1990’larda Türkiye dış politikası çalışan araştırmacıların çoğu İslamcı ve Kürt partilerin dış politika üzerindeki etkilerine (dış politikaya dair geliştirdikleri dile) ya “geçici” bir yer verdiler ya da bunları “anormal” kategorisine dâhil ettiler. 2000’li yıllara gelindiğinde ise, İslamcılara dış politika yazınında ayrılan yer önemli ölçüde artarken, birçok akademik metin post-İslamcılar[1] ve ulusalcı laikler arasında Türkiye dış politikası üzerinden yaşanan mücadeleye geniş yer ayırdı. Fakat Kürtler 1990’larda olduğu gibi 2000’lerde de özellikle dış politika meselelerinde sesleri gür çıkmasına rağmen, dış politika yazınında sessizliğe mahkûm edildiler ve bu akademik suskunluk söz konusu çalışmaların en büyük eksikliği olarak kaldı. Nitekim dış politika alanındaki üç tarz-ı siyaset bir biriyle ilişkili olduğu kadar, bunların bir diğerinden ayrılmaları da bir o kadar imkânsızdır. Bu nedenle burada Avrupa Birliği (AB) örneği üzerinden bu üç tarz-ı siyaseti değerlendirerek bunların nasıl birbirlerini karşılıklı kuran, bozan, ya da yeniden şekillendiren bir ilişki içinde olduklarını ve bunlardan birini ihmal etmenin dış politikaya dair resmi nasıl eksik bıraktığını göstermeye çalışacağım.
Bu üç siyaset biçiminin belli bir tarihsel geçmişe sahip oldukları, kurumsal karşılıkları bulunduğu, Türkiye’de önemli bir kitlesel desteği arkasına aldıkları ve ideologları, kitle iletişim araçları ve diğer aygıtlarıyla birlikte güçlü bir dil geliştirdikleri düşünülürse elimizde üç tarz-ı siyasetin anlaşılması noktasında bir materyal sıkıntısı olmadığı söylenebilir. Bir adım daha ileriye gidersek, Türkiye siyasetini temelde kurumlarıyla, aktörleriyle, aydınlarıyla, basınıyla ve ekonomileriyle birlikte üç farklı tarihsel bloğun ve bunlar arasındaki ilişkinin şekillendirdiği bir vakıa. Bunların biri ya da ikisi Cumhuriyet tarihinin belli dönemlerinde hasıraltı edilmiş olsa da, yaşadığımız son yirmi yıl bu üç tarihsel bloğun açık gerilimine sahne olmuş ve bu gerilim kendisine dış politika alanında önemli bir karşılık bulmuştur. Son on yılı farklılaştıran ise, bu acık gerilimde İslamcıların 28 Şubat tasfiyesinden sonra kendilerini yeniden tanımlayarak post-İslamcı bir dille daha aktif bir şekilde geri dönemleri ve savunma aygıtları önemli ölçüde tahrip olan laik bloğun kendisine ulusalcı bir form vererek bir restorasyona gitmesi olmuştur. Kürt kimliği etrafında siyaset yapan “kimlikçi” Kürtler ise ayrılıkçı çizgiden uzaklaşarak tabanlarını daha da genişletme imkânı bulmuştur. Fakat söz konusu gerilimin İslamcı-laik ayağı son dönem akademik çalışmaların ilgi konusu olsa da, özellikle dış politika çalışmalarında Kürt ayağı kendisine hala bir karşılık bulamamıştır.
Türkiye dış politikasını çalışan herhangi birisi bu üç farklı bloğun özellikle son on yıla hâkim olduğunu ve bunun bazı durumlarda çatışmaya ve dış politik ilişkilerde sarsıcı değişimlere yol açtığını kolayca fark edebilecektir. Daha kapsayıcı bir ifadeyle söylemek gerekirse, Soğuk Savaş sonrası dönemde dış politika bu üç farklı blok arasındaki mücadelenin önemli stratejik ayaklarından birine dönüşmüştür. Bu dönemde (ulusalcı) laik blok, İslamcılar/post-İslamcılar ve kimlikçi Kürtler dış politikaya dair kendi dillerini geliştirmiş ve bunları iktidar mücadelesinde bir strateji olarak devreye sokmuşlardır. Fakat bu bloklar için dış politika, sadece devlet içindeki ayrıcalıklı pozisyonların sürdürülmesi, bu pozisyonların sağlamlaştırılması, mevcut iktidar ilişkilerinin değiştirilmesi, ya da muhalif kampın zayıflatılmasının bir dayanağı olmamış, aynı zamanda kimliklerinin üretimi ve yeniden üretimi için de söylemsel alan sunan bir işlev de görmüştür. Dolayısıyla dış politikadaki bu üç tarz-ı siyaset bir taraftan bloklar arasındaki farkın bir ürünü iken diğer taraftan da bu farkı mümkün kılan ve süreklileştiren bir işlev üstlenmiştir. Bu da söz konusu blokların belli dönemlerde aynı dış politik meselede pozisyon değiştirmesini ve karşısındaki tarihsel blok ile arasındaki farkı ortaya koyma (a mark of distinction) çabasını açıklayan bir ayrıntı olmuştur.
Aşağıda bu üç tarz-ı siyasetin 2000’lerin ilk on yılında Avrupa Birliği örneğinde nasıl karşımıza çıktığına değineceğim ve daha sonra bu üç farklı siyaset biçiminin ilişkiselliği üzerinde bir değerlendirmede bulunacağım. Dış politikanın içeride işleyen iktidar ilişkilerine içkin olduğu varsayımından hareketle bu dış politik pozisyonların iktidar mücadelesinden bağımsız düşünülemeyeceğini ve tam da bu nedenle söz konusu üç tarz-ı AB siyasetinin nasıl üçlü bir açmaz (trilemma) ortaya çıkardığını göstermeye çalışacağım. Dış politikaya “iç kimlik kaygılarının bir uzantısı” değil, aksine pratiğe döküldüğü dönemdeki iktidar ilişkilerinin paralelinde gelişen bir strateji olarak bakıldığında söz konusu blokların söylemlerindeki farklılaşmaları açıklamak daha kolay olacaktır. Fark üretiminin, daha geniş bir ifadeyle iktidar ilişkilerindeki pozisyonları mümkün kılan ve süreklileştiren hâkim dilin tıkandığı noktada dış politik söylem kendisini yeniden kurar ve bir anlamda iktidar mücadelesindeki mevzileri restore eder.
Post-İslamcılar ve AB
Sistematik açıdan ilk olarak post-İslamcıların AB politikasına değinmekte fayda var. İslamcıların AB karşıtı dilinin 1990’ların sonundan itibaren değişmesi ve ardıllarının AB destekçisi bir pozisyon takınması diğer blokların AB algısını önemli ölçüde yeniden şekillendirmiştir. Burada ulusalcı laik ve kimlikçi Kürt bloklarının salt AKP’nin AB yanlısı tavrı nedeniyle pozisyon değiştirdiğini ileri sürmüyorum. Bu belirleyici bir şey olsa da, daha karmaşık ve birçok unsuru içinde barındıran bir durumdan bahsetmek mümkündür. Nitekim Avrupa Birliği’nin attığı adımlar da önemli ölçüde bu tavır değişikliklerinde belirleyici olmuş ve AB’nin içerideki iktidar ilişkileri bağlamında belirli blok lehine etkin olmaktan çıktığı durumlarda söz konusu bloklar AB politikalarını yeniden belirleme yoluna gitmişlerdir. Yine de, laik bloğun özellikle asker üzerinden Türkiye siyasetinde kendisine sağladığı ayrıcalıklı pozisyon AB’nin temel eleştirisine dönüşünce söz konusu blokta Brüksel’e yönelik kuşkucu bir damarın güçlendiği ileri sürülebilir, ama bu kuşkuculuğu etkin bir politik tavır haline getiren post-İslamcıların ve Kürtlerin AB üyelik süreci üzerinden kazandıkları politik mevziler olmuştur. Tam da bu nedenle, laiklik ve ulus-devlet gibi Kemalizm’in temel ilkelerinin AB reformları süresince kimlikçi laik bloğun “kırmızı çizgilerine” dönüşmesi bir tesadüf değildir.[2]
AKP siyasal meşruiyeti elde etme konusunda Türkiye’deki diğer politik partilerden daha fazla uluslararası desteğe bel bağlamış ve tam da bu nedenle AB’ye yönelik dış politika, iktidarda bulunduğu süre boyunca bu partinin iç politika alanında kullandığı ya da devreye soktuğu bir strateji işlevi görmüştür.[3] Türkiye’nin AB üyeliği politikası ekonomik ve küresel politikadaki getirileri bir tarafa temelde AKP için iktidar ilişkilerinin yeniden kurgulanmasına içkin bir politika olup çıkmıştır. Post-İslamcılar AB üyelik sürecini ve bunun gerektirdiği siyasal reformları askerin politik ayrıcalığını tasfiye etmenin ve dolayısıyla temsil ettiği siyasal bloğa yaşam alanı açmanın en etkin aracı olarak görmüş ve bu bağlamda dış politikayı bir nevi iktidar ilişkilerini dönüştürmenin hizmetine koşmuştur. AB üyeliği ve gerektirdiği yasal düzenlemeler yoluyla AKP, o güne kadar AB üyeliğini savunmuş olan (ulusalcı) laik bloğu “retorik bir tuzağa” düşürmüş[4] ve karşısındaki bloğu önemli ölçüde zayıflatmıştır.
