Kürtlere ve Diğer Muhaliflere Uygulanan Yeni Şiddet: Teknolojik Gözetim ve Suç İnşası

1.

Haziran ayının ilk haftası itibariyle, KCK davasında yeni tutuklamalar gerçekleşti. Resmi rakamlara göre 1100, BDP’nin verdiği rakamlara göre 7000’i aşan tutukluların arasında şimdi de sağlıkçılar, doktorlar, tıp öğrencileri ve Van Belediye Başkanı dahil yine Kürt siyasetçileri var. Bu tutuklamalara ilişkin iddianamelerin hazırlanması ne kadar sürecek bilmiyoruz elbette ama daha önceki üç dalganın iddianamelerine bakarak tahminlerde bulunmak mümkün. Uzun bir KCK tarihçesi, varsa gizli tanık beyanları ve telefon konuşmaları, ortam dinlemeleri (genellikle BDP il ve ilçe binalarında yapılan), kimi fotoğraflar, sanıkların bilgisayarları ve flashdisklerinde bulunan dosyalar, sanıkların online hareketleri, sosyal medya mesajları ve dahası telefon rehberlerindeki isimler, not defterlerindeki kendi içinde mana içermeyen, iddia makamlarının anlamını “çözdükleri” şifreli mesajlar. Bütün bunlar ardı ardına konduğunda zaten bir kaç bin sayfalık iddianameler oluşmuş oluyor. Hemen hepsi gelişmiş gözetleme teknik ve teknolojileriyle toplanmış, Terörle Mücadele Kanunun olanaklı kıldığı delil toplama konusundaki rahatlıkla elde edilmiş teknolojik “deliller” ya da başka deyişle, Selçuk Kozağaçlı’nın Tanıl Bora’ya (sayı 273) verdiği röportajda söylediği gibi teknolojik kriminalizasyon neticeleri. Bu deliller nasıl toplanıyor, ne kadar hukuki yolla veriler elde ediliyor, veri toplama yönteminin denetimi nasıl yapılıyor soruları çok can alıcı, ama ancak halen çok küçük bir grup tarafından dile getiriliyor. Son bir kaç yılda, CHP dahil muhalefet partilerinden milletvekillerinin telefonların kanunsuz dinlenmesiyle ilgili soru önergeleri olmasına karşın, dahası İçişleri Bakanı meclis kürsüsünde BDP milletvekillerinin telefonlarının dinlendiğini beyan etmesine karşın, bu teknolojik gözetim mekanizması ve onun delil oluşturma, suç inşa etme görevi ne yazık ki yaygın biçimde tartışılmıyor. Bu sessizliği sorunsallaştıran kişilerin pek çoğu da, mevzuyu basının ve toplumun üzerindeki baskıyla, ifade özgürlüğünün kısıtlanmasıyla açıklıyor. Bu beraberinde şöyle bir önermeyi getiriyor: toplanan delillerin esasen delil sayılmayabileceği, delillerin hukuka uygunsuz biçimde toplanıldığı bilindiği halde, hapsedilme ve/veya işten atılma gibi korkular nedeniyle basın çalışanları dahil pek çok kişi sessiz kalıyor, biat ediyor. En azından bu sinisizmin altını çizen görüş, mevzunun sorunsallaştırıldığı alanlarda rağbet görüyor. Ben bunların kuşkusuz etkisi olduğunu düşünmekle birlikte, başka bir noktaya dikkat çekmek istiyorum, o da şu; delillerin teknolojik yöntemlerle toplanıyor olması ya da delillerin teknolojik olması, toplanan data ne kadar mundan ve banal bilgiden oluşursa oluşsun, suç şüphesini perçinleyebiliyor ve suçun olduğuna dair kanaat oluşturabiliyor. Dahası teknik ve teknolojiyi iyi bildiği hissiyatını veren kolluk kuvvetleri eleştirilmekten çok takdir edilen bir kurum gibi görülebiliyor. Benzer bir düşünceyi, sözünü ettiğim Birikim sayısında Selçuk Kozağaçlı da dillendiriyordu; hakimin peşin hüküm vermediği (ya da vermeyeceği) durumlarda bile tamamen teknolojik delillerle doldurulmuş dava dosyalarının suç isnat edilen hakkında güçlü bir şüphe oluşturabildiğini ve neticede kararın iddia makamının arzusu lehine çıkabildiğini anlatıyordu. Bu şüphe ve teknolojik delilin hakikati ortaya çıkarabileceğine dair inanç basın çalışanlarında, hukuk kurumunu oluşturan insanlarda ve çeşitli halk kesimlerinde karşılık bulabiliyor.

