AKP 28 Şubat'ı Nasıl Yargılayabilir?

28 Şubat 1997’de yaşananların devlet iktidarı ve devletin işleyişi açısından getirdikleri şöyle özetlenebilir[1]: MGK toplantısında milli güvenlik politikası ile ilgili kararlar alındı, bu kararlar Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı, ardından uygulamaya konuldu ve Haziran 1997’de Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, hükümeti kurmak için koalisyonun ikinci ortağı olan DYP’nin Genel Başkanı Tansu Çiller yerine, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ı görevlendirdi. 28 Şubat ile başlayan bu süreç için 15 yıl boyunca suç duyurusunda bile bulunulmadı[2]. Böyle olunca, son günlerde başlayan tutuklamalar ve yargılamanın zamanlaması kadar; temeli, dayanakları ve içeriği de tartışma yaratıyor.

28 Şubat yargılamasında asıl yargılanan, ordunun siyasete ve hükümete müdahalesidir. Ordunun siyasete müdahalesi deyince ön plana çıkan unsurlar ise TSK İç Hizmetler Kanunu ve MGK kararlarıdır. Tutuklanan ve ifadeleri alınan askerlerin en sık dile getirdikleri savunma, yasal olmayan ve yetkilerini aşan herhangi bir faaliyette bulunmadıkları; TSK İç Hizmetler Kanunu’nun 35. Maddesi’ne göre hareket ettikleri yönünde[3]. Bu savunma aslında şunu söylüyor: Askerin siyasete müdahale ettiği iddia ediliyor ise, bu yasal bir müdahaledir. Yasal bir yetki, yasa dışı addedilip mahkûm edilemez. Benzer bir durum 28 Şubat’ın asıl tetikleyicisi olan MGK kararları için de geçerli. 1997 tarihinde yürürlükte olan 2945 sayılı MGK Kanunu’na göre, MGK’nın tespit etmekle yükümlü olduğu milli güvenlik politikası, ülkenin siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik bütün menfaatlerinin, her türlü dış ve iç tehdide karşı korunmasını içeriyor (Madde 2). Böyle olunca 28 Şubat’ta MGK toplantısında alınan kararlar, hiçbir sınır tanımadan siyasete dair her şeyi kapsamına alabildi. MGK, 28 Şubat’ta alınan kararların uygulanmasını sağladı, uygulanmalarını koordine etti ve bu doğrultuda gerekli tedbirleri aldı (Madde 4). MGK Genel Sekreteri ise, 28 Şubat kararlarının Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilip edilmediğini, edildiği takdirde devletin ilgili birimleri tarafından ne derece uygulandığını takip ve kontrol etti (Madde 9). Yine MGK Genel Sekreteri, 28 Şubat kararlarının uygulanması için Bakanlar Kurulu’ndan bağımsız, her türlü ilgili devlet kurumu ve sivil kuruluş ile işbirliği yaptı (Madde 13). Bu doğrultuda hem devlet kurumları, hem de sivil kuruluşlar ile özel hukuk tüzelkişileri MGK’ya bilgi ve belge verdiler (Madde 19).

Bunun yanında MGK Genel Sekreteri ve görevlendirdiği personel; 28 Şubat kararlarının bakanlıklar, kamu kuruluşları ve iller seviyesinde uygulanmasını yönlendirmek ve koordine etmek üzere Başbakan adına tetkik yaptı. Bu yetkiyi MGK’ya veren ise MGK kanunu değil, dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın 31 Ocak 1997 tarihinde Genel Sekreterliğe gönderdiği gizli genelgeydi[4].

Necmettin Erbakan’ın gizli genelgesi, MGK’nın yürütmeye dair yetkileri ve devlet içindeki bağımsız faaliyetleri ile askerlerin devleti koruma ve kollama vazifesi yasal düzene uygundur. Hele ki 28 Şubat’ı “post modern darbe” yapan askerlerin sivil kuruluşlar ile işbirliği yapmasına, yasanın ilgili maddesinde açıkça yer verilir. Bu durumda 28 Şubat “müdahalesi” denilen olayda hem Başbakanın ve Bakanların hem de MGK’nın yaptığı şey, yasal yetki ve görevlerini işletmek oluyor. Bu durum, ortada bir “kriz” olmadığı anlamına gelmez. Bu durum, ortadaki krizin yasal bir kriz, kaynağını yasal sistemden alan bir kriz olmadığı anlamına gelir. O halde askerler doğru söylüyor: Yasal bir yetki, yasa dışı addedilip mahkûm edilemez.

Ancak 28 Şubat süreci, tam da hiçbir kriz yaşamayan bu yasal sistemi hukuk dışı addederek yapılabilir. Yasa, devletin yasama iktidarının koyduğu kuraldır ve içeriğinden bağımsız, biçimi ile tanımlıdır. Hukuk ise haklar ve hakikat demektir ve biçiminden bağımsız, içeriği ile tanımlıdır[5]. Liberal parlamenter demokrasinin çakıştırdığı yasa ve hukuk özdeşliğini parçalayan bir sorgulama anında, yasalara uygun hareket etmenin hukuku, doğruyu, iyiyi ya da demokrasiyi sağlamadığı kabul edilebilir. Böylece yasa hukuktan, “yasaların üstünlüğü” “hukukun üstünlüğü”nden ve “yasa devleti” “hukuk devleti”nden ayrışır; ikincisinin üstünlüğü ve hakemliği kabul edilir ve ilki yargılanır.

O halde 28 Şubat sürecinin demokrasi adına yargılanabilmesi; doğrunun, iyinin ve demokrasinin ne olduğunu söyleyen ve yasalara bağlı olmayan bir hukukun canlandırılmasını gerektirir. Böylesi bir hukuk harekete geçirildiğinde en azından bahsi geçen yasalar, onların dayandığı anayasal hüküm, onlara dayanan yönetmelikler; yasal hiyerarşi, yasa ile parlamenter irade ve parlamenter irade ile halkın egemenliği arasında zihnimizde kurduğumuz ilişki hallaç pamuğu gibi atılır. Böyle olunca da hangi yasaya dayanarak değil, hangi hakla askerlerin siyasete müdahale ettiği ve hangi hakla Necmettin Erbakan’ın MGK’ya Başbakan’a ait yetkiler verdiği; hangi hakla Tansu Çiller’in, Turhan Tayan’ın, Meral Akşener’in ve Süleyman Demirel’in MGK kararlarını onayladığı sorgulanır. Yasa, sadece kendi konusu dâhilindekileri bağlar. Ancak 28 Şubat sürecini ortaya çıkaran eylemlere uygulanabilen yasalar hükümsüz addedilip bir demokrasi hukuku canlandırıldığında, bu hukuk artık herkesi bağlar. Demokrasi hukuku, 28 Şubat kararlarını alan ve bu kararların yürütülmesinde payı bulunan devlet iktidarına sahip herkesi (çeşitli derecelerde) yargılanmaya götürür; başta Necmettin Erbakan olmak üzere Refah-Yol hükümetinin üyeleri üzerindeki “demokrasi savaşçısı” örtüsünü, yine demokrasi adına ve demokrasiyi sağlamak için kaldırıp atar; iktidar sahibi bu kişilerin “mağduriyetlerini”, hukuk karşısındaki “sorumluluğa” dönüştürür.

Bunlar hepsi yapılabilir; ama yapılmıyor. İddiasının aksine AKP 28 Şubat sürecini demokrasi adına değil; yasalar adına yargılıyor. Bu doğrultuda AKP, ordunun siyasete ve hükümete müdahalesine anayasal[6] ve yasal bir krize sebep olmadan müsaade eden yasaları sorgulamıyor; ama bu yasalara dayanılarak yapılan eylemleri yasa dışı ilan ediyor. Askerler, yasaların kendilerine verdiği yetkiyi kullandıklarını; AKP ise askerlerin yasaları yanlış yorumladığını ve 28 Şubat sürecinde yasaların kendilerine müsaade ettiği sınırı aşan eylemlerde bulunduklarını savunuyor. Böylece sorun, “yasanın aslında ne dediği” üzerine yürütülen bir yorum meselesine dönüştürülüyor. O halde 28 Şubat yargılanırken üstünlüğü ve hakemliği kabul edilen “doğru”, AKP’nin yasalara getirdiği yorumdur. Bu öyle bir yorumdur ki 28 Şubat sürecini “askerin devlete müdahalesi” addederken, 27 Nisan 2007 tarihli e-muhtıra için “müdahale değil” diyebilmektedir.[7] Demek oluyor ki 28 Şubat sürecinde asker yasal sınırlarını aşmışken, 27 Nisan’da yasalara uygun hareket etmiştir. Bunun nasıl bir yasa olduğunu ve yasanın ne dediğini sadece AKP bilmektedir.