Fakat post-İslamcıların AB destekçi politik tavrı salt stratejik bir hamle değil, aynı zamanda onları farklılaştıran ve daha da önemlisi diğer iki bloğu yeni fark sembolleri üretmeye zorlayan bir pozisyondur. Dolayısıyla post-İslamcıların AB’ye yönelik desteği sadece iktidar ilişkilerinin yeniden kurgulanması noktasında AB’nin dış bir destek olarak devreye sokulmasını beraberinde getirmemiş, aynı zamanda iktidar mücadelesi içindeki diğer blokları AB-kuşkucu bir politikaya zorlayarak marjinalleştirmeye de hizmet etmiştir. Bu nedenle ulusalcı laiklerin (hatta yer yer kimlikçi Kürtlerin) AB kuşkucu tavrını post İslamcıların (ve yakin bir döneme kadar kimlikçi Kürtlerin) AB yanlısı tutumunda bağımsız düşünmek doğru değildir. Aynı şekilde post-İslamcıların AB yanlısı dönüşümü de laik bloğun 1990’larla birlikte Avrupa Birliği’nde çok kültürlülük temelinde yaşanan dönüşümden duyduğu tedirginlik anlaşılmadan yeterince kavranılamaz. Dolayısıyla Türkiye’de özellikle 2000’lerin ilk on yılında belirginleşen üç tarz-ı AB siyaseti ilişkisel olduğu kadar, üç farklı tarihsel bloğun birbirlerini karşılıklı olarak kurduğu, değiştirdiği, yeniden kurduğu, bazen de alt üst ettiği bir görüntü ortaya koymuştur.
Ulusalcı Laikler ve AB
Avrupa’nın Kemalizm’in zuhur ettiği dönemdeki Aydınlanmacı ulus devlet rasyonelliğini bir tarafa bırakarak özellikle Soğuk Savaş’ın ardından çok kültürlülüğü kucaklayan yeni bir forma bürünmesi Kemalist cenahın Avrupa algısında bir sarsıntıya neden olmuştur.[5] 1999’da Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi aday ülke statüsüne kabul etmesi ile birlikte bu sarsıntı laik bloğun söylemlerinde bir karşılık bulmaya başlamış ve söz konusu bloğun Avrupa kuşkucu tavrının temel zeminini oluşturmuştur. Sarsıntının en önemli nedeni yeni Avrupa’nın özellikle Cumhuriyet’in Aydınlanmacı ulus devlet rasyonelliğinin başından beri bastırdığı kimliklere fırsat alanı açmak yoluyla Türkiye’deki mevcut iktidar ilişkilerinin sürdürülmesi noktasında ciddi bir probleme dönüşmüş olmasıydı.
