“Mono Gölü’nün Esrarı üzerine hafiften Allahsız-biraz da mistik bir fabl denemesi!
Geçen haftaya kadar ne Mono diye bir gölün yerini bilirdik ne de Felise Wolfe- Simon diye bir kadının varlığından haberdardık. Üstelik bu kadının kariyer yaptığı astrobiyoloji diye bir bilim dalının olduğunu da dünya nüfusunun ezici çoğunluğu ile birlikte aynı anda öğrendik. Bu bilim kadını, ekibiyle birlikte, Amerika’nın ıssız çöllerinden birinin ortasındaki ıssız bir gölün kenarında iki yıl geçirmiş ve hayatın kaynağının sadece fosfor değil arsenik de olabileceğine dair müthiş bir kanıt bulmuştu. Bir bakteri, arsenikli ortamda yaşamakla kalmıyor DNA’sını arsenikle de inşa edebiliyordu. Artık inorganikten organiğe geçişte daha geniş düşünmek gerekecekti. Hayat bize ıssız gelen her gezegen ve gezemeyen uzay yuvarlağında var olabilirdi. Artık hiçbir meteor taşı hor görülmeyecekti.
Bu bilimsel çalışma sağolsun, dünyamızın gözbebeği NASA tarafından açıklandığında kendimi müthiş bahtiyar hissettim. Hem de bir değil tam üç kere… Yok canım, öyle bilimsel ilerleme, uygarlık vesaire adına filan değil. Bakın ne için:
İlk sevincim Mono Gölü’nün coğrafi konumuna ilişkindi. Bilindiği üzere bu göl, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer almıyordu. Ve bu bizim için ne büyük bir şanstı. Maazallah böyle bir şey olsaydı Felise Hanım elbet bir gün gölden haberdar olup ülkemize gelecek o ıssız gölün kenarında kamp kuracak, bütün uyarılara rağmen araştırmalarına devam edecek ve nihayetinde iki yıl içinde en az bir kez tecavüze uğrayacak, o bilim yapmakta inat ettikçe başına geleceklerin haddi hesabı olmayacak nihayetinde Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek gazetecilere bilimsel çalışmanın öyle insanın aklına estiği gibi her yerde yapılamayacağını, yapılırsa bu tür üzücü sonuçlara hazırlıklı olmak gerektiğini açıklayacak, gazetelerin bir bölümü ısrarla ağır tahrik indirimi (gâvur-kadın vs.) talep ederken yaşını başını almış ünlü bir yazarımız, Felise için “sömürge bilim adamı” deyimini ortaya atacaktı. Neyse ki bunların hiçbiri yaşanmadı, ne insanlık büyük bir buluştan oldu ne de ülkemiz külliyen rezil… Buna sevinilmez mi?
İkinci mutluluğum, NASA’nın gizem sosuna batırılmış toplantı haberi üzerine hayal okyanusunun serin sularına kendilerini burakan ufo müptelası uzaylı hayranlarının fena halde ters köşe gelmeleriydi. Dünyalıların da aslında harcıalem bir uzaylı olduğuna bir türlü ikna olmayan bu ufocu takım, feza hakkında malumat edinmek için önce şu mavi gezegene bakmayı akıl edemiyorlardı nedense. Üstelik dünyayı ziyaret eden ufoların hemen tamamı ne hikmetse “green card” almak için belki de Birleşik Devletleri tercih ediyorlardı. Yankee hayranı ufolar şahsen dünyada ve hatta uzayda görmek isteyeceğim en son şeydi. Buluşun açıklanmasından sonra sanıyorum bu arkadaşların yüz rengi “Planet Mars” yeşiline dönüverdi. Yakıştığına eminim. Bu arada NASA Halkla İlişkiler Müdürlüğü’nü de kutlamak gerekiyor. Bilimsel bir toplantıyı Hollywood fragmanı tadında sunmayı başarıp bütün ilgiyi kendilerinde topladılar. Yoksa Harry Porter dururken Arsenikli DNA kimin umurunda!
