonra bir anda bitiverdi. Herkesin ölüsünün öteki tarafın kazancı olarak değerlendirildiği bir hafta yaşadık. Oysa en basit insani tavır bile kendi yakınını, sana ait hissettiğini kaybetmemek için yaşanan yürek çırpıntısını akla getirir . Daha da insani olan ise, muhakkak ki sana benzemeyenin bile yaşamasını arzu etmeyi ima eder. Ama aynı ülkenin, aynı toprağın, aynı hayali toplumun çocukları, yıllardan beri birbirlerini ve bu arada yüzlerce masum insanı öldürmekle kalmayıp, bundan neredeyse gurur da duyuyorlar. Şiddetin bireylerin elinde öfkenin ve çaresizliğin dili haline dönüşmesini bir nebze anlayabiliriz. Ancak aynı şiddetin örgütlenip rasyonel hale getirilmesini, can alma üzerinden başarı kıstaslarıyla yorumlanmasını, üstelik bu tavrın bir güç romantizmine dönüştürülmesini hazmetmek kolay olmaz. Çünkü bu yaklaşım insani değildir… İnsan olmanın hiçbir yönünü tatmin etmediği bir yana, insan olmayı inkar eder. Başkalarını insan olmamaya davet ederken de kendisini deşifre eder… İster istemez bu gücün cazibesine kapılmanın ardında yatan ruhsal kompleksleri görür ve niçin bir ‘toplum’ olunamadığını kavramaya doğru yol alırsınız.
Toplum olmayı beceremediği halde ille de ‘millet’ olmak isteyenlerin başına bu sıkça geldi ve ilerde de gelecek… Toplum olmak söz konusu milletin ne ve nasıl olacağının da insanlara bırakılmasıdır. Toplum olmak ancak insanlara güvenerek olur… İnsana güvenin olmadığı yerde ise öteki ile birliktelik fikrine bile tahammül edilemez, çünkü insan olmak artık ağır bir yük olarak algılanır ve ötekinin varlığı size sadece insani eksikliğinizi hatırlatır. Böylece daha güçlü olan cemaatin diğerlerini aşağılayarak, dışlayarak veya yok sayarak kendisini milletleştirme yolu açılır… Ne var ki her insani ve toplumsal karşılaşma güçlü olanın zihniyetinin öteki cemaatlerde de aynen üremesi için bir imkan yaratır. Bir süre sonra artık ‘karşı taraf’ haline gelmiş olan ötekiler, aynı dışlayıcı ve aşağılayıcı dili kendi kimlikleri üzerinden yaratırlar ve gücü ön plana çıkartan bir siyasetin içinden konuşmaya başlarlar. Egemen cemaatin anlamaz, dinlemez, görmez ve en önemlisi umursamaz tavrı, bunun bilinçli bir hoyratlık olduğunu düşünmeye zorlar. Böylece karşı-hoyratlığın yolu da açılır.
Egemen cemaatin insan üzerinde doğrudan kullandığı şiddetin telafisi ise hiç yoktur… Bu nedenle Diyarbakır Askeri Cezaevinde yaşananlar, devletin kendi yetkilileri eliyle Anadolu halkına karşı işlediği bir insanlık suçu, bir ihanetti. Egemen cemaatin kendine benzemeyeni ille de kendine benzeterek milletleşme tutkusu, belki o noktada benzemeyenlerin insanlığın tarafında kalmalarıyla sonuçlanmıştı. Ne var ki şiddeti yücelten egemen zihniyetin sirayet etmesini engellemek kolay değildi. Böylece bir süre sonra insani olanı arka plana itmenin bir tür ‘milletleşme’ yaratacak olmasının cazibesi ağır bastı. Hoyratlığa karşı hoyratlık, karşılıklı olarak insani olanın unutulması, kimliğin insani olandan sıyrılarak bir silaha dönüşmesi demekti…
Bugün askeri harekatlarla ‘düşmana’ karşı saldırıda bulunulduğunu, hainlerin çökertildiğini sanan egemen cemaatin millet sevdalıları kendi bindikleri dalı kestiklerinin bile farkında değiller. Çünkü millet kavramının şiddet üzerinden parçalanması, bu toplumun bir arada yaşamasını uzun vadede olanaksız kılmak üzere. Herkesin kendisini kendine özgü kimliği üzerinden milletleştirme sevdasında olduğu bir toprak parçasının önündeki tek gelecek, bir zamanlar ‘Yugoslavya’ diye anılan hayalci ülkenin kaderini paylaşmaktır. Otoriter zihniyetin, gücün, şiddetin ve bunlar sayesinde meşrulaşan her türlü gayri ahlaki siyasi tutumun doğallaştığı coğrafyalarda, insan kaybı insani olanın da kaybıdır… Kendine benzemeyenin insandan sayılmadığı bu zihniyet altında, hangi taraftan gelirse gelsin her şiddet gösterisi geriye yürekleri boşalmış bir kadavra cemaati bırakır…
Taraf, 2.3.2008