Avrupa’ya Kürt göçünün tarihi konulu bir konferans için gittiği Almanya’da, BDP Diyarbakır milletvekili Leyla Zana’nın Mesut Barzani’ye yakınlığı ile bilinen Rudaw gazetesine geçenlerde verdiği bir demeç, Türkiye’de gene gürültü kopardı. Normal koşullarda, o demeçte ortaya konan düşüncelerin öncelikle mecliste dillendirilmesi ve tek tek ele alınıp tartışılması gerekir, ama koşullar herhalde pek normal değil ki, Zana meclis dışında, hatta meclisin dışıyla da yetinmeyip doğrudan doğruya yurt dışında konuşmayı tercih etti.
Zana, Rudaw gazetesinin sorularını yanıtlarken, anayasadan özerkliğe, referandumdan bağımsızlığa dek pek çok yakıcı konuyu, olabilecek en yalın şekilde şöyle dile getirmiş: “Yeni anayasada Kürtler için bireysel haklardan söz ediliyor. Biz de onlara bireyler olmadığımızı, ulus olduğumuzu anlatıyoruz. Bir ulusun haklarını istiyoruz... Türkiye’deki bazı Kürtler özerklik istiyor. Asıl mesele, 20 milyon Kürtün kaçının özerklik istediği? Bu konuda da tartışmalar yürütülmeli. Bence Kürtler kendi geleceklerine kendileri karar vermeli. Doğru, ilk başta özerklik istedik, ama bugün Türkiye’de yaşayan Kürtler özerkliğin yeterli olmadığını düşünüyor... Özgürlük, özerklik, federalizm ve bağımsızlık da Kürtlerin hakkı. Mesela Türkiye, Almanya’daki gibi bir federal sistem yaratabilir. Ankara federal konularla ilgilenir, Kürtler de bölgesel konularla. Kürtler kendi geleceklerini referandumla tayin edebilirler. Referandumun sonuçlarını kabul ederiz; bu özerklik, federalizm ya da bağımsızlık olabilir”.
Zana, Almanya’daki federal yapıya işaret etmekle birlikte, onu yeterli bulmamış olmalı ki, daha uzaklara, Kanada’ya kadar uzanma gereği duymuş: “Örneğin Kanada’nın Quebec bölgesi halkı her dört yılda bir kendi geleceklerini tayin etmek için sandık başına gidiyor. Bazıları bağımsızlıktan yana oy kullanıyor, bazıları da özerklik ve federalizm. Quebec halkı oy kullanarak sesini duyurabiliyor. Bu halkın sesidir ve kimse buna saygısızlık edemez. Artık Kürtlerin de kendi geleceklerini referandumla tayin etmelerinin zamanı geldiğine inanıyorum. İnsanlar ne talep ediyorsa bunu referandumla dile getirmeli”.
Zana’nın Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkıyla ilgili tespit ve temennilerine diyecek yok. Ancak seçtiği Quebec örneğinin ne kadar isabetli olduğu, daha doğrusu bu örneği ne kadar isabetle kullandığı tartışılır. Mesele, Kanada ve Türkiye’nin birbirine hemen hiç benzemez iki ayrı âlem olmasında değil. Quebec, Türkiye Kürdistanı’na bir fantazi kadar uzak olabilir, ama doğru tanımlandığı takdirde, bir fantazi bile kullanışlı bir model, yahut heyecan verici bir esin kaynağı olabilir. Her halükârda, birbirine taban tabana zıt iki model arasında kurulabilecek bir takım zayıf paralelliklerden bile her zaman anlamlı dersler çıkarmak mümkündür. Eğer hiç bir paralellik kurulamıyorsa, göze çarpan karşıtlıklar da kendi başına aydınlatıcı olabilir. O bakımdan Quebec örneğine prensipte karşı olmadığımı belirtmeliyim (Nitekim, acikgazete.com’da yayınlanmış “Kanada’nın Kürdistanı” başlıklı bir makalemde, ben kendim de Quebec ile koşutluklar aramaktan geri durmamıştım). Problem, esasen Zana’nın tespitlerindeki ifade yetersizliklerinde yatıyor. O bakımdan bazı ifadelerini biraz netleştirmekte fayda görüyorum, çünkü bu halleriyle okunduğu zaman, yanlış sonuçlara varmak, daha da kötüsü, anlamlı herhangi bir sonuca varmamak çok mümkün.