Üçüncü bahtiyarlığım ise sadece beni değil İslam ve Hıristiyan Alemi dahil bütün Teist sistemleri ilgilendiriyor. Felise Hanım ve ekibi belki bunun için o çalışmayı yapmadı ama şu zavallı Arsenikli Bakteriler sayesinde bir kez daha Allah’ın varlığı kanıtlanacak! Nasıl mı? Orasını ne ben biliyorum ne de Sızıntı Dergisi’nin editörleri… Ama mesele değil! Bugüne kadar her bilimsel bulgu nasıl iman tazelemek için faydalı bir araç olarak kullanıldıysa Cern deneyinde bile yaratıcı keşfedildiyse bu bakterinin içine gizlenmiş bir tanrısal çekirdek mutlaka bulunacaktır. Tıpkı atomun içine saklanmış tanrı parçacığının bulunduğu gibi. Nedense Teist Âleminin ekseriyeti, bilim karşısında psikotik davranıştan kurtulamıyor. 19. Yüzyıla kadar kadar bilimi görmezden gelmeyi tercih ederken, sonrasında, artık ne varsa yan cebe mantığı ile yeni bir cephe inşa edildi. İnşaat hala devam ediyor. Hücre biyolojisinde bir buluş mu var? Allah’ın varlığı bir kez daha kanıtlanıyor. Uzayda Bing Bang’le aynı yaşta bir galaksi mi keşfedildi? Allah uzaya imzasını atmış oluyor. Cern deneyi zaten başlı başına dinsel ayin statüsüne indirgendi bile! Kuran’da geçen duman kavramından nebula, pıhtı teriminden embriyon, kazık gibi çakılan dağlardan levha tektoniği çıkarma ihtirasına sahip bir anlayış bu. Denildiği gibi aslında bu anlayışın evveliyatında bilimsele körlük vardı. Bilim ne yaparsa ateizmin oyunu olarak ele alınıyordu. Tıpkı evrim ve Darwin meselesinde bugün olduğu gibi. Ancak körlüğün imana faydası olmadığı anlaşılınca bu kez aksi istikamette bir güzergah belirlendi. Aslında bu durum, modernite dinine dönüşen bilim karşısında neredeyse kaybedilen savaşı kazanmak üzere atılan son bir hamle gibi görülebilir. Ama öyle değil. Bu tavır değişikliği dinsel paradigmayı ele geçiren pozitivist düşüncenin gücünden kaynaklanıyordu. Yani dinsel kaleler, pozitivist düşüncenin egemenliğine girmişti. İmam aynı imam peder aynı peder ya artık bir modern gibi düşünüyorlardı. Dolayısıyla Allah’ın kutsal kitabını laboratuara sokmak şarttı. Kuran ya da İncilin bir kelimesinden atom fiziğine sıçramak, insanlara seslenen bir ayetten biyolojik teoriler çıkarmak artık bir dindar için namazdan önce Pazar ayininden sonra yapılacak ilk iş statüsüne gelmişti. Tabii Allah’ın mesela Kuran’da atom fiziğinden söz edip etmediğini kimse bilmiyordu. Mesela çamur derken sahiden buradan DNA dizilimi hakkında ipucu verdiğine dair bir açıklama da yoktu Kitap’ta… Üstelik Allah’ın sahiden böyle bir niyeti olup olmadığı da meçhuldü. Lakin bunların hiçbir önemi yoktu. Her şeyden önce artık çağ deney tüpünden Tanrı çıkarmak için elverişli bir siyasi felsefi alt yapıya sahipti. Ve daha önemlisi bu iş piyasada iyi para bırakıyordu. Birisi çıkıp Kuran’ın şifresini çözdüm diyerek ebedi popülariteye kavuşurken sahiden din ya da kullar arasındaki eşitsizlik üzerine kafa yoran gariban ilahiyatçıların esamesi okunmuyordu. Eh Kapitalizm sağolsun. Bir de fantezi meraklısı müminler!
Profesör Nevzat Tarhan, Mono Gölü Bakterisi üzerine yazı patlatan ilk dindar kalem… Yazının başlığı insanın içini titretiyor: “Arsenik materyalizmin ezberini bozdu!” Başlığı gören yazının ciddi iddialar içerdiğini sanır değil mi? Sanırım yazar da öyle sanıyor ve başlıyor anlatmaya… Bir araba dolusu DNA bilgisi ile Hadron hızlandırıcısı, Heisenberg, Kuantum, Cern, maymun, genetik kelimelerinin aynı cümlede kullanıp oradan ne ilgisi varsa deizm tartışmasına geçtikten sonra yazar nihayet sadede geliyor ve müthiş bilgiyi açıklıyor: Bu bir mutasyon değildir, canlıların varoluş tezlerinde ezberinin bozulmasıdır. Hayatın tesadüfi evrimle oluşamayacak başka gerçekliklerle ilgili olduğunun işaretidir.” İyi de Sayın Tarhan bakteriyi gördünüz mü? İncelediniz mi? Bir lamın altına koydunuz mu? Mutasyon olmadığını nereden biliyorsunuz! Öğrencileriniz böyle bol keseden “konuşsa” kendiniz kadar ona da hoşgörülü olur muydunuz?
Sayın Tarhan devam ediyor:“Hayatı ve varoluşu açıklayan akla en yakın tez “Deneyüstü gerçeklik” tezidir.” Tamam, biraz pilav üstü döner gibi oldu ama biz neler gördük bu topraklarda. Hele Cüppeli Ahmet Hoca vakası hala yaşanırken. Yalnız hocamız, söz konusu bakterinin uzun yıllar süren keşif ve laboratuar çalışmasıyla bulunduğu es geçiyor. Üstelik araştırma halen devam ediyor. Nihayet son satırda Sayın Tarhan, iman kılıcını Ateizmin böğrüne saplayıveriyor: “Özetle benim geldiğim nokta, tasarımsal varoluşa, dış iradeye yani tek yaratıcı “Allah” a akıl rehberliğinde inanmak insanı iki dünyada da huzurlu eder.” Yalan yok. Sayın Tarhan’ın üslubu güzel. Kendi fikrini beyan ettiğini söylerken ötekilere cehennem ateşi vaat etmiyor. Huzurla yaklaşıyor. Ama yazıda ezberin nasıl bozulduğu hususunda tek bir bilgi yok. Veriler üst üste yığılmış ama verilerin tezle ilgisi yok. Arsenikten Allah’ın nasıl çıktığına dair açıklama yok. Bu kadar yoklar arasında aslında yazı başlık olarak başlayıp orada bitiyor.
Peki hakikat ne? Sayın Okuyucu şimdi size evrensel hakikati ifşa edeceğim. Sıkı durun. Nefeslerinizi tutun. Mono Gölü bakterisi bir kez daha gösterdi ki varlığımızın hiçbir kutsiyeti yok. Biz organikler aslında inorganiğiz. Ve Her organik, bir gün inorganikliği tadacaktır. İnorganikten geldik inorganik olacağız. Hikâye budur. Zaten Kuran çamurdan bahsetmiyor muydu? O zaman çamura karşı ne bu hiddet bu celal! Yalnız şu küstah insan ırkı şunu da bilmek zorunda! Meğer hayat bulmak için öyle seçilmiş elementlere ihtiyaç yokmuş! İşte bu bilgi, ister pozitivist olsun ister dinsel insanı kâinatın merkezine oturtan anlayışı sarsıyor. Eğer arsenik, hayata can veriyorsa dışkı dâhil her şey canlılığa vesile olabilir. İnsanın kutsal varlığına “bok” mu atılıyor diye sorabilirsiniz. Ben de size Mono Gölü’nü işaret ediyorum. Kaldı ki varlığımızın temelinin sahiden bir önemi var mı? Yoksulların çöp dağlarının kenarında yaşadığı, kanalizasyonla kirlenmiş suların bebeklere içirildiği bir çağda, zenginlikler “bok” gibi yığılırken fakirlerin açlıktan hastalıktan kırıldığı bir çağda varlığımızın kökeninin bir önemi var mı?
Şimdi sıra tebliğde! Hazır mısın?
Ey İman Edenler, Ey imansızlar! Ey Allahsızlar, Yarı Allahsızlar! Ey Dindarlar, Yarı Dindarlar,
Kulun kula kul, insanın insana tutsak olduğu bir çağda yaşarken , dünyayı cennet kılma muradı bizden çalınmışken, bir dilim ekmeği bir nefes sıhhati bize çok görenler neo saraylarda yaşarken ellerini ve kalbini hakka eşitliğe özgürlüğe açanların artık birlik olma vakti gelmedi mi?
Ayaklar baş olur diye korkup da haddimizi bildirenler kimin dininden kimin soyundan kimin sınıfından?
Ey İmansızlar, Ey İman Edenler,
Arsenikli Bakteri bize diyor ki?
“Gelin Canlar Bir olalım, Ben kendimi değiştirdim. Siz de dünyayı değiştirin.
Hepimiz geliyoruz aynı yerden.