Bugün 28 Şubat yargılanırken, AKP tarafından yasayı yanlış yorumladığı tespit edilen kişiler mahkûm ediliyor. 28 Şubat sorgulaması geniş kapsamlı ve demokrasi hukukuna dayanan etik/politik bir sorgulama olabileceği yerde, dar bir grup kişinin öznel, iradi eylemlerinin cezalandırıldığı, yasal/cezai bir dava oluyor. AKP yasalara dokunmadığı, yasaların demokratik içeriğini sorgulamaya açmadığı için, ancak ve ancak kişilerle; o da yasayı ihlal ettiğini düşündüğü kişilerle mücadele ediyor. Ordunun siyasete ve hükümete müdahalesi kişiselleştiriliyor; o da AKP’nin belirlediği kişilerle kişiselleştiriliyor. Necmettin Erbakan’ın onayladığı gizli genelge, Tansu Çiller’in attığı imza, Tansu Çiller’in sözüyle ikna olan Meral Akşener[8], Mesut Yılmaz’ı görevlendiren Süleyman Demirel, Süleyman Demirel’in verdiği görevi kabul eden Mesut Yılmaz görmezden geliniyor. Refah-Yol hükümeti ve bir bütün olarak o dönemin parlamenterleri sorumluluktan arındırılıyor; üstlerine büyük harflerle “demokrasi mağduru ve kahramanı” yazılıyor.

AKP’nin yasalara getirdiği yorumu bir başka yorumdan “daha doğru” kılan (28 Şubat’ı “siyasete müdahale”, 27 Nisan’ı “siyasete yaklaşım” yapan) içeriğe dair hiçbir şey yoktur. Sadece bu yorum, yorum sahibinin gücüne, yani iktidara sahiptir. Bu gücün en başında da şiddet tekeli gelir. Zira bütün diğer yorumların aksine AKP’nin yasalara dair yorumu, polisin topladığı delillerle desteklenir; polisin tutukladığı sanıklarla işlerlik kazanır. Öyle ki polis, AKP’nin yorumunu destekleyen ve milyonlarca sayfalık iddianamelerin oluşmasına sebep olacak kadar delil toplayabilirken[9], başka bir yorumu destekleyecek delil bulamaz[10]. AKP 28 Şubat sürecini yasalara getirdiği işte bu öznel yorum temelinde ve polis gücüne dayanarak yargılar.

Yasaların hukuka ve demokrasiye ne derece uygun olduğu sorgulanmadan yapılan siyasi yargılamalar, iktidar sahibinin yasaları yorumlayışına dayanır. Yasanın ne dediğini ve ne demediğini sadece iktidar sahibi bilir ve söyler durumdadır. Öyle ki yasa ile iktidarın iradesi ayrılmaz hale gelir. Yasa, iktidarın iradesini seslendirir; iktidar ise yasaların diliyle konuşur. Bu durum, anayasal bir demokrasi ve yasal bir sistem içerisinde, iktidarın keyfi yönetimine ve “polis devletinin” doğmasına müsaade eder. Bugün bu iktidar AKP’dir. Sadece 28 Şubat davasında değil, son beş yılda yapılan tutuklamalar ve açılan siyasi davalarda AKP, yasaları keyfiyete varan bir serbestlikte yorumluyor; muhalifi olarak gördüğü hemen hemen her kişi ve örgüte yargı yoluyla saldırıyor. Bu yargılamaların arkasında ise giderek yerleşik hale gelen bir polis devleti duruyor.


[1] Bu yazıda, 28 Şubat sürecinde sivil toplumda, medyada ya da üniversitelerde yaşananlara değinilmeyecektir. Yazının odak noktası, 28 Şubat’ın devlet teşkilatı içinde ve devlet iktidarını kullananlar üzerinde yarattığı etkidir.

[2] Ocak 2012’de ilk suç duyurusunda bulunan HAS Parti oldu.

[3] Genelkurmay eski ikinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir’in ve 12 Eylül askeri müdahalesi çerçevesinde sorgusu yapılan eski Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren’in savunmaları bu yöndedir. Bkz. Hasan Cemal, “28 Şubatları tarihin çöplüğüne atmak için...”, 17 Nisan 2012, milliyet.com.tr.

[4] İnsel, A. (1997). “MGK Hükümetleri ve Kesintisiz Darbe Rejimi”, Birikim, Sayı 96, s. 17

[5] Devellioğlu, F. (2007). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ankara: Aydın Kitabevi, 24. Baskı

[6] MGK anayasal bir organdır ve meşruiyetini anayasadan alır.

[7] 9 Haziran 2011, ntvmsnbc.com

[8] 16 Nisan 2012, aksam.com.tr

[9] Ergenekon davası için bkz. Bora, T. (2012). “Çağdaş Hukukçular Derneği Genel Başkanı Selçuk Kozağaçlı ile Söyleşi: Olağanüstü Yargı Rejimi ve Polis-“Elastik ve Yapışkan bir Ağ” ”, Birikim, Sayı. 273

[10] 17 Ocak 2012 tarihinde Hrand Dink cinayeti davası için İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin verdiği kararın gerekçesinde, cinayetin örgüt ile bağlantısına dair delil bulunamadığı belirtilmiştir.