Önce, belli ki bir dil sürçmesi, ama Zana’nın sözlerindeki bir kategori hatasını usulen düzeltmekte yarar var. “Referandumun sonuçlarını kabul ederiz; bu özerklik, federalizm ya da bağımsızlık olabilir” deyince, bundan ister istemez, referandumla üç seçenek arasında bir seçim yapılabileceği sonucu çıkıyor. Oysa bu bağlamda seçenekler, özerklik ve bağımsızlık olmak üzere sadece iki tane, üç değil. Zira ortada federal bir yapı olmadan, referandumun yapılması zaten mümkün değil. Yani federalizm burada, referandumun bir sonucu değil, bir önşartı olma durumunda.
Quebec’e gelince: Zana’nın, “Quebec halkı, her dört yılda bir kendi geleceklerini tayin etmek için sandık başına gidiyor. Bazıları bağımsızlıktan yana oy kullanıyor, bazıları da özerklik ve federalizm” şeklindeki sözünden de, Quebec’lilerin her dört yılda bir bağımsızlık konusunu gündeme getiren referandum türü bir seçime gittiği izlenimi edinilebilir. Oysa tabii bu doğru değil. Federal seçimlerin yanısıra, Quebec’liler her dört yılda bir eyalet hükümetini seçer; fakat bağımsızlık gibi kritik konular nadiren seçim konusu olur. Quebec, biri 1980’de diğeri 1996’da olmak üzere, bağımsızlık için bugüne kadar yalnızca iki referanduma gitti ve birinde kılpayı olmak üzere, ikisini de kaybetti. Ama Quebec’lilerin bu iki referandum sayesinde, Kanada sathında “seslerini duyurdukları”, Fransızcayı ikinci resmi dil yapmak ve başlı başına ayrı bir “ulus” sayılmak gibi önemli haklar ve imtiyazlar elde ettikleri, kesin bir gerçektir.
Ne var ki, Quebec referandumlarının olağandışı şartlar altında gerçekleştiğini unutmamak gerekir. Zana’nın sözlerinden, bağımsızlıkla ilgili referandumların Kanada siyasetinin olağan ve rutin bir süreciymiş gibi bir izlenim edinmek de mümkün, ancak bu da doğru değildir. Kanada anayasasında halen ne herhangi bir bağımsızlık seçeneğinin ne de bununla ilgili bir referandum sürecinin verileri ve kuralları mevcuttur. Quebec bağımsızlığının gerçekleşmesi durumunda, sermayenin, doğal kaynakların, hükümetler-arası borçlar ve alacak-vereceklerin nasıl bölüşüleceğine dair hiçbir rehber veya konsensüs yoktur ortada. Bunun içindir ki, referandumlar yalnız Kanada düzleminde değil, bizzat Quebec içinde de ciddi sarsıntılara yol açmıştır. Ekonomik anlamda, bağımsızlık girişiminin Quebec’e ne kadar neler kazandırdığı pek belli değildir. Quebec, referandum kozuyla, bir yandan federal hükümetten hatırısayılır mali yardımlar koparmıştır ve koparmaya da devam etmektedir ama, diğer yandan eyalet dışına sermaye ve beyin göçü şeklinde azımsanamaz bir kan kaybına uğramıştır ve halen bu kan kaybının hasarlarını telafi etmekle meşguldur. Bu ve (değişen nüfus kompozisyonu gibi) burada giremeyeceğimiz türlü başka nedenlerden ötürü, Quebec’in ufkunda şimdilerde herhangi bir referandum görünmemektedir.
Ama şu var ki, bağımsızlık taraftarı bir Quebec hükümeti bugün iktidara gelse ve koşulları uygun görüp kendini de yeterince güçlü hissetse, bir şekilde yeni bir referandum düzenleme imkânı bulabilir. Referandumu kaybetme ihtimali, düne oranla daha da fazladır; ama burada önemli olan, istediği zaman bağımsızlık kartını oynama imkânına sahip olmasıdır. Quebec’i temelde özgür kılan da, bu imkâna sahip olduğunun bilgisi, bilincidir kuşkusuz.
Quebec’in bu yönünün Zana’ya cazip geldiğine şüphe yok, ancak bir ideal yahut esin kaynağı olmanın ötesinde, Quebec modelinin teknik anlamda Türkiye’deki Kürt sorunuyla bağlantılı referandum konusuna ışık tutması zor, çünkü pek de sancısız ve pürüzsüz olmayan uzun bir tarihi süreçten sonra, bağımsızlıktan bir önceki merhaleye kadar iyi kötü inkişaf etmiş bir modeldir bu. Her iki referandumun yapılmasından çok önceki bir devirden beri, Quebec Kanada içinde nüfusu ve sınırları belli bir ülkeydi. Oysa Türkiye’deki Kürtlerin ne kendilerine ait sınırları belli bir bölgesi, bir “ülkesi” var, ne de nüfusları belli.
Bu durumda, Türkiye’de Kürtlerin iradesini ortaya koyacak bir referandum nasıl yapılacak? Referandum, tüm Türkiye sathında olursa, Kürtlerin ilalebet (ya da, hızlı nüfus artışlarına rağmen daha çok uzun bir süre, diyelim) azınlıkta kalacağı ve dolayısıyla hiç bir siyasi sonuç alamayacağı aşikâr. Eğer Kürt halkının iradesini yansıtan bir referandumdan bahsediliyorsa, böyle bir referandumun Kürtlerin çoğunlukta olduğu bir alanda yapılması gerek. Quebec bağımsızlığının tüm Kanada sathında oylanması fikri ne kadar anlamsızsa, Kürt bağımsızlığının tüm Türkiye sathında oylanması düşüncesi de o kadar manâsız.
Türkler beğensin beğenmesin, Türkiye’de Kürtlerin çoğunluk oluşturduğu ve bu nedenle “Kürdistan” denebilecek ve zaten de denen büyücek bir bölge var. Türklere sorarsanız, Kürt ağırlıklı bu bölge beş altı vilayetten ibaret. Kürtlere sorarsanız, onbeş hatta yirmi vilayetin bile üstünde. Problem şu ki, bu bölgenin sınırlarını tam olarak belirlemek halihazırda imkânsız, çünkü Türkiye’deki nüfus sayımları, ülkedeki etnik toplulukları etnik kökenlerine göre ayıracak verilere ve yönteme sahip değil. Bu nedenle, Türkiye’de halen ne kadar Kürt olduğunu da bilmiyoruz ve bol keseden tahminler yürütmekten pek ileri gidemiyoruz. Türklere sorarsanız, Kürtlerin nüfusu beş milyonu çok geçmez, hadi en fazlasından on milyonu bulur; Kürtlere sorarsanız, yirmi milyonun fazlası vardır, azı yoktur (Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan’ın daha yıllar önceden yürüttüğü bir tahmine göre, bu rakkam 25 milyonun da üzerindedir).
Kesin bir nüfus dökümü olmadan, herhangi bir eyalet sistemine geçilemeyeceği de ortada. Özal döneminden beri, Türkiye’de bu seçenekten bahsediliyor. Son zamanlarda, Kürt politikacıların üzerinde en yoğun şekilde durdukları konu da bu. İyi de, eyaletler nasıl oluşturulacak? Biran için, Türkiye’de tüm tarafların paşa paşa oturup eyalet sistemine geçmeye karar verdiklerini varsayalım. Üstüne üstlük, eyaletlerin etnik kimlik bazında oluşturulabileceği hususunda anlaştıklarını da varsayalım. Böyle boş ve serbest bir alanda, yapı nasıl kurulur? En basit mantıkla gidilirse, herhalde şöyle bir yol izlenir: Kürt-ağırlıklı olduğu düşünülen halihazırdaki vilayetlerin nüfus yapısına bakılır; hangisinde yüzde elliden fazla bir Kürt çoğunluk varsa, o vilayetler coğrafyanın elverdiği ölçüde bir araya getirilir ve böylece sınırları ve nüfusu belirgin bir Kürt eyaleti oluşturulabilir. Tabii bu tür bir girişim coğrafi ve beşeri çeşitli istisnalara toslayacağından, fiiliyatta gerçekleşmesi kolay değildir, dolayısıyla uzun çalışmalar ve detaylı bir aritmetik gerektirir; ama izlenecek temel mantık bellidir. En azından, Quebec modeli benimsendiğinde, o modelin davet hatta empoze ettiği mantık budur.
