Başbakan kızlı-erkekli öğrenci evlerini tartışmaya açarak, istemeden de olsa hayırlara vesile oldu. Bu otoriter atak, bir yandan siyasi iktidarın Gezi sonrasındaki kriz halini açığa çıkarırken diğer yandan kadın bedeninin ve cinselliğin denetimi gibi “hardcore” bir feminist konuyu ülkenin bir numaralı gündemi haline getirerek, bir karşı-atak zemini yarattı. Ben bu yazıda, bu tersten politikleştirme atağını nasıl lehimize çevirebileceğimize dair bazı görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
Tartışmanın iki farklı ve bağlantılı düzeyde ilerletilmesini gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak, bu tartışmayla ortaya konulan sorun, hiç kuşkusuz Gezi’den sonra ve şimdi seçimlere doğru yaklaşırken bir kez daha netleşen, “AKP iktidarı” sorunudur. Çok tartışmalı ve çetrefil olan bu soruna dair burada sadece doğrudan konuyla ilgili gördüğüm birkaç temel tespit yapmakla yetineceğim.
Erdoğan’ın “kızlı-erkekli” son çıkışı büyük ölçüde AKP’nin Gezi sonrası içine girdiği türbülansın işaretidir. Bu türbülansta partinin şimdilik bulduğu yol, partinin ayırdedici kimliğini vurgulayan unsur olarak muhafazakâr değerlerin öne sürülmesidir. Öyle görünüyor ki “medeniyet” ve “hars” ayrımı üzerinde temellenen sağ düşünce, bir kez daha “medeniyet” konusunda sıkıştıkça “harsa” yükleniyor. Ve her zaman olduğu gibi “hars” yani “bize ait olan kültürel öğe” asıl olarak kadın ve aile üzerinden kurgulanıyor. Hükümetin ekonomi alanındaki hamleleri ülkeyi beklendiği gibi huzura kavuşturmayıp, tersine AVM eksenli kentsel dönüşüm ısrarı üzerinden büyük bir toplumsal ayaklanma patlak verince ve ayrıca siyasal alana dair demokratikleşme vaatleri tutulmayınca, geriye kala kala arkaik bir kültürel siyaset alanı kalıyor. Bu alanda giderek sıklaşmaya başlayan ataklar, bazılarına seçime yönelik bir hamle, belki de gündem kaydırma çabası olarak görünebilir. Oysa burada bir süredir iktidarın aştığı eşikler sorunu ve yönetsel karakterinde aşırı bir genişleme yönelimi var ki bu sorun kendi başına ve çok boyutlu tartışılmayı hak ediyor.
“Kızlı-erkekli” otoriter atağın Gezi ile daha doğrudan bir ilişkisi de kurulabilir. Başbakan’ın atağının ardından başka iktidar figürlerinin söyleminde ve izleyen günlerdeki uygulamalarda öne çıkan “terör” bahsinin araya karışması hiç de tesadüf değil. Başbakan’ın ısrarla öğrenci evleri sorununun “kızlı-erkekli” yönlerine dikkat çekmesine karşın, onu tevil etmek isteyenlerin “terörden” söz etmeleri ilk başta herkesin kafasını karıştırdı. Bana kalırsa bu tuhaflık, daha çok kısa bir süre önce “kızlı-erkekli” gençliğin öne çıktığı büyük bir isyanla sarsılan muhafazakâr bir yöneticinin zihninde bazı arkaik çağrışımların güçlü biçimde ortaya çıkmasıyla açıklanabilir. Bu muhafazakar zihinde isyan, hareket, özgürleşme, ihlal ve kaos gibi kavramlar kaçınılmaz olarak serbestlik, cinsellik ve cinsel özgürlük çağrışımı yapmaktadır. Dolayısıyla Erdoğan’ın, öğrenci evlerine dair “buralarda nelerin olduğu belli değil, karmakarışık, her şey olabiliyor” derken tam da böyle bir zihinsel çağrışımla konuşuyor olması muhtemeldir. Ancak elbette ki bu, basit bir muhafazakâr refleks olmanın ötesinde, Gezi sonrası özellikle öğrenci gençliğe yönelik baskıların artırılması iradesinin de bir göstergesidir.
Sonuç olarak bu otoriter atak, AKP iktidarı açısından ciddi bir krize işaret ediyor. Bu krizde AKP’nin kendisini ülkeyi sonsuza kadar yönetecek bir güç olarak mı yoksa kendi özgün muhafazakâr kimliğini koruyarak siyasi varlığını sürdürecek bir siyasi hareket olarak mı tahayyül ettiği sorusu önem kazanıyor. Sorunun acilen yanıtlanması gerekiyor, çünkü son dönemlerde sergilenen muhafazakâr-otoriter-devletçi pratiklerle Türkiye’yi yönetmenin mümkün olmadığı, bu gidişatın yönetim krizini derinleştirmekten başka işe yaramayacağı açık olarak görülüyor. Yani AKP’nin hem bu şekilde devam etmesi hem de yönetsel gücünü koruması mümkün değil. Sonuçta AKP kendini sürüklediği bu çıkmazda şu ikilemle karşılaşıyor: Ya sonsuza giden yönetsel iddiasından vaz geçecek ya da kimliğinden. Ancak öyle görünüyor ki bu ikisinden de feragat etmek istemediği için sürekli bir kriz durumunun yaratıcısı ve sonunda da kurbanı olacak.
İkinci olarak bu tartışmada ortaya konan sorun, asıl olarak kadın bedeninin ve cinselliğin denetimiyle alakalı “hardcore” bir feminist sorundur. Bir feminist olarak, bu sorunun sadece özel hayata müdahale tezinin ötesine geçen feminist bir perspektiften ele alınmasını çok önemli görüyorum. Elbette Başbakan’ın çıkışına dair şimdiye kadar yapılan feminist değerlendirmelerde buna çoktan işaret edildi ve temel şeyler söylendi. Ancak hem liberal özel hayat savunusunda hem de çoğu feminist değerlendirmelerde temel bir hata ya da en azından eksik olduğunu düşünüyorum. Nedense Başbakan’ın açtığı Pandora kutusunun içine bakmaya pek tenezzül etmiyoruz. Daha çok kendimizi, Başbakan’a “Sana ne? Sen kendi işine bak” derken buluyoruz. Böyle açık bir özel hayata müdahale girişimi olduğunda siyasetin sınırlarının hatırlatılması en doğal şey hiç kuşkusuz. Ancak burada bile özel hayatın mahremiyeti savunusunun Türkiye toplumunda güçlü bir ilke olup olmadığı, ya da olduğu kadarıyla gücünü nereden aldığı, ahlakçı-otoriter atakların destek bulma ya da itiraz görme potansiyelinin ne olduğu gibi sorular sorulmadan kalıyor. Öte yandan özel hayat denen alanı hep politik bir alan olarak gören feminizm de kutunun içindekileri görmekte ya da yorumlamakta zorlanıyor. Bence şimdi tam da bunu yapmamız gerekiyor.
Erdoğan’ın müdahalesiyle açılan yarıktan görünen “karmakarışık şeyler” üzerine düşünmek ve bunun politikasını örgütlemekten kaçarsak, elimizde kalan sadece zayıf bir özel hayat savunusu olacaktır. Özel hayatın önemsiz olduğu ya da korunması değersiz bir şey olduğunu söylemek istemiyorum elbette. Tam tersine, bu tür ağır muhafazakâr-otoriter ataklar karşısında sadece liberal değerlerle direnmenin kolay olmadığını; bir taraftan toplumda muhafazakâr-ataerkil değerlerin güçlendiğini kabul eder ya da varsayarken bir yandan da bu değerlerin kamusal alana yansımamasını beklemenin gerçekçi olmadığını düşünüyorum.
Birçokları, haklı olarak 2013 Türkiye’sinde bu tür konuların siyasi tartışma konusu olmasından hicap duyuyor. Seks kasetleri skandalında ve sonra kürtaj konusunda olduğu gibi, bu olayda da bir kez daha özel hayatın mahremiyeti savunuluyor ve bu ihlalin hukuk dışılığına işaret ediliyor. Neyse ki bu hak ve hukuk söylemi çok da etkisiz değil. Nitekim Erdoğan’ın aşırı söylemini yumuşatmak için, bazı AKP kadroları konunun sadece ve sadece özel hayatın mahremiyeti ve hukuk çerçevesinde ele alınacağını konusunda bize garanti vermek zorunda kaldılar. Bu tartışmanın sadece ve sadece terör örgütlerinin kızlı erkekli gruplara eğitim verdikleri söylenen, aynı zamanda fuhuş yuvaları da olan kayıt-dışı mekanlar olarak öne çıkarılan yeni “apart otel” heyulasına bir çeki düzen vermeyle sınırlı tutulacağını müjdelediler. Muhtemelen Başbakan’ın “yasal düzenleme” dediği şey, gerçekten de sadece böyle bir şeyle sınırlı olacak. Yine de bu çaba Erdoğan’ın söylemindeki “fazlalığın” üzerini örmekte başarılı olamıyor. Çünkü Adana’da bir vali, orada burada bir başka yönetsel figür, demeç veren bir başka AKP’li, bir köşe yazarı, bir polis amiri, bir apartman yöneticisi ve durumdan vazife çıkaran bilmem başka kim üzerinden bu söylemsel doluluk ve aşırılık hali kendine yeni mecralar buluyor, yaratıyor.
Gerçekten mevzuata dair yapılabileceklerin bir sınırı olsa da (ki bu sınırlar da zorlanabilir elbette), Erdoğan’ın çıkışıyla Pandora’nın kutusu açılmış bulunuyor. Artık burada, sınırlı bir alanda değil, ülkenin en derin sinir uçlarının karmakarışık bir biçimde eklemlendiği derin Türkiye’nin sonsuz karmaşasına girmiş bulunuyoruz. Başbakan’ın istemeden yaptığı bu daveti kabul etmeli ve “karmakarışık şeyler” hakkında bildiğimiz her şeyi konuşmalıyız. Sorun şu ki bu alana dair gerçekte çok az şey biliyoruz. Ya da daha doğrusu bildiklerimiz çok genel geçer ve belki de artık geçerli olmayan şeyler, bir de sadece kendimize ve bize benzeyenlere dair şeyler. Ayrıca bu alanda ağırlıklı olarak ideolojiler üzerinden (çoğu zaman muhafazakâr varsayımlar ya da ister istemez bu varsayımları tersten pekiştiren varsayımlar) düşünüyoruz, dolayısıyla pek de iyi düşünemiyoruz. Bu da, otoriter-devletçi düzenlemelere yeltenenler karşısında gücümüzü zayıflatabiliyor. Bu yüzden öncelikle bu alana dair taze bir meraka ve politik bir dönüştürme şevkine ihtiyaç duyduğumuzu düşünüyorum.
“Bu alan” dediğim alan, güçlü bir ataerkil ve otoriter kültürün kıskacındaki bir toplumun son yirmi-otuz yılda hızla dönüşen dinamiklerinin ortaya çıkardığı büyük bir karmaşa arz ediyor. Burada bir yandan neo-liberalizmin etkileri, dinsellik, muhafazakârlık, sivil toplumun canlanışı, demokratik talepler, bireyselleşme, sekülerleşme, kent yaşamı ve tüketim kültürü ve her düzeyde artan beklentiler gibi dinamikler ile öte yandan belirginleşen ataerkil kriz, dönüşen aile ve toplumsal cinsiyet ilişkileri, kadın hareketi ve kadınların uyanışının yarattığı etkiler o kadar grift biçimlerde iç içe geçmiş durumda ki ortaya çıkan karmaşayı analiz etmek oldukça güç. Burada Türkiye toplumunun çok “muhafazakâr” olduğunu ve giderek daha da fazla muhafazakârlaşacağını söyleyenlere karşı, toplumun kendi içindeki çeşitliliğini ve çelişkilerini açığa çıkaran bir bakış açısı geliştirmek hayati bir önem taşıyor. Bir de, bu çeşitlilik ve çelişkinin sadece ve asıl olarak “bizler” ile “onlar” arasında bir yerle sınırlı olmadığını, çoklu olduğunu, farklı kesimleri kesen ortak duyarlıklar ve deneyimler olduğu gibi, her bir kesimi içerden yaran farklılıklar da olabildiğini unutmamak gerekiyor. Ayrıca özellikle de toplumsal cinsiyet ilişkileri, cinsellik, gençlik ve aileden konuşurken sosyolojik gözlemlerin yeterli gelmediğini, duygular, arzular ve bilinçdışı reaksiyonların ve elbette bireysel karakter farklarının da tabloyu daha da karmaşık hale getirdiğini eklemeliyiz.
Bana kalırsa bu alan “Türk aile değerleri ve muhafazakâr değerler” adı altında ele alınamayacak kadar büyük bir karmaşa ve çelişkiler içeriyor. Bunun hem tüm toplumsal alan hem her bir toplumsal kesim hem de her birey için geçerli olduğunu düşünüyorum. Elbette burada dindar, muhafazakâr olmak ya da olmamak, siyasi kutuplaşmanın o ya da bu yanında durmak, sınıfsal konumlar, genç ya da yetişkin olmak, kentte ya da taşrada yaşıyor olmak, kadın ya da erkek olmak, cinsel yönelim farkları vb birçok değişken etkili oluyor ve yaşam deneyimlerinde farklı türden çelişkiler yaratıyor. Ancak yine de bir bütün olarak baktığımda yaşam deneyimlerini çelişkili ve karmakarışık yapan temel dinamiğin şu olduğunu düşünüyorum: Bu dinamik, mevcut normlara ve muhafazakâr ahlakçı değerlere uygun yaşıyor”muş gibi” yaparak aslında bu normların altının oyulmasıdır. İnsanların duyguları, arzuları ile sınırlı yaşam deneyimleri ya da yaşam deneyimleri ve inançları arasındaki uyumsuzluklar ve çatışmalar artıyor. Yanılsamalar, kendi pratiği hakkında düşünmekten kaçınma, yalan, kendini ve başkalarını kandırma, gizli yaşantılar, sırlar, utanç, suçluluk duyguları bu deneyimleri sarmalıyor. Giderek artan bu uyumsuzluğun temelinde mevcut normların, değişen yaşam koşullarına, artan beklentilere ve yeni arzulara uyum sağlayamıyor olması yatıyor. Bu uyumsuzluk, yaşamın olumsallıklarına değer vermek lehine giderileceğine, hem normların yerli yerinde durduğu hem de bunların yaşam pratiklerine yön verme kapasitesinin azaldığı, ikili bir yapı ortaya çıkıyor. Özellikle kadınların ve gençlerin yaşama dair beklentilerinde ve arzularında belirgin bir artış gözleniyor. Erkekler ve yetişkinler ise çoğu zaman başarısız bir denetim hevesini sürdürmekle birlikte, aslen yeni olanın gücünü tanımaya ve uyum sağlamaya zorlanıyorlar. Ama bu uyum sağlama çabası, çoğu zaman, görmezden gelme, bilmiyormuş gibi yapma şeklinde tezahür ediyor. Sonuçta muhafazakâr normların ve değerlerin hızla geçersizleştiğine dair genel bir kanı toplumda yaygınlaşıyor. İnsanlar, ister istemez, yaşamın norm dışı biçimlerinin kendini dayattığı gerçeğiyle yaşamayı kabulleniyorlar. Başbakan’ın dilindeki “meşru yaşamlar- gayrı-meşru yaşamlar” ayrımı artık o kadar da kolay yapılamıyor. Çoğu yetişkin özellikle çocuğunun yaşamını izlerken, bir zamanlar norm dışı görünen yaşam tecrübelerinin giderek daha yakına geldiğine tanık oluyor, durumu kabullenmeye zorlanıyor. Norm dışına çıkma, bir yandan bir serbestleşme, özgürleşme, heyecan vaat ederken, diğer yandan da kişileri, özellikle genç ve kadınları, vicdan sorunlarına, kendini suçlamaya ve başkaları tarafından damgalanmaya ve şiddete açık hale getiriyor.
İçinde bulunduğumuz zamanda Türkiye toplumunun tüm karmaşasını, ikilemlerini, sıkıntılarını, ikiyüzlülüklerini, kaçış hatlarını, itaate zorlanmalarını, pragmatizmini, en iyi ve en kötü potansiyellerini sadece gençlerin hayatına olan yansımalarıyla bile olsa, eksiksiz olarak ortaya koyacak bir tablo çizmek pek mümkün değil elbette. Yine de bir başbakan çıkıp da bu kadar ahlakçı, cinsiyetçi ve otoriter bir atak yaptığında, tam da yapmak zorunda olduğumuz şey budur diye düşünüyorum. Elimizden geldiğince bu atağın nereden kaynaklandığını ve ne gibi bir potansiyeli olabileceği sorusunu yanıtlamaya çalışmalıyız ki uygun bir mücadele biçimi geliştirelim. Burada Başbakan’ın bu hamlesinin alttan gelen muhafazakar bir talepten kaynaklanıp kaynaklanmadığı ve devletin merkezinden gelen bu çağrının neden ve nasıl bir itirazla karşılaştığı gibi sorulara yanıt aramalıyız:
İlk soru: Başbakan bu atağa nasıl kalkışabilmiştir? Hep doğru bildiğini söyleyen, “tabiatı itibarıyla farklı bir siyasetçi” olması değilse, bunu açıklayan o halde nedir? Bazı Erdoğan yanlısı yorumcular, bu hamlenin seçimlere yaklaşmakta olan “usta” bir siyasetçinin muhalefeti ters köşeye yatıran “usta” işi bir atağı olarak görülmesi ve pek de önemsenmemesi gerektiğini (nasıl olsa bir yasal düzenleme yapılmayacak ki!) söylüyorlar. Başkaları ve özellikle bir takım AKP karşıtları ise bu durumu, on yıllık iktidar pratiğinin sonunda ülkenin nihayet şeriata doğru gittiğinin bir göstergesi olarak görüyor ve çok tedirgin oluyorlar. Bu iki karşıt görüş arasında ortaya konan kritik soru bence şudur: Bu hamle ne anlamda ve ne ölçüde “alttan gelen” bir talebi yansıtmaktadır? Önümüzdeki “aşırı” fenomen asıl olarak “devlet” katında mı “toplum” katında mı konumlandırılacaktır?
Ben, hem siyasi hem de toplumsal düzeydeki gelişmelere bakarak, her ne kadar son on yıllık muhafazakârlaşmanın etkisini göz ardı etmesek de, bu hamlenin asıl olarak “alttan” gelen bir talebe dayanmadığını, aksine Türkiye toplumunun taşıdığı karmaşayı indirgeyen ve küçümseyen bir hamle olduğunu düşünüyorum. Tam da bu nedenle bu hamlenin ters teptiği söylenebilir, çünkü laik kesimlerden büyük tepki çektiği gibi, beklendiği kadar muhafazakâr destek de elde etmemiştir. Erdoğan’ın kızlı-erkekli evler konusundaki muhafazakâr tepkisi ne kadar samimi olsa da “komşulardan ihbar geliyor, … Ondan sonra anne babalar devlet nerede diye feryat ediyor” derken hiç de samimi görünmüyor. Tersine burada açıkça komşuları ve anne-babaları korkutup kışkırtmak yönünde bir niyet açıkça seziliyor. Bu açıkça bir kötü niyettir ve toplumun muhafazakâr kesimleri üzerindeki etkilerini küçümsememek gerekir. Bu niyetin kışkırtabileceği bir sivil-faşizan potansiyel ne yazık ki vardır. Ve olduğu kadarıyla bile büyük tehlikedir. Ancak her şeye rağmen bu damarın toplumda zayıf olduğunu, daha fazla iç çatışmaya neden olmaksızın güçlenme şansının olmadığını, tersine buna karşı dinamiklerin çok daha güçlenmiş olduğunu bilmek, anlamak ve buna göre politika belirlemek gerekir. Daha açık söylemek gerekirse, bu atağın gücünün abartılmaması ve buna karşı dinamiklerin gösterilmesi önemlidir. Sonuçta Erdoğan’ın sivil topluma yönelik söylemi bence başarısız olmaya mahkûmdur.
Öte yandan bu mesaj çok daha etkili biçimde asıl yerine hızla ulaşmıştır, yani Valilik ve Emniyete. Böylece Erdoğan’ın son hamlesi bu partinin muhafazakâr-demokrat programı çerçevesinde ifade edilen ve partisinin benimsediği bir çıkış olmaktan çok, Başbakan’ın doğrudan kamu görevlisi olan kendi yandaşlarıyla işbirliği içinde giriştiği çıplak bir devlet zoru eylemi olarak görünmektedir. Burada vali ve polisin ne kadar ileri gideceğini hep birlikte göreceğiz. Elbette bu atak, ülkenin her yerinde aynı şiddette yankılanmayacak, büyük kentlerde, kentlerin farklı bölgelerinde ve taşrada farklı sonuçlara yol açacaktır. Yine de partinin ve geri plandaki muhafazakâr kitlenin ciddi bir desteği olmaksızın devlet aygıtının, toplumu giderek daha fazla kutuplaştıracak ve çatışmaya yol açacak olan bu tür uygulamalarda ileri gitmeleri pek mümkün görünmüyor. (Burada akla takılan bir soru, Başbakan’ın bu atağı ile cemaatin öğrenci evleri arasındaki nasıl bir ilişki var? sorusudur. Gerçekten de özellikle Denizli gibi kentlerde cemaat, yeni öğrenci kapmak için verdiği rekabette doğal bir sınıra dayanmış olabilir ki durum buysa alttan gelen bir baskıyı harekete geçirebilir).
O halde bir başka soru daha: Erdoğan’ın atağı neden toplumda güçlü bir yankı bulmamıştır? Türkiye toplumunun bu atağa karşı “korumaya” çalıştığı şey tam olarak nedir? Burada farklı ama ilişkili değişkenler işin içine giriyor. AKP’lerin, dindar-muhafazakâr kesimin ve daha geniş kesimlerin kutuplaşma siyasetinden duyduğu rahatsızlığı ya da iktidar çevrelerindeki pragmatizmi sayabiliriz elbette. Ancak öyle görünüyor ki Türkiye toplumumun geniş kesimleri bu hamleyi özel hayata yapılan bir devlet müdahalesi görmüş ve reddetmiştir. Ancak “muhafazakâr” olduğu söylenen bir toplumda tam da bu rahatsızlığın içeriğinin açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Bazıları muhalefetin gösterdiği tepkiyi ikiyüzlü buluyorlar. Onlara göre aslında “hiç kimse”, yani hiçbir “baba”, “kızının” erkeklerle kalmasını kabul etmezmiş ama sırf Başbakan dile getirdi diye buna karşı çıkıyorlarmış. Bence, Türkiye toplumunun uzun bir süredir içine girmeye zorlandığı muhafazakârlık batağında ikiyüzlülük geliştirdiği ve “mış gibi yapma”nın yaygın olduğu bir gerçektir. Ancak toplumun Başbakan’ın bu atağına karşı verdiği tepkiyi ikiyüzlülük olarak okumak kadar tehlikeli bir yorum olamaz diye düşünüyorum. Bu, açıkça bir insani ve demokratik gelişmişlik göstergesi olarak düşünülmesi gereken bir tutumdur ve asıl olarak insanların kendi değerleri ve ahlak anlayışlarına sahip olmaları ile bu değerlerin devlet eliyle başkalarına da dayatılması arasında temel bir fark gözettiklerine işaret eder. Daha basit bir ifadeyle söylersek, muhafazakâr değerlere sahip olmak ile faşist ahlak polisi uygulamasına destek vermek arasında (çok dayanıklı olmasa da) ciddi bir fark vardır ve Türkiye muhafazakârlığı da bu farka saygılı görünmektedir. Burada elbette feminist bir bakış açısıyla, “ne yani, devlet olmasın da aile-baba mı denetlesin, ne farkı var ki?” diye itiraz edilebilir. Nitekim Başbakan’ın çıkışına karşı bazı muhafazakârların, “ne münasebet, bir şey gerekiyorsa biz varız, ona ne oluyor?” şeklinde bir babalık otoritesini koruma refleksi göstermeleri beklenebilir. Kadınların, kız çocukların, gençlerin bedenleri, cinsellikleri ve yaşamları üzerindeki bu aileci-babacı ataerkil denetim hevesleri de elbette devlet otoritesi kadar yakıcı bir sorundur. Ancak burada sorun ataerkil baskı açısından aile ya da devleti tercih etmek sorunu değildir. Ayrıca bu ikisinin farklı düzeyler olduğunu görmek gerektiği gibi, ikisinin birleşik etkisinin çok daha ölümcül sonuçlar doğuracağına da işaret edilmelidir.
Ancak ben mevcut durumda Türkiye toplumunun Başbakan’dan esirgediği desteği anlamak için daha derine bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bence ahlak polisi önerisine karşı verilen yaygın tepkide “korunmaya” çalışılan değer, devlete karşı aile ve baba otoritesini koruma güdüsü, yani özel alanda ataerkilliğin savunusu değildir. Burada daha çok, ister muhafazakâr söylemde ifade edilsin isterse de daha doğrudan liberal özel hayat savunusu biçiminde ifade edilmiş olsun, derinde “korunan” ya da belki de “gizlenen” başka şeylerin olduğunu düşünmek gerekir. Başbakan’ın bu aşırı iktidar uygulaması hevesi, bizi tam da pek görmeye ve konuşmaya alışık olmadığımız “gizli” alanı görmeye zorladığı için önemlidir.
O halde burada devlet müdahalesinden “korunmaya” çalışılan şey tam olarak nedir? Bu soruya yanıt ararken burada sadece, amatör ve izlenimci bir anlatımla Pandora’nın kutusunun içindeki bazı parçalara ışık tutabilir, yani Başbakan’ın söylemindeki “karmakarışık şeyler” alanına dair birtakım fragmanlar sunabilirim.
Okuyan “kızlar”: Muhafazakâr, dindar ya da değil, tüm kesimlerden kızların okuma tutkusundaki artış, bu tutkunun çoğu zaman evden, baba otoritesinden, aile baskısından uzaklaşma arzusuyla tetiklenmesi, bazen bunun gerçekten “hayati” bir önem taşıması, annelerin kızların hayatlarının kendilerininkinden daha iyi olması için uyguladıkları gizli stratejiler, babaların bunlara ikna edilmesi (ya da çoğunun gerçekten de evlat sevgisiyle, kız çocuk sahibi olmanın çoğu erkeğe kazandırdığı “yumuşama” nedeniyle) kızını desteklemesi, tüm korkularına rağmen “git kızım” demeleri, kızların bu genç yaşında aileden uzak yaşamasının doğurabileceği “riskler” konusunda anne-babaların yarı-bilinçli olma halleri, çoğu zaman zayıf, yetersiz ve başarısız denetim çabaları, bir noktadan sonra bırakma halleri, görmezden gelmeler, “ben kızıma güvenirim” yanılsamaları ya da en azından “komşular akrabalar bilmesin”, “aile içinde kalsın” halleri, ara ara depreşen, kızın başına “kötü” bir şey gelmesi korkuları, bu kötü şeyin kızın kendi rızasıyla mı yoksa zorla mı olduğuna dair ciddi bir kafa karışıklığı, “kızım sana güveniyorum ama çevre kötü” halleri, “sen çok safsın seni kullanırlar”, vazgeçerler ya da başkasını da kullanırlar (bkz Arınç) korkusu, kızların kendilerini bir kez ve doğru kişiye “kullandırması” umudu ve beklentisi.
Genç kadınlar: Anne-babaların kızlarına dair tüm bu korku ve kaygılarının, kızlarının ruhunda misliyle yansıması durumu, tüm baskı ve denetime rağmen yaşamın kendi yolunu bulması, bildiği gibi yaşamak arzusu, suçluluk duyguları, suçluluk, utanç ve vicdan azabı içinde yaşanan zevkler, takılmalar, âşık olmalar, fena âşık olmalar, aşk acıları, hiç yaşanamayan zevkler, TV dizileriyle tahrik olmalar, gençlik dizileri, Kavak Yelleri, başkalarının daha rahat ve mutlu hayatlarını izlemek, başkalarıyla özdeşleşmek, özgürlük ve kaçış arzuları, tutulmalar, tutuklanmalar, hep sınırlar, hep kısıtlar, hep korkular, hep tatminsizlikler, büyük hayal kırıklıkları, işlemeyen stratejiler, hem kendini şiddet ya da hayal kırıklığından korurken hem de “doğru” kişiye nasıl ulaşılır? konulu sorgulamalar, durumu aileye çaktırmamalar, yaşadıklarını özgürce savunmaktan kaçınmak ama yine de yaşamak, en fazla anneye o da sınırlı biçimde açılmalar, anne-babasına açılacak kadar cesur olanlar, dünyaya haykıranlar, kadınlara açılmalar, kadın dostlukları, genç kadınların ruhlarının ve yaşamlarının “özel” ve “ailevi” yaşam olarak ikiye bölünmesi, bunun hiç de vicdani bir sorun olarak yaşanmaması, bütünsel ve onurlu bir yaşam için duyulan zayıf arzular, bu tür arzuların büyük oranda bastırılması, geriye sadece yaşamak isteğinin kalması, bu tür deneyimlerin geçici olacağı bilinci, doğru kişiye ulaşana kadar birkaç kürtajla bedel ödemenin gerekebilmesi hali, kürtajlar ve kürtaj olamamalar, “üniversitelerin çevresinde jinekologlar”, jinekologlardaki korkunç incitici deneyimler, en anlayışlı erkek ve onun içten desteği bile olsa, öfke dolu incitici bir kürtaj deneyimi, öfkenin açık bir hal almayıp, sürekli kendine dönmesi, depresyon, suçluluk duygusu, kendine ve bedenine yabancılaşma halleri, şiddete maruz kalmak, bir an önce doğru kişiyi bulup evlenmek arzusu, evden kaçan uzaklaşan kızın bir an önce kendini yeni bir eve atmaya zorlanması, babadan kaçarken kocaya tutulmak …
Yurtta kalmak: Kız yurdunda kalmak. Gerçekten “karma” yurtların yokluğu, tahayyül bile edilememesi, aynı odada ya da binada değil, şimdilerde aynı kampüste bile olamamak hali, yurtlardaki ağır cinsiyetçi atmosferin tecrübesi, kötü koşullar ve her tür otoritercilikten bunalmanın yanı sıra, devlete ya da yurt yönetime “emanet edilmiş” bir varlık olarak yaşamanın zorlukları, onursuzlukları, yalanlar, kandırmacalar, duruma uydurmacalar, duruma alışmalar, pek de fazla zorlamamalar, kabullenişler, korkular hep korkular, korkutmalar, ihbarlar, denetimler, dedikodular, cezalar, bu yaşamın geçici olduğu bilinci, geçici zorluklara katlanmalar, pek de fazla zorlamamalar, kadın dostlukları, derin paylaşımlar, eşcinsel yakınlaşmalar…
Evde kalmalar: Kız kıza ya da kızlı-erkekli kalmalar. Kiralık ev bulma zorlukları, emlakçı sorunu, ev sahiplerine söylenen yalanlar, akraba gibi yapmalar, eve gidip gelenler sorunu, gözetlenmek, denetlenmek, fuhuşla suçlanma korkusu, “potansiyel fahişe” olarak görülmeler, neyin fuhuş sayılacağına dair ciddi kafa karışıklığı, evli olmadan cinsel ilişki kurmanın “zina” olduğuna ve yasak olabileceğine dair korkular, basılma korkusu, aileye haber verilmek, tehdit edilmek, gürültü (eğlence ve içki) şikâyetlerine karşı hep tetikte olmak, sık sık ev değiştirmeler. Daha neler neler…
Erkek öğrenciler: Yurtlarda ya da evlerde. Tehlikeli görünmek. Özellikle grup halindeyken tehlike ve saldırganlık imgesi olmak, potansiyel “terörist” olarak kodlanmak, Kürt isen zaten öyle olmak, terör örgütü üyeliğinden içeri alınmak korkusu, gözaltılar, ev bulmakta zorlanmak, kızlı-erkekli gürültülü (eğlenceli ve içkili) faaliyetler yapmaktan kaçınmak, “aileye” ayrılmış yerlere girememek, kız arkadaşı olmamak, kızlardan uzak durmak, onlardan korkmak, taciz ya da tecavüz ederim korkusu, ister istemez kızları hamile bırakmak, biraz sorumluluk almak ya da hiç almamak, çıktıkları kızları “yaşatma” yedirme, içirme, gezdirme beklentileri, beklentileri karşılayamamalar, erkeklik performansı sorunları, aşık olmalar, aşk acısı çekmeler, kızlara “potansiyel fahişe” olarak bakmalar, erkek dostlukları, eşcinsel yakınlaşmalar, inkâr ve baskı ve yasak zevkler. Erkek olmadığım için bilemediğim, çok fazla da tahmin edemediğim, bu konularda hep çok az düşünüp az konuştukları için de kimsenin de pek bilmediği şeyler, daha neler neler … Genç erkeklerin anlatması gereken şeyler.
Benim ve benim gibilerin daha da az bildiği, bize kapalı hayatlar: Cemaat evlerinde kalanlar. Hayaller, umutlar, cinsel karşılaşmalar, karşılaşamamalar, İhlaller, suçlamalar, vicdan ve günah sorunu vb. kendilerini ötekilerle karşılaştırmalar, “ötekilerin” (özellikle solcu, komünist, şimdi de teröristlerin) “kızlı-erkekli” yaşıyor olduklarına dair bir algı, bu algının öfke ve erotik fikirlerle bulanmış tehlikeli halleri, kadınlara yönelik ikircikli duygular, homo-sosyal ortamlardan alınan ve inkâr edilen özel zevkler, inkâr edilemeyecek kadar güçlü zevkler ve deneyimler, erkek dostlukları, eşcinsel yakınlaşmalar ve daha neler neler … Onlardan dinlemek ve anlamak istediğim şeyler.
Ve yetişkinler: “Türk ailesi” denen yerde yaşayanlar. Muhafazakârlar, dindarlar ya da olmayanlar, evli ya da bekâr çocuklu ya da çocuksuz olanlar, bir öğrenci evinde ya da yurtta kalmış, yakını kalmış ya da kalmamış olanlar, “Aile değerlerine” uygun yaşamaya çalışıp başaramayanlar, uyamayanlar, şiddet ve ikiyüzlülüğe tanık olanlar, metresler, eş aldatmalar, zinalar, seks işçilerinin müşterileri olan sert erkekler, hiç büyümemiş, çocukluğunu ya da gençliğini hiç yaşamamış olanlar, ya da çok hızlı yaşamış olanlar, ama yaşamında “meşru” hayatlar “gayrı meşru” hayatlar ayrımının hayata ve insana saygısızlık olduğunu bilecek kadar büyümüş olanlar, gençliğini ve arzularını hatırlayanlar, normlara uymayan “gayri-meşru” arzularını ve pratiklerini sır gibi saklayanlar, başkalarının sırlarını saklayanlar, kendini ya da bir yakınını baskıcı norma karşı savunmak zorunda kalmış ve savunmuş olanlar, kendini hiç savunamamış olanlar, aile arasında tutulan sırlar, yaşlandıkça olgunlaşanlar, çocukların “gayrı-meşru” davranışlarını görmezden gelmeler, “mış gibi” yapmalar, gerçekten anlamalar, çocuklarını kabullenmeler, çocuklarına bağımlı olmalar, ister istemez onların denetimi altına girmeler, çocuklarını hiç kabullenmeyenler, çocuklarının yaşam arzularını kontrol edemeyenler, başkalarının çocuklarını gözetleyen ve ihbar edenler, “gürültüden” yani rahatlık ve eğlenceden ve özellikle gençlerin eğlenmesinden rahatsız olanlar, başka insanların ve özellikle gençlerin günah işlemesine engel olmanın kendi görevi olduğunu düşünenler, bunun için polisle işbirliği yapmaya hazır olanlar, babalık otoriteleri sarsılacağı için bunu hiç istemeyenler, ya da devletin aileye burnunu sokmasını kabul etmeyenler, aile ile devletin farklı denetim odakları olduğunu bilenler.
Şimdi ve tekrar soruyu sormak gerekirse, gerçekten “korunmaya” çalışılan şey nedir? Kısaca söylemek gerekirse bu, çok kısmi, ikiyüzlü ve çelişkili de olsa yaşama, yaşamın olumsallıklarına yer açmaya çalışan hassas dengelerin korunması kaygısıdır. Yakın ilişkilerde, aile içinde ve bizzat birey olarak kendi içinde yaşadığı karmaşayı zar zor idare edebilen, ancak çok hassas dengelerle durumu idare edebilen bir toplumun bu alana dair bu kadar açık bir devlet müdahalesi fikrinden rahatsız olması çok doğaldır. Erdoğan’ın bu gerçeği görmesini engelleyen şey, kendi uydurduğu muhafazakâr ideolojinin kendi görüşünü sakatlamış olmasıdır. Bizim de kendi bakış açımızı düzeltmemiz gerekir. Yani aslında Türkiye toplumunun muhafazakâr iktidarın iddia ettiğinden çok daha “az” ya da “başka” biçimde “muhafazakâr” olduğunu; muhalif çevrelerin takdir ettiğinden çok daha fazla kaçış arzularının birikmekte olduğu görmemiz gerekir. Bu “kaçış arzuları” toplumun tüm farklı kesimlerinde farklı biçimlerde tezahür etmekle birlikte, hiç kuşkusuz gençlerde ve kadınlarda yoğunlaşmaktadır. Kadınların ve gençlerin ataklarıyla sarsılan pederşahi otorite ciddi bir kriz içindedir. Bildiğimiz haliyle Erkeklik krizdedir. Elbette bu kriz hali kadınlar ve gençler üzerinde artan bir şiddet ve baskı olarak da dışa vuruyor. Ancak bundan farklı olarak “değişen zamana” uyum göstermeye zorlananların, gençlerin değerlerinin ve yaşam biçimlerinin kendininkinden farklı olacağını gönülsüz de olsa kabullenenlerin, açıkça savunamayacakları pratikleri bilmiyormuş gibi yapmayı tercih edenlerin sayısının da az olmadığını görmek gerek. İşte Başbakan’ın hamlesinden duyulan rahatsızlığın ardındaki asıl dinamik budur. Gençler ve kadınlar zaten insiyaki olarak bu çıkışı kendi aleyhlerinde, düşmanca olarak görüyor ve karşı çıkıyorlar. Genç ve kadın olmayan ahali ise, kadınlarla ve özellikle çocuklarıyla kurdukları hassas dengelerin bu şekilde dışarıdan polis marifetiyle tehdit edilmiş olmasından rahatsız olmuş olmalılar. Üstelik bu yetişkin ahali, konunun sırf öğrenci gençlerin yaşamlarıyla sınırlı olmadığını, bu gidişle yetişkinlerin yaşamlarıyla ilgili başkaca “gayri-meşru” yaşamların da –başta zina ve eşcinsellik olmak üzere-- gündeme gelebileceğini seziyor olmalılar. Geriye kalıyor, başka şeylerin yanı sıra aynı zamanda “genç erkeklerden” oluşan özel bir grup olarak da analiz edilmesi gereken polisler, erkek asabiyesi çok güçlü olan eril devlet erkânı ve cinsel bastırmadan kaynaklanan duygu bozuklukları, kