Freud, “Narsizm Üzerine Bir Giriş” isimli yazısında iki tip nesne seçiminden bahseder: Narsistik ve Yaslanma tipi. İlkinde nesne seçimi bizatihi seçimi yapan kişiyle ilgilidir ve sevgi nesnesinin idealizasyonu söz konusudur. Kişi temelde kendinden yola çıkar ve “kendisinin (bir zamanlar) olduğu şeyi” veya “olmak istediği şeyi” sevgi nesnesi olarak seçer. Freud’a göre daha ziyade ben-idealini gerçekleştiremeyen/oluşturamayan nevrotikler bu tür bir seçime yönelir ve mükemmel bir cinsel ideal veya sevgi nesnesi yoluyla bu eksikliği ikame etmeye çalışırlar. Yaslanma tipi seçimse ebeveyn modeline dayanır; bu tipte seçim yapan birinin motivasyonu, “kendini besleyen kadını”, “kendini koruyan erkeği” veya bunların yerine geçebilecek ikame nesnelerinden birini sevgi nesnesi olarak seçmektir. Bununla birlikte, Freud bu iki tür seçimin birbirinden kalın çizgilerle ayrılamayacağını ve her bireyin iki tür seçimde de bulunabileceğini belirtir. Zira nesne yatırımlarının arkasındaki libidinal süreçlerin karmaşıklığı her iki seçimi birbirine yaklaştırırken, kategorik bir ayrıma gitmeyi de güçleştirir.
Liderlerle grup veya kitleler arasındaki bağın da libidinal bir yönü olduğunu biliyoruz. Başka deyişle, liderle grup üyeleri arasındaki ilişki siyasal olduğu kadar veya tam da siyasal olması hasebiyle libidinal bir yöne de sahip. Bu libidinal yönün, doğrudan cinsel duygular kadar amacı ketlenmiş erotik sevgiyi içerdiğini de ekleyelim. Dolayısıyla ne desteklemediğimiz bir siyasal partinin liderine karşı antipatiyle nefret arasında değişen bir duygu hali içinde olmamız bir tesadüf, ne de desteklediğimiz parti veya liderle yaşadığımız özdeşleşme siyasal bağlılığımız nezdinde ikincil. Bu durumda, Türkiye’deki parti liderlerinin, bilhassa da Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasal kişiliğine ve sergileyebileceği muhtemel liderlik tipine dönük birkaç spekülatif değerlendirmede bulunmak üzere, Freud’un sınıflamasından yararlanamaz mıyız? Daha açığı, Kılıçdaroğlu’nun hem sade bir milletvekili olduğu dönemde gördüğü yoğun ilgi ve teveccüh hem de CHP’nin genel başkanı olmasının ardından yapılan değerlendirmeler, “yaslanma” türü bir seçimi akla getirmiyor mu? Kılıçdaroğlu’nun sıradan bir milletvekilliğinden genel başkanlığa adım adım yükselişi, yaslanma türüne özgü bir liderliğin hazırlık evreleri olarak görülemez mi? Bu, biraz da Freud’un nesne seçimi kavramını siyasal liderlik bağlamında nasıl değerlendireceğimizle alakalı. Kestirmeden söylersek, nesne seçimi kavramını, siyasal liderlik bağlamında, liderin doğrudan grup tarafından seçilmesiyle ilgili bir kavram olarak değil de – ki siyasal yaşamda genellikle böyle bir seçeneğe yer olmadığını biliyoruz; liderle grup üyeleri arasındaki ilişki, grubun lidere bağlanma tarzı ve liderle özdeşleşmesi sürecine atıf yapan bir kavram olarak düşünmek gerekir. Buna göre, yaslanma türü libidinal bağa haiz bir liderlikte öne çıkacak temalar, dürüstlük, güvenilirlik gibi alışıldık sıfatlara ilaveten, “koruma”, “kollama” motiflerini işleyen şeyler olacaktır, tıpkı çocuğun yaşamsal ihtiyaçlarının karşılanmasında ebeveynlere atfedilen roller gibi. Kılıçdaroğlu’nun CHP içinde yükselişi ve bugünlerde merkez solun lideri olarak “sunuluş tarzı”, bu tür bir libidinal boyuta işaret ediyor: dürüst, alçakgönüllü, güvenilir, belki karizmatik değil ama kesinlikle kendimizi güvenle emanet edebileceğimiz biri!
Baykal’ın liderliğiyse narsistik tipte bir seçim bağlamında değerlendirilmeye yatkındı. Bir parti yetkilisinin sözleriyle, “CHP’nin son karizmatik genel başkanı”ydı Baykal. Ancak Baykal’ın karizması giderek CHP’liler açısından dahi siyasal bir ideali temsil etmekten çıkmaya başlamıştı. Baykal’ı liderlikten uzaklaştırmanın imkânsız olduğu yönündeki kanaatse, onu adeta partinin her-daim lideri olarak kabullenmeye zorluyordu CHP seçmenini. CHP’li seçmenlerin en azından bir kısmının partilerine oy vermek konusundaki gönülsüz tutumları belki de bu çaresizliği yansıtıyordu. Ne var ki parti politikalarını belirlediği kemikleşmiş yönetici eliti, meşhur hizipçiliği ve tartışılmaz liderliğiyle, bu durumdan yana hiçbir tasası yoktu Baykal’ın. Seçim dönemlerinde gündeme getirdiği ve partiyi daha geniş toplum kesimlerine açmayı hedeflediği söylenen girişimleriyse, siyaseti salt oy almaya indirgeyen bir pragmatizmle maluldü. Diğer yandan, yaşam tarzıyla, CHP’nin doğal ve giderek yegâne seçmen tabanı haline gelmeye yüz tutmuş orta sınıfın da sembolüydü Baykal. Bu durumda, siyaset tarzı ve örneğin siyasal bir etiğin gereği olarak sunduğu ve “tekrar dönmek için bırakmak gerekir” prensibine dayalı istifaları, bu sınıfın ahlak anlayışının samimiyetine ilişkin bir şeyler anlatıyor olmalı. Baykal’ın liderliğinin gene bu kesimlerde uyandırdığı tatminsizlikse, izlediği rejimi koruma siyasetinin içeriğinden ziyade, bu siyasetin kendileri dışında pek alıcısı olamayacağından duyulan haklı endişeyi yansıtıyordu. Netice olarak sıradan seçmen karşısında sahip olduğu narsistik konumu siyasete tahvil edemedi, kendi adı ve liderliği etrafında geniş kesimlerin toparlanmasını sağlayacak bir özdeşleşme sürecinin adresi olamadı Baykal. Bunun en açık göstergelerinden biri, Baykal’ın liderlikten çekilmesinin CHP’liler ve daha geniş kamuoyu tarafından bu denli kolay kabul edilmesi, benimsenmesi olsa gerek. Baykal’ın istifası, CHP’liler tarafından güvensizlik ve paniğe sürükleyecek bir kayıp olarak tecrübe edilmedi, tersine, siyasal kimlik ve grup aidiyetlerini pekiştirecek gelişmelerin vesilesi oldu. Bununla ilgili bir diğer göstergeyse, CHP’li seçmenin oy verme saiklerinde aranmalı: Son dönemde CHP’ye oy verenler, Baykal’ın siyasal karizmasından ziyade (veya - kör satıcının kör alıcısı vardır diye düşünerek - ona ilaveten diyelim) CHP’nin siyasal rolü olduğunu düşündükleri şeye oy verdiler. Yani kabaca söylersek, CHP seçmeni kimi zaman Baykal pahasına CHP’ye oy verdi, ama AKP seçmeni bizzat Tayip Erdoğan’a oy verdi.
Tayyip Erdoğan, büyük bölümünü alt sınıfların oluşturduğu heterojen bir seçmen tabanını neo-liberal bir program etrafında bir araya getirmeyi başaran bir siyasete liderlik etti. Dahası, bizatihi bu neo-popülist siyasetin tutmasını sağlayan kritik uğraklardan biri olarak işlev gördü Tayyip Erdoğan’ın liderliği. Salt temsilin ötesinde, AKP’yi kendi kişiliğinde veya liderliğinde cisimleştiren bir isim oldu Erdoğan. Bu cisimleşme ölçüsünde, Erdoğan’ın siyasal kişiliği ve retoriği de, İslami muhafazakâr hareketin gelişimine paralel bir mecrada seyretti bir bakıma. İslami muhafazakârların kendi taleplerini yükseltmede gayet etkili biçimde kullandıkları “mağduriyet” dili, AKP’nin kuruluş sürecinde Erdoğan’ın kişiliğinde de güçlü biçimde yankılanmıştı. Bu dönemde siyasal yasaklı olan Erdoğan, siyasal yasağından, Kemalist-bürokratik elit tarafından mağdur edilmiş lider imajıyla çıktı. Her ne kadar bu imaj ve mağduriyet dili farklı toplumsal kesimlerle kurulacak eşdeğerlik bağları açısından işlevsel olduysa da, bu mağduriyet imgesinin öteki yüzünde ikamet eden şey sağcılığın bildik otoriter, devletlû yüzüydü. AKP’nin hükümet ve iktidar olmasına mukabil bu diğer yön de gene bizzat Erdoğan’ın şahsında daha rahat bir ifade alanına kavuştu. Bu sağcılığın en önemli alâmetifarikalarından biri, ayrımsal bir mantığı devreye sokarak, toplumsal sorun ve talepleri sahip oldukları ortaklıklardan yalıtmak ve yönetilmesi gereken “adli” vakalara indirgemek. Ve bu yolla herhangi bir siyasal sorumluluk almaktan da kaçınmak. Erdoğan’ın Zonguldak’taki maden kazasıyla ilgili beyanatları bu tutumu oldukça iyi örnekledi. Kaza ve kayıplarla ilgili eleştirileri “adli vakaların abartılması” olarak yorumlarken, maden kazalarının mesleğin “doğasında” veya “kaderinde” olduğunu buyurdu Erdoğan. Erdoğan’ın yaklaşımı, bir yönüyle, Krisp’in (2006) neo-popülizmin siyaset tarzına mahsus bir nitelik saydığı, semptomunu tanımakla birlikte ona ilişkin herhangi bir sorumluluk almayı reddeden histerik tutumu anımsatıyor. Diğer yandansa, hem “devlet adamı” ve “idareci” olmaktan ne anladığını hem de bunu hayata geçirmede nasıl bir maharete sahip olduğunu göstermiyor mu? Erdoğan’ın mahareti biraz da, bu tür açıklamaları ve bunlara eşlik eden otoriter üslubu bir cüretkârlık olarak değil, lider olmanın olmazsa olmazı olarak yutturabilmesinde.
Ya Kılıçdaroğlu? CHP seçmeni yeni dönemde de “CHP”ye oy vermeyi sürdürecek mi, yoksa Kılıçdaroğlu’nun liderliği, CHP’den çok Kılıçdaroğlu’na oy verecek yeni CHP seçmenleri ortaya çıkarmaya yetecek mi? Bu halis muhlis, emekli öğretmen görünümündeki adam, bunu sağlayacak bir liderlik pratiği sergileyebilecek mi? Belki de yaslanma türü seçimin esprisi tam da burada yatıyor: Çocuklarımızı güvenle emanet ettiğimiz (daha doğrusu öyle olmasını umduğumuz) öğretmenler gibi, Türkiyeli seçmenlerin bir kısmı da bundan böyle kendilerini güvenle bu adama emanet edecek. Yeni CHP liderliği, Türkiyeli seçmenin, bilhassa da CHP’nin temsiliyet iddiasını büyük ölçüde kaybettiği alt sınıfların, “korunma”, “kollanma” ve “güven duyma” ihtiyacına seslenecek, onu ikame etmeye oynayacak. CHP kurultayında yükseltilen söylem ve medyanın Kılıçdaroğlu etrafında ördüğü lider imgesi, bu yöndeki beklentileri güçlendiriyor. Kılıçdaroğlu’nun Ecevit halkçılığına atıf yapan kasketli pozu, “ben değil biz yapacağız” yollu açıklamaları, “Yurttaş Kemal” türü formüller, yeni CHP liderliğinin önümüzdeki dönemde seçmenler nezdinde ne tür bir riayete talip olacağının, çağrısına hangi hissiyat üzerinden sadakat arayacağının işaretleri arasında sayılmalı. Bu durumda, gene Baykal ve Erdoğan’da görmeye alışık olduğumuz liderle sıradan seçmen arasındaki mesafenin, Kılıçdaroğlu’nun liderliğinde kısmen azalması da gündeme gelebilir; hatta belki de “eşitler arasında birinci” (primus inter pares) prensibine oynayan bir liderlik stratejisinin benimsenmesi. Bu sonuncusu tam da yaslanma tipi seçime uygun bir durum olurdu: ulaşamayacağımız mükemmelliğe/erke sahip bir siyasal ideal/liderdense, tam da “içimizden biri”, “topluluğun mensubu” olarak sunulan bir lider. Ego-idealinden ziyade ideal bir ego.
Peki, bu özelliklere sahip bir liderlik stratejisi CHP’yi merkezden merkez sola taşımaya yeter mi? Devlet partisi CHP’nin sosyal demokrat bir çizgiye yönelmesi için gerekli değişimlerin miladı olabilir mi? Yaşanan liderlik değişimini CHP açısından başlı başına olumlu bir gelişme saymakla birlikte, burada yaptığımız türde bir değerlendirmeyle bundan fazlasını söylemek olanaklı değil. Ancak en azından şunu not edebiliriz: Kılıçdaroğlu türü bir lider figürünün ortaya çıkmasında kıymetli olan şeyi, aynı zamanda, bu figüre atfedilen siyasi beklentilerin niteliğinde, bu tür beklentilerin yükselmesinde, onu yapıyor göründüğü çağrıya zorlayan durumda aramalı. Ötesi, yani belli bir liderlik tipini, gene belli bir siyaset tarzının habercisi olarak görmek kolaycı bir determinizm olurdu. Zira Kılıçdaroğlu’nun sergileyebileceği muhtemel liderlik hallerine ilişkin yukarıda çizdiğimiz tipleme doğası gereği formel ve öyle olduğu ölçüde de tek bir siyasal içeriği imlemekten uzak. Ayrıca siyasal yaşamda belirli bir liderlik tipinin veya formunun farklı siyasal içeriklere yataklık edebildiğini biliyoruz. Zaten merkez siyasetin sırrı, biraz da burada, beklentileri dönüştürme, tek bir biçime farklı söylemsel içerikleri eklemleyebilme, farklı siyaset ve liderlik tarzları arasındaki mesafeleri katetme süratinde değil mi?
Referanslar
Krips, Henry. (2006), “Interpellation, Populism, and Perversion: Althusser, Laclau und Lacan”, Filozofski vestnik, 2: 81-101.