Bir süredir, denetimin ve direnişin teknolojik boyutu üzerine derinlemesine görüşmeler yöntemiyle araştırmalar yapıyorum. Teknolojik denetim ya da gözetleme mekanizmasından en çok etkilenen muhalif kesimlerle görüşüyorum ve bunun yanında farklı sınıf, yaş, cinsiyete sahip telefon kullanıcılarıyla, bir grup akademisyen arkadaşla birlikte telefonun sosyal tarihini anlamaya yönelik sözlü tarih çalışması yapıyoruz. Gözlediğim(iz) net bir gerçek var, politik davranışı muhalif partiye oy vermekle sınırlı olan genç, yaşlı, eğitimli, eğitimsiz,emekli, çalışan, kadın, erkek ve trans kimlikler dahil önemli sayıda insan, telefonlarının dinlendiğini ya da her an dinlenebileceğini düşünüyor. Bundan kuşku ve korku duyuyor, çoğunlukla böyle bir korkunun yaratılmasından şikayet ediyor ama söz konusu “terörün” engellenmesi olduğunda, her türlü denetimi meşru bulabiliyor ve teknolojiyle elde edilmiş “delili” doğru ve hakiki kabul etmeye meyil edebiliyor. Söz gelimi, İstanbul’da yaşayan emekli bir kadın öğretmen, telefonunun konuşurken cızırdadığını, bazen telefonu açtığında başkasının da açtığını hissettirecek bir ses duyduğunu söyleyip, kendisinin seküler hayat tarzı yüzünden dinlenebileceğini düşündüğünü öfkeyle anlatırken ekliyor “devletin terörü engellemesi için telefonları dinlemesi gerekiyorsa, dinlesin tabii ama herkesin değil”. Tam da böyle bir söylemle rasyonelize ediliyor zaten günümüz gözetim mekanizmaları. Bu mekanizmadan kastım, akışkan, hayatın her anına sızan, mahrem ve özel hayat sınırları tanımayan, söylem üretme pratiklerini zapturapt altına alan, her an her yerde tüketiciyi ve vatandaşı izleyen, takibini yapan, kaydını tutan yeni teknolojilerle mükemmelleşmiş gözetleme mekanizması. İktidarın dilinde bu mekanizmayı etkin kullanmak suçun oluşmadan engellenmesi için şart. Başka deyişle, teknolojik denetim sadece suç oluştuktan sonra değil suç oluşmadan önce yani suçu tahmin etmek, öngörmek ve engellemek için kullanılıyor. Hele de suç terör olarak tanımlandıysa, ki terörün ve teröristin tanımının sadece iktidar tarafından sürekli değişen zeminde ve yeni hukuk rejimiyle çok geniş bir muhalif (eğer KCK’nin 7000’i aşan aktif üyesi varsa, dünya güvenlik devi Pentagon’un üçte biri kadar büyük bir örgüt demektir) kitleyi içerebilecek şekilde düzenlenebildiğini biliyoruz (bkz. Brikim’in 275. Sayısı), terör suçu oluşmadan engelleyecek her türlü yöntem mübah sayılabiliyor. Alman sosyolog Ulrich Beck’in 11 Eylül saldırısından sonra kaleme aldığı “World Risk Society” (Dünya Risk Toplumu) adlı makalesinde ifade ettiği gibi, ekonomik gücünü, politik erkini ve toplumsal kontrolü risk üreterek sağlayan dünya risk toplumlarında risk küresel, uluslararası ve ulus aşırı olarak tanımlanıyor, böylelikle terör kavramı genişliyor, genelleniyor, basitleşiyor ve paradoksal olarak kontrol edilemez risk olarak zaptırapt atına alınmaya başlıyor. Öyle ki, gelinen noktada herkes teröre bulaşmış olabilir; terör, akademik üretimlere, ana akım dahil basın yayın organlarına, yasal zeminde gelişen siyasete, öğrenci eylemlerine, gündelik konuşmalara, Facebook duvarlarına, kıyafetlere, öğrenme ve bilme merakına, hatta duygunun ve vicdanın alanına bile sızmış olabilir. O kadar büyük, o kadar sıradan görünümlü, o kadar kucaklayıcı ve o kadar basit olabilir. Bu tanımı sürekli genişleyen ve basitleşen terörü engellemek, sonuç üretmeden yok etmek üzere de hayatın her anına sızan bir denetim mekanizması kullanılmalı: Dijital teknoloji.

2.