Türkiye’yi hiç tanımayan biri, Zana’nın sözlerinden, sanki böyle bir Kürt eyaleti halihazırda varmış da sıra Kürtlerin kendi kaderini tayin etmek üzere referandum yapmasına gelmiş gibi bir izlenim edinebilir. Oysa Zana’nın bu sözlerle, Kürt davasına dair nihai bir temenniyi dile getirdiği, günümüze dönük somut bir çözüm önerisi sunmadığı ortada. Ancak, temennilerle çözüm önerilerini birbirinden yeterince ayırmamasının ve çoğu temennisini bir çözüm önerisiymiş gibi sunmasının kolaylıkla bazı yanlış anlamalara yol açması çok mümkün.
Tabii bunu söylerken, Zana’nın Kürt davasının nihai amaç ve tasavvurlarını dile getirmeyi bırakıp, gündemini sadece günümüze dönük çözüm önerileri ve idari/kültürel taleplerle sınırlaması gerektiğini kastediyor değilim. Tersine, Zana’nın ve diğer Kürt politikacıların, çıtayı daima yüksek tutmalarından, başta meclis olmak üzere her yerde ve her platformda davalarını ve siyasi beklentilerini mümkün olan en yüksek sesle ve açıklıkla anlatmalarından yanayım. Bunun artık Türkiye’de zamanının geldiği hususunda Türk kamuoyunda da yaygınlaşan bir mutabakat olduğu kanaatindeyim. Kürtlerin en yüksek telden konuşmasının ve bütün kartlarını açmasının, ülkede herkese iyi geleceğinden, Kürt davasına iyi bakmayan pek çok Türkü bile rahatlatacağından eminim.
Nitekim, CHP Grup başkanvekili Muharrem İnce de, böyle rahatlayanlardan. İşittiklerine kızsa bile, dile getirilmesinden memnun. Zana’nın yukarıda aktardığımız sözlerine cevaben, şunları söylemiş: “Leyla Zana’yı kutlamak lâzım, şundan dolayı, açık yüreklilikle görüşlerini söylemiş. Kürt sorunu konusunda konuşanlar kafalarının arkasındakini anlatmıyor, yüreğinden geçeni anlatmıyor, dolanıyorlar”. Muharrem İnce, bu lâfı etmiş ama, hemen ardından Zana’nın görüşlerine karşı tepki koymaktan de geri durmamış: “Federasyon diyenler bugün bu görüşlerinden vazgeçiyor, bağımsız devlet talebinde bulunuyor açıkçası. O zaman Leyla Zana’ya sorum şu olur: beraber yaşayalım diyorsan oturur konuşuruz, Kürtlerin ne sorunu varsa çözeriz. Ama ayrı devlet kuracağız diyorsan, Türkiye Cumhuriyeti masa başında kurulmadı, savaş meydanlarında kuruldu. Bedelini öder, gelir alırsın”.