Avrupa Birliği’nin yaşadığı çok kültürlülük temelinde dönüşüm, böylesi bir şeye imkân vermeyen yapıları eleştirmesini ve bu yapılarda değişikliği üyeliğin önkoşulu olarak öne sürmesini de beraberinde getirmiştir. Bu doğrultuda, 1998’de yayınlamaya başladığı İlerleme Raporları ile birlikte AB’nin üyelik için talep ettiği temel koşulların başında asker üzerinde sivil kontrolün oluşması ve Milli Güvenlik Kurulu’nun siyasal alana müdahale eden pozisyonunun değiştirilmesi gelmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin laik Kemalist rejimin nihai koruyucusu olduğu düşünüldüğünde bu koşullar Türkiye için sistemik değişiklik anlamına gelse de, gerek 28 Şubat sonrası İslamcıların kontrol altına alındığı gerekse Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Kürt şiddetinin önüne geçildiği bir iklimde bu fazla sorun teşkil etmemiştir. Tam da bu nedenle dönemin Genelkurmay Başkanı asker olarak AB üyeliğini destekleyeceklerini ve AB’nin MGK’daki asker üyeleri azaltma talebine de olumlu baktıklarını söylemiştir. Yine de belirtmek gerekir ki, bu desteğe rağmen özellikle Kurt kimliği konusundaki AB talepleri bu tarihlerde de ulusal birliğe bir tehdit olarak algılanmıştır.
Fakat AB’nin demokratikleşme konusunda genel geçer söylemleri bırakıp tanımlanmış açık taleplerde bulunmaya başlaması (kimlikçi Kürtlerin yani sıra) post-İslamcıların AB’yi iktidar ilişkilerinde bir strateji olarak devreye sokması ile birleşince ulusalcı laik blok “AB kuşkucu” bir tavır takınmaya başlamıştır. Bu nedenle 2000’lerin ilk on yılı için sivil iktidar ve askerler arasında AB konusunda “büyük bir uzlaşma” yerine[6] post-İslamcıların 2002’deki iktidarından itibaren “büyün bir gerilim” yaşandığını söylemek daha isabetli olur. Nitekim 2002 ve 2011 arası dönemde Hilmi Özkök dışındaki Genelkurmay Başkanları ve diğer üst rütbeli kuvvet komutanları AB’ye sert eleştiriler yöneltmişler ve hatta belli dönemlerde AB’ye alternatif farklı ittifak oluşumlarından dahi bahsetmişlerdir. Belirtmek gerekir ki, bu sadece askerin takındığı bir tavır olmamış, özellikle ulusalcı eklemlenmenin de etkisiyle laik bloğun genelinde görülebilen bir pozisyon olmuştur. Türkiye’nin AB üyeliğinin bir “aldatmaca” olduğu ve bunun artık ülkenin ulusal çıkarına zarar veren bir hal aldığı bu dönemde laik dile dâhil olmuş ve kendisine söylemsel düzlemde önemli bir kullanım alanı bulmuştur.
Tek başına post-İslamcıların iktidar ilişkilerini yeniden şekillendirme noktasında AB’yi etkin bir araç olarak kullanması ya da AB’nin bizzat asker ve laik bloğa ayrıcalıklı pozisyon sağlayan iktidar ilişkilerinde değişim talep etmesi değil, Kürt kimlik hareketinin AB üzerinden kendisine önemli bir konuşma alanı açmış olması da bu tehdit algısını sürekli beslemiştir. Ulusalcı laik bloğun Avrupa Birliği’ni “yapay azınlıklar” yaratmaya çalışmakla ya da “Türkiye’de azınlık yaratma çabaları” içinde bulunmakla suçlaması büyük ölçüde bu zemin üzerine kendisini oturtmuştur. Dolayısıyla ulusalcı laik bloğun AB politikası post-İslamcılar ve kimlikçi Kürtlerin AB pozisyonlarından tecrit edilerek anlaşılmaz ve sıklıkla akademik çalışmalarda dile getirilen üyelik sürecinin bir türlü nihayete ermemesinden duyulan rahatsızlık[7] da bu kuşkucu tavrın nedeni değil aslında sonucudur. Diğer bir ifadeyle, ulusalcı laikler arasındaki kuşkucu tavrın nedeni AB’nin Türkiye’yi oyaladığı fikri değil, aksine kendisini Kürt ve İslamcı kimliklerin bastırılması üzerine inşa eden bir devlet yapısının AB’nin temel hedefine dönüşmesi ve bunun post-İslamcılar ve kimlikçi Kürtler tarafından iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesinden kullanılıyor olmasıdır.
Kimlikçi Kürtler ve AB
Kürtler 2005’e kadar istikrarlı bir şekilde AB’yi ve Türkiye’nin AB üyeliğini siyasal sistem içinde kendilerine alan açacak bir mekanizma olarak görmüşlerdir. Diğer bir ifadeyle kimlikçi Kürler Avrupa Birliğini ülkedeki Kürt kimliğini inkâr eden dominant laik blokla mücadelenin temel aracı olarak kabul etmiştir. Fakat AB’nin 2005 İlerleme Raporu’nda PKK’yı ülkenin doğusundaki şiddetin kaynağı olarak göstermesi kimlikçi Kürtler için bir dönüm noktası olmuş ve gerek PKK gerekse siyasal Kürt hareketi AB’yi şiddetin sebebi olarak devlet politikalarını görmemek noktasında eleştirmeye başlamıştır. Yine de bu eleştirileri kimlikçi Kürtlerin AB karşıtı bir tavır takındığı şeklinde okumak[8] özellikle bu bloğun AB’yi tavır değişikliği konusunda ikna çabaları göz önüne alındığında doğru bir analiz olmaz. Kimlikçi Kürtler her ne kadar AB’ye güçlü eleştiriler yöneltseler de, AB kurumları ve politikacıları ile iletişimi sürdürmüşlerdir.[9] Diğer bir ifadeyle, AB nezdinde yaşanan ihanet duygusu kimlikçi Kürt bloğunu böylesi eleştirileri geliştirmeye zorlasa da, AB’nin tek güvenilecek uluslararası güç olduğu fikri söz konusu bloğun Brüksel’e angajmanını sürekli kılmıştır.
2009’da Avrupa Birliği bir adım daha ileri gitmiş ve İlerleme Raporu’nda DTP milletvekillerine ve belediye başkanlarına PKK ile aralarına mesafe koymasını önermiştir. İhanet duygusu ikiye katlanmış olsa da, bu durum kimlikçi Kürtleri AB karşıtı bir tavır takınmaya itmemiş aksine bu gelişmeler AKP’nin AB’yi “anti-Kürt ittifakına ortak etme” çabasının bir parçası olarak algılanmıştır. Nitekim ilerleme raporlarındaki bu ifadeler güçlü bir dille eleştirilse de, kimlikçi Kürtler AKP’yi Avrupa Birliği raporları üzerinden mahkûm etmeye ve bu açıklamaları kullanarak kendi pozisyonlarını normalleştirmeye devam etmişlerdir. Bu noktada kimlikçi Kürtlerin AB’yi post-İslamcıların “tuzağına” düşmekle eleştirmesi ve yeniden (özellikle post-İslamcılarla mücadele bağlamında) kendi safına çekme çabası önemli bir ayrıntıdır ve bu durum büyük ölçüde AKP’nin AB destekçisi pozisyonundan farklılaşma ve yeni bir AB dili geliştirme çabası ile açıklanabilir.
Kimlikçi Kürtler için ulusalcı laik blok hâlâ iktidar ilişkilerinin bir parçası olsa da, AB’nin sadece bu blokla mücadelede devreye sokulması mevcut durumda güçlü bir pozisyon işgal eden post-İslamcıların diline eklemlenmek dışında bir işe yaramıyor. Tam da bu nedenle kimlikçi Kürt bloğu kendisini bir taraftan AB’yi iktidar ilişkilerinde bir strateji olarak devreye sokmak yoluyla ulusalcı laik bloktan, diğer taraftan AB’ye yönelttiği eleştirilerle de post-İslamcı bloktan farklılaştırmıştır. AB’nin PKK eleştirisinin post-İslamcıların iktidar ilişkilerindeki pozisyonuna hizmet ettiğinin farkında olan kimlikçi Kürtler Brüksel üzerinden ulusalcı laikleri değil “AKP rejimini” hedef almaya başlamıştır. Fakat AKP’nin AB destekçi pozisyonu düşünüldüğünde bu yeni mücadele biçiminin kimlikçi Kürtler için ulusalcı laiklerle girilen mücadeleden daha zor bir zeminde gerçekleştiği söylenebilir.
Sonuç
Türkiye’de son on yılda belirginleşen bir üç tarz-ı AB siyasetinden bahsedilebilir ve bu siyaset temelde üç farklı tarihsel bloğun iktidar ilişkilerindeki pozisyonlarına içkindir. Nitekim post-İslamcıları AB yanlısı yapan, ulusalcı laikleri AB kuşkucu (yer yer karşıtı) bir dil geliştirmeye iten ve kimlikçi Kürtleri “ne seninle ne de sensiz” pozisyonuna zorlayan son on yıldaki bu “tuhaf” rol değişimleri söz konusu üç tarihsel bloğun iktidar ilişkileri içinde aldıkları pozisyonlar göz önünde bulundurulmadan anlaşılmaz. Cumhuriyet’in başından beri, özellikle 1980’lere kadar, laik sınıfın iktidar ilişkileri içindeki pozisyonunu normalleştirmeye, süreklileştirmeye ve sağlamlaştırmaya hizmet eden dış politika, Soğuk Savaş sonrası dönemde bu işlevini sürdürme noktasında ciddi krizler yaşamaya başlamıştır. 1990’larda laik bloğun dış politika üzerinden kendi pozisyonu sağlama alma çabası (özellikle İsrail örneğine bakıldığında) alenileşmiş ve bu alenilik diğer blokların dış politika üzerinde konuşma çabaları da dikkate alındığında üç tarz-ı mücadelenin en açık göstergesi olmuştur.
2000’lerin ilk on yılını özellikle dış politika alanında Cumhuriyet tarihinin geri kalanından ayıran, üç tarz-ı siyasetin açık gerilimine sahne olması ve hatta pozisyon değişimlerini içinde barındırmasıdır. Dış politikanın mevcut iktidar ilişkilerinin sağlamlaştırılmasında, değiştirilmesinde, altüst edilmesinde ya da yeniden üretilmesinde devreye giren bir strateji işlevi gördüğü sanırım en net şekilde kendisini bu son on yılda göstermiştir. Avrupa Birliği politikasının diğer dış politik pratik ve söylemlerden ayrılan yanı ise dış politika üzerinden yaşanan bloklar arasındaki mücadelenin en etkin karşılık bulduğu alan olmasıdır. Son olarak tekrar belirtmeliyim ki, kimlikçi Kürtlere yönelik çifte dışlama (iç politik düzlemde yapılan susturmanın diş politika alanındaki dille üzerinden bir kez daha geçilmesi) bugün için sürdürülebilir olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle bir üçüncü dışlama (diş politika analizleri yoluyla) akademik yazının bir eksikliği olarak kalmaktan başka bir işe yaramayacaktır.
[1] İslamcılığın politik ve devrimsel güdülerinden yoksunlaştığı post-İslamcı aşama ve kavram için bkz. Nilüfer Göle, “Snapshot of Islamic Modernities,” Daedalus, Vol. 129, No. 1 Winter 2000.
[2] Tuba Ünlü Bilgiç, “The Military and Europeanization Reforms in Turkey”, Middle Eastern Studies, Vol. 45, No. 5, September 2009, s. 812 ve 815
[3] Bkz. Burhanettin Duran, “JDP and Foreign Policy as an Agent of Transformation”, The Emergence of A New Turkey: Democracy and the AK Parti, Hakan Yavuz (Edt.), Salt Lake City: The University of Utah Press, 2006.
[4] Zeki Sarıgil, “Europeanization as Institutional Change: The Case of the Turkish Military”, Mediterranean Politics, Vol. 12, No. 1, March 2007, s. 50.
[5] Necati Polat, “Identity Politics and the Domestic Context of Turkey's European Union Accession”, Government and Opposition, Vol. 41, No. 4, 2006, s. 515
[6] Ersel Aydınlı, Nihat Ali Özcan ve Doğan Akyaz, “The Turkish Military’s March Toward Europe”, Foreign Affairs, Vol. 85, No.1, January-February 2006, s. 85
[7] Bu iddia için örneğin bkz. Tarik Oguzlu, “The Impact of ‘Democratization in the Context of the EU Accession Process’ on Turkish Foreign Policy,” Mediterranean Politics, Vol. 9, No. 1, Spring 2004, s. 104-105
[8] Bkz. Emrullah Uslu, “The Kurdistan Workers’ Party turns against the European Union”, Mediterranean Quarterly, Vol. 19, No. 2, Spring 2008.
[9] Bkz. Marlies Casier, “Designated Terrorists: The Kurdistan Workers' Party and its Struggle to (Re)Gain Political Legitimacy”, Mediterranean Politics, Vol. 15, No. 3, November 2010.