Modern toplumların denetimi üzerine konuşulduğunda hemen akla Panoptikon ve Sinoptikon kavramları gelir. İlki Foucault’nun, hapishane, okul, fabrika vb gibi mekan ve kurumlarda işlevselleştiğini düşündüğü, az sayıda kişinin çoğunluğu gözetlemesi ve o çoğunluğun da gözetlendiği bilinciyle kendilerini gözetleyen iktidarın söylemine uygun biçimde disipline etmesi; diğeri ise, Mathiesen’in özellikle televizyonla işlevselleştiğini iddia ettiği çoğunluğun az kişiyi izleyerek, kendini o az kişinin söylemine uygun biçimde disipline etmesi. Modern ötesi, sonrası ya da ultrakapitalist çağda başka bir denetim mekanizması daha var. O da, çok merkezli, akışkan, gündelik hayatın her anına sızan elektronik ve dijital gözetim. Batılı kimi teorisyenler, iddialarının hep evrensel olduğu ilüzyonuyla modern ötesi, tamamen teknolojikleşmiş kontrol mekanizmasının modern öncüllerinin yerini aldığını savunurlar. Oysa, Türkiye’de olduğu gibi pek çok başka toplumda bu üç mekanizma uyumlu bir biçimde birbirine hizmet ederek çalışır.

Denetimin en çok berraklaştığı Kürt toplumunun yaşam pratiklerine baktığımızda hemen ne demek istediğim anlaşılabilir. Mesela, Kürtler halen okulda, mahkemede, hapishanede, devletle ilişkiye girdiği her yerde annesinin dilini değil, kendisine devletin söylemiyle birlikte öğrettiği dili konuşmak zorundalar. Bunu zorunlu kılan ise, kurumlarda vücut bulan panoptik denetim mekanizması. Kürtler aynı zamanda Türkiye televizyonlarında konuşan değil, konuşulan, söylem üreten değil söylem üretilen ve hatta yasal zeminde seçtiklerinin dahil kendi kimliklerinin terörle özdeşleştirilmiş temsiliyle karşı karşıyalar. Tersten söyleyecek olursak, Türkler de kendi dilini konuşan televizyonlarında, söz sahibi az kişinin ürettiği söylemle tanıdıkları, bildikleri, fikir ve duygu oluşturdukları Kürtlerle karşı karşıyalar. Sinoptik kontrolü kuran televizyon (ve diğer kitle iletişim araçları) tıpkı panoptik kurumların yaptığı gibi bir şeyi daha belletiyor denetlediği topluma: teknik ve teknoloji Türkiye’nin modern olmasının ve olamamasının, geri kalmışlığının ve ilerlemesinin, savaşların kazanılmasının ve kaybedilmesinin, sınıfsal hareketin ve haraketsizliğin, güvenliğin ve güvenliği tehdit eden risklerin temel müsebbibi. İlerleyeceksek, kazanacaksak, batıyla tarihsel olarak açılmış zaman farkını kapatacaksak, küresel ekonomiye merkezinden bağlanacaksak, gelişeceksek, sınıfsal hareketlilik yaratacaksak, toplum ve birey güvenliğini sağlayacaksak, tekniği ve teknolojiyi iyi kullanacak, üretecek ve hayatın tüm alanlarına doğru biçimde entegre edeceğiz. Kurulan bu teknoloji miti beraberinde hem devletin elektronik gözetleme mekanizmasını kurmasına ve işlevselleştirmesine hem de toplumun cep telefonu, internet gibi teknolojilere melankolik bir iştahla ve tutkuyla sarılmasını getiriyor.

BTK 2012 verilerine göre, Türkiye nüfusunun %95’i cep telefonu, hanelerin %50’si internet kullanıcısı. Aynı zamanda bu kullanıcılar, kendilerinin her an takibini mümkün kılan T.C Kimlik numaralarına, borçlarını ödeyip bitiremedikleri kredi kartlarına sahipler[1]. Yani başka deyişle, tüketiciler ve vatandaşlar kendi gözetimlerine kısmen kendi arzularına bağlı olarak kısmen de zorunlu olarak katılıyorlar. Türkiye polis devleti de kendi alanında özgürce iş yapmasına izin verdiği ulusal ve uluslararası şirtketleriyle birlikte bu teknolojilere kayıtlanan tüm dataları izleme, kaydetme ve tasnif etme teknik ve teknolojisine sahip. Tüm bu teknolojik ve toplumsal imkanlar, Amerika’nın 11 Eylül saldırısından sonra yürürlüğe soktuğu “Yurtseverlik Yasası”, Türkiye’nin Amerika’nın izinde “Terörle Mücadele Yasası” örneğinde görüldüğü gibi özgürce iletişim sağlama, özel hayat ve mahremiyeti korumaya ilişkin insan haklarını gasp eden ve bu gaspın terörle mücadele söylemiyle rasyonelize edildiği hukuk düzeniyle desteklendiğinde, iktidarların sadece muhalifleri değil tüm toplumu teknolojik denetim altına almasına olanak tanıyor. Bedenleri ve onların hareketlerini kontrol edilebilir, manipüle edilebilir, kesip yapıştırılmak suretiyle yeni hayat hikayeleri oluşturabilir datalara çeviren dijital teknolojiler, muhalif avına niyetlenen iktidarlar için bulunmaz bir fırsat sağlıyor. Toplumsal hayalin alanında, esasen bedenlerin ve hareketlerinin (ki bunlar da teknolojiyle ilişkide değişir, başkalaşır) simülasyonu olan bu datalar, manipüle edilmiş -örneğin sayısallaştırılmış, kodlanmış, kodlanırken değişmiş ve bozulmuş, dahası kesip yapıştırılmış - malümatlar olarak değil de, bedenin, düşüncenin, hareketin, niyetin bilgisini, insan usunun dahi kavrayamayacağı bir berraklıkta ve şeffaf bir biçimde gösteren ve yansıtan bilgiler olarak algılanabiliyor. Oysa, telefonla konuşurken de, Facebook duvarına yazarken de, tweet mesajları atarken de, yani tüm bu sanal diye nitelendirilen dünyada biz kendimizden başkalaşır, değişir, olamadığımız oluruz. Zaten en çok da bunun için, bu başkalaşım için kullanılırız bütün bu teknolojileri. Bu teknolojilerin aracılığıyla ürettiğimiz söylem ve pratiğin kaydı tutulduğunda, izi sürüldüğünde, datalar haline geldiğinde elde edilen teknolojik performansın simülasyonudur, başka bir şey değil. Yani başka deyişle, Facebook duvarına PKK’li fotoğrafını koyan biri, örgütle ilişkisi olduğu için değil, Facebook arkadaşlarının gözlerinin önünde politik bir performans üretmek istediği için o fotoğrafı koyar, büyük ihtimalle. Ama hep hegemonik iktidarın söylemiyle örülen toplumsal hayalde, performansın yerine hakikat; teknolojinin manipülatif etkisinin yerine de faninin algılayamayacağı hakikati ortaya çıkarma kudreti konur. Böylelikle de, terörist ya da terör mekanı diye gözetimi yapılan siyasi parti ya da milletvekili de olsa ve her ikisinin de teknik takibi kanunen mümkün olmasa da, teknolojik gözetim sinoptisizm mekanizmasında hızla rasyonelize edilir, normalleşir ve sıradanlaşır.

3.

Özellikle son bir kaç yıldır Kürtlere ve diğer muhaliflere uygulanan devlet şiddeti, yukarıda açıklamaya çalıştığım üç denetim mekanizmasının mükemmel uyumlu çalışmasıyla vuku buluyor. Gerek panoptik denetim mekanizmasıyla işlevselleştirilen ve belletilen söylem, gerekse politik kültürü oluşturan medya mesajlarında üretilen Kürt’ün terörle özdeşleştirilmesi, terörün ise kontrol altına alınamaz risk olarak sunulması teknolojik gözetimle ve dahası suç insaşıyla birleşiyor. Ulrich Beck’in dikkat çektiği gibi terörün kontrol edilemez bir risk olarak anlatı bulması kendi içinde bir paradoksu barındırıyor. Paradoks şuradan kaynaklanıyor; risk temel olarak kontrolü mümkün ve gerekli olan tehlike olarak tanımlanır. Risk toplumlarında, iktidarın başarısı da, tanımladığı risklerin kontrolüyle mümkün olur. Ama günümüz dünyasında terör dağılmış, yapışkan, en sıradanın ve meşru görünenin ardına gizlenmiş kılındıkça, tanımlanması ve kontrolü zor bir mit gibi işlevselleştiriliyor ve ancak onun kadar dağınık, yapışkan, banal ve kudretli bir başka güç tarafından kontrol edilebilir kılınıyor. Bu minvalde tanımlanan (ve bir türlü tam tanımlanamayan) terörü alt edebilecek, ortaya çıkarabilecek, terör hakikatini sıradan insanın anlayabileceği hale getirecek olanın teknik ve teknoloji olduğu düşüncesi yaratılıyor. Terörün ve teknolojinin böylesi mitleştiği şüphe ve korku ikliminde, legal ya da keyfi, teknolojik olarak toplanan manasız datalar aniden suçun delili haline gelebiliyor ve sinoptik alanın mutlakiyetçi söylemiyle de delillerin kesinliği ortaya konuyor. KCK davalarının iddianamelerine bakıldığında karşımıza çıkan şunlar: gizli tanık beyanlarının dışında, ortam dinlemelerinden, telefon tapelerinden, fotoğraflardan, e-posta mesajlarından elde edilen malumat ki bunlar çoğunlukla gündelik hayat iletişimi, organizasyonu, kimi zaman dedikodu, ironi, kısa anlara sıkıştırılmış meşru zeminlerde de ifade edilen politik eleştiriler ve kimi zaman eylem planları. Hiç gözaltına alınmamış, hakkında hiç (belki de henüz mü demeliyim) dava açılmamış bir Kürt internet aktivisti görüşmemizde bu dava dosyaları ve delilleri hakkında konuşurken, “eğer o konuşmalar falan terör suçuysa, bence bütün Kürtleri koysunlar hapishaneye” diyordu, terör suçu diye atfedilenin yaygınlığını ve banalliğini anlatmak için.