Muharrem İnce haklı. Bir şey alırken, elbette bedeli ödenir. Bu bedelin, en hafifinden çok zorlu ve uzun bir siyasi mücadele olacağı açıktır. Hatta bu bedel, İnce’nin burada kastettiği şekilde, doğrudan doğruya kanlı bir savaş da olabilir. Lâkin İnce’nin gözden kaçırdığı şu ki, almak ile istemek fiilleri aynı şeyler değildir. Hayat, nadiren salt isteklere göre biçimlenir. İstemek başka, istediğini almak, gerçekleştirmek başka. Bu anlamda almanın bir bedeli vardır ama, istemek bedavadır. Doğru, Türkiye’de salt istemek dahi hâlâ bedava değil, ama işte şimdi hep beraber diyoruz ki, her demokratik toplumda nasıl bedavaysa, artık bu ülkede de öyle olmalıdır. Zana’nın rahatça konuşmasını, hiç konuşmamasına tercih ettiğine ve kutladığına göre, İnce’nin de buna bir itirazı olmaması beklenir.
Özerkliği, bağımsızlığı, Türkiye’de bir Kürt ülkesi kurmayı falan geçtik. Sadece bir ismi, bir kimliği almak için bile, Kürtler ağır bir bedel ödemek zorunda olduklarının fazlasıyla farkında. Otuz küsur yıldır dağlarda savaşarak, onca kan dökerek ve kurban vererek bedel ödemekle meşguller. Ancak bugün gelinen noktada, bu bedel karşılığında alınacak olan şeyin ne olduğunu anlamanın epey uzağındayız. Bu sanırım Türkler kadar Kürtler için de geçerli.
Bir kere, T.C. devletinin Kürt taleplerinin ne kadarını ne şekilde kabul etmeye hazır olduğu hâlâ çok belirsiz. Ama daha önemlisi, devletle savaşı sürdürmeye devam eden PKK’nın talepleri de bir o kadar belirsiz. Savaşma nedenleri özerklik mi, bağımsızlık mı? Kürtçenin ikinci resmi dil olması, müfredata ve medyaya girmesi kabilinden, “kültürel haklar”ın elde edilmesi mi? Yoksa çok daha özgül, sınırlı amaçlar mı? Sözgelimi, yakın geçmişte genel af, Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması yahut ev hapsine geçirilmesi gibi girişimler karşılığında PKK’nın silah bırakacağı yolunda rivayetler dolaşıyordu. PKK’nın savaşma nedenleri yoksa bu türden sonuçları almakla mı sınırlıydı? Ortada resmi bir bildirge veya program olmayınca, bu geniş ihtimaller skalası üzerinde belirli bir noktaya parmak basmak zor. Ama pek çok insan bu soruların yanıtını ararken, kanlı savaş durmaksızın devam ediyor. Bu durumda, “Türkler ve Kürtler böyle savaşıp duracaklarsa, bari ne için savaştıklarını bilerek savaşsalar” demekten başka çare kalmıyor sanki. Ne için savaştıklarını bilirlerse, savaşmaktan vazgeçmeleri de bir nebze kolaylaşır belki.
Kendi siyasi hedeflerini açıkça ortaya koymak ve duyurmak, PKK gibi illegal bir örgüt için zor olabilir ama, BDP gibi seçimle gelen, meclise giren ve yoluna legalite içinde devam etmeyi amaçlayan bir parti için bunları yapmak daha kolaydır ve üstelik gereklidir de. Bazı durumlarda, illegal bir örgüt siyasal hedeflerinin bir miktar belirsiz kalmasından medet umabilir ve pekâlâ bu belirsizlikten nemâlanabilir; ama belirsizlik legal bir örgütün gündeminde çabuk sırıtır ve o örgüte faydadan çok zarar getirir.
İşte bu bakımdan, Leyla Zana ve diğer BDP’li politikacıların, hedef ve taleplerindeki belirsizlikleri asgariye indirmeye özen göstermelerinde büyük yarar var. Yukarıda, Zana’nın temennilerle çözüm önerilerini birbirinden daha dikkatle ayırması gerektiğine işaret ettim. Bunun yolu da, sözkonusu önerileri daha netleştirmekten geçiyor. Kürtlerin yeni anayasaya bir “ulus” olarak girmesi, referandum, federalizm, özerklik ve bağımsızlık gibi konular iyi güzel de, bütün bunlara zemin olacak, içlerini dolduracak daha özgül çözüm önerilerine ihtiyaç var. Kanımca, Kürtlerin Türkiye’de sayısal varlığını ortaya koyacak bir nüfus sayımının gerçekleşmesi doğrultusunda yapılacak bir girişim, bu çözüm önerilerinin başında gelir. Etnisite verilerini içeren yeni bir nüfus sayımı, Kürtlerin açmak için zorladıkları kapıların fazla kırılıp dökülmeden aralanmalarını sağlayabilir.
Yeni bir seçim sisteminde kullanılacağı öngörülürse, böyle bir nüfus sayımının sonuçlarının bir şekilde nüfus kâğıtlarına işlenmesi mecburiyeti de doğabilir. Nüfus kâğıtlarından din hanesinin silinmesi yönündeki taleplerin tam da arttığı bir dönemde, bu kâğıtlara bir de ikinci bir etnik aidiyet hanesi ekleme fikri, çok aykırı kaçabilir. Oysa, din hanesinden farklı olarak, etnisite hanesinin tamamen isteğe bağlı ve beyana dayalı şekilde doldurulacağı açıktır: etnik kökeni ne olursa olsun, kendini o etnisiteye ait hisseden her vatandaşın isterse beyan edeceği bir kimlik bilgisidir burada söz konusu olan.
Gene de, etnisite bilgilerini içeren bir nüfus sayımının önünde yığınla hukuki ve idari engel olduğu muhakkak. Ayrıca teknik anlamda nasıl işlerlik kazanacağı da hayli tartışmalı. Kaldı ki, her şey bir yana, çok güçlü bir siyasi dirençle karşılaşacağı şüphesiz. Tüm bir Cumhuriyet dönemi boyunca, bu tür nüfus bilgilerinin gözlerden nasıl özenle ırak tutulduğu ve nasıl hiç bir biçimde gündeme getirilmesine müsaade edilmediği iyi biliniyor. Ne var ki, Kürt-Türk çekişmesinin bu kadar yakıcı bir hale geldiği ve her gün konuşulduğu bir aşamada, ülkenin iki temel etnik unsurunun nüfus rakamlarını bilmek istemekten daha doğal ne olabilir? Doğal olduğu kadar, asgari bir demokratik haktır bu. Bu demokratik hakkı başta yasama organı olmak üzere ülkenin diğer tüm organlarında ve platformlarında aramak elbette, haklarını silahla arayan PKK gibi bir örgüte düşmez, ama seçimle gelen ve seçimlere, referandumlara önem veren BDP bu konuda çok iş yapabilir ve epey mesafe alabilir. BDP’nin halen bu doğrultuda bir çalışması var mı bilmiyorum, ama varsa pek öncelik verdiği ve kamuoyuna duyurmak için çaba harcadığı söylenemez.
Türkler arasında, sözkonusu nüfus sayımını ülkenin bölünmesinin anahtarı olarak görecek ve bu nedenle şiddetle karşı çıkacak geniş ve gürültücü bir kesim olduğu muhakkak, ancak bu sefer çok fazla direnebileceklerini sanmıyorum. Ve umuyorum ki bu Türklerin hiç değilse hatırısayılır bir kısmı, bu doğrultuda ortaya konan demokratik taleplerin ülke bütünlüğünün bozulmasına değil muhafazasına yardım edeceğini farketmekte daha fazla gecikmeyecek.
Zana’nın “İlk başta özerklik istedik, ama Kürtler özerkliğin yeterli olmadığını düşünüyor” yolundaki sözünden, Kürtlere kendi kaderlerini tayin edecek bir referandum düzenleme hakkı verilmiş olsa, bugün yapılacak böyle bir referandumdan düpedüz bağımsızlık yönünde bir karar çıkacağına ilişkin bir izlenim edinmek mümkün. Zana, Kürt halkının nabzını tutan bir politikacıdır, elbette bir bildiği vardır; ama ben gene de, Zana’nın gerçekten bağımsızlık yönünde bir tahmini varsa, bu tahmininin doğruluğundan emin değilim. Çünkü günümüzdeki berbat kutuplaşma ortamında bile, Kürtlerin bu ülkedeki menfaatlerinin Türkiye’den ayrılma arzularına ağır bastığına inananlardanım. Temennim de bu yöndedir. Kanımca, şimdiki durumundan çok farklı olarak, istediği hakların çoğuna kavuşmuş, mazlum psikolojisinden çıkmış ve kendine güveni gelmiş bir Kürt halkının Türkiye’de keyfine diyecek olmaz. Olur da bir gün, halen ufukta bile görünmeyen bir referandum gelir kapıya dayanırsa, yüreğinde bağımsızlık ateşi hiç sönmeyen Kürtlerin önemli bir bölümünün bile, şapkayı önlerine koyup iki defa düşüneceklerinden hemen hemen eminim diyebilirim. İlla Quebec’e bakmamız gerekiyorsa, orada olan da tam bu. Son tahlilde, Quebec’lileri bağımsızlığa doğru sıçramaktan alıkoyan esas engel, sahip oldukları özgürlükten ve rahat yaşamdan başka bir şey değil.
Tabii Kürtler için o günlere daha çok var. O günlerin gelmesi için, Türklerin artık daha fazla ayak sürümeden en temel Kürt taleplerini karşılaması, ama daha da önemlisi, her demokratik ve hızla değişen toplumda olduğu gibi, taleplerin arkasının hemen hiç bir zaman kesilmeyeceği gerçeğine kendilerini hazırlaması gerekiyor. Görülen o ki, Türkler Kürt taleplerinin ardı arkası gelmeyeceğinden korkuyor; ama herhalde en çok da, her Kürt talebinin bir biçimde Kürt bağımsızlığına yol açacağından korkuyor.
Oysa, Türkler Kürtlerin her talebini karşılamak zorunda değil. Gene her demokraside olduğu gibi, sadece tek bir tarafın tamamen tatmin olması zaten imkânsız. Fakat Türklerin Kürtlerin bazı taleplerini hakkıyla reddedebilmesi için, diğer bazı taleplerini kabul etmiş olmaları gerek. Bunu yaptıkları ölçüde, Kürt taleplerinin haklısını haksızından, doğrusunu yanlışından ayırdetme imkânlarının artacağı da ortada.
Her Kürt talebinin bağımsızlıkla sonuçlanacağı korkusuna gelince: ortamı yaratıldığı taktirde, korkulan her ihtimalin başa gelmemesi için bir neden yok. Sözgelimi, yukarıda değindiğim nüfus sayımı talebinin, hipotetik bir düzlemde mantıki sonucuna götürüldüğü zaman elbette Kürt bağımsızlığına kadar yolu vardır, ancak gerçekte nereye kadar gideceği ve nerede duracağı, Kürtlerin kendilerini özgür, güvenli ve tatminkâr bir ortamda hissedip hissetmeyeceklerine çok bağlıdır. Bu ortamın oluşmasında en belirleyici etken ise, Türklerin verecekleri kararlardır şüphesiz.
Sonuçta, korkunun ecele faydası yok. Belki de, Türklerin korkularını yenecek tek şey, bir miktar risk kültürüdür. Kanada’da görülen, özünde bu risk kültürünün bir dışavurumudur: Federal Hükümet, Quebec’e özgürlüğünü sağlayacak hak ve imkânları tanıdığı ölçüde, Quebec rahat eder ve aynı ölçüde federasyon içinde kalmak ister. Yani Federal Hükümet, Quebec’i kaybetmeyi göze aldığı sürece, Quebec federasyonda kalmayı sürdürür.
Bu açıdan bakılırsa mesele, Kürtlere birşeyler vererek onları aynı gemide tutmak işi değildir sadece. Vermek yetmez, kaybetmeyi de göze almak gerekir. Kaybetmeyi göze almadan kazanmak mümkün değildir. Kürtleri bugün kazanmanın yolu da, istensin istenmesin, onları kaybetmeyi göze almaktan geçiyor.
Eğer Quebec modelinden Kürtlerin öğreneceği bir şey varsa, Türklerin de var.