Çoğunlukla delil olarak sunulan teknolojik datanın sıradanlığının apaçık ortaya çıkabildiği kimi durumlarda da başka bir mekanizma devreye giriyor: sıradanın şifreli mesaj olma ihtimali. Örneğin “37 B siyah” gibi bir SMS mesajı, bir sütyeni tarif etmenin çok ötesine geçip bir patlayıcı tariflemeye, telefon konuşmasında geçen “pekmez getir” ifadesi, sıvı patlayıcıyı anlatmaya başlıyor, “eyleme gidelim bu akşam” mesajı Eylem diye birinin olma ihtimalinin imkansızlığına karar verildikten sonra molotof kokteyli atılan eylemi tanımlar hale kolaylıkla gelebiliyor. Ve bütün bunlar polis ve yargının teknik takipteki ustalığının, teknolojinin ruhunu iyi kavramışlığının, suçu oluşmadan engelleme konusundaki teknik başarısının, teknolojik şifreleri çözme konusundaki uzmanlığının gösterenleri olabiliyor, sinoptik alanın içinde. Kanunlar, telefon gibi kişisel iletişim araçlarının takibe alınmasını, delile başka türlü ulaşılamaması ön koşulunu getirerek imkanlı kılmış; fakat fiili durumda gözlenebilen, delilin olmadığı koşullarda delil üretme, suç inşa etme mekanizmasının aracı gibi çalışabildiği. Ve bu pervasız ve çoğunlukla yasadışı çalışan gözetim mekanizması, gözetimin yaratılan korku ve şüphe ikliminde rasyonelize edilmesini ve tüm bunların yanında teknolojik suç inşasını, Kürtlerin ve muhaliflerin bugüne dek gördükleri şiddetin ve baskının belki de en korkuncunu tarifliyor. En korkuncu diyorum çünkü, bugün teknolojiyle mükemmelleşmiş denetim mekanizması ve suç oluşturma stratejisi görünmez, tahmin edilemez, rutinleşmiş, olağanlaşmış ve ürkütücü biçimde manipülatif. Denetimin etkisi sadece tutuklanan ve ceza evinde tutulanların üzerinde değil, belki de onlar daha özgür, dışarıda olanların yaşadıkları deneyim, 80’li yılların mahrem alanlarda Kürtçe konuşma yasağının olduğu dönemden bile daha baskıcı; Kürtçe ya da Türkçe konuşamamak, iletişim kuramamak, her an sadece izleniyor olmak da değil, izlenmenin sonucunda neyle suçlanabileceğini bile bilememekle örülüyor. Diyarbakır’da görüştüğüm bir gencin ifade ettiği gibi, “nefes alamamak gibi, ama ölüm gibi de değil, bir türlü içinden çıkamadığın bir kabusa hapsedilmek gibi…”


[1]Türkiye’de Dijital Gözetim için kapsamlı bir okuma için bkz S. Arslantaş-Toktaş, M. Binark, E. Ş. Dikmen, I.F. Fidaner, E. Küzeci ve A. Özaygen, Türkiye’de Dijital Gözetim: T.C Kimlik Numarasından E-Kimlik Kartlarına Yurttaşın Sayısal Bedenlenişi, İstanbul: Alternatif Bilişim Derneği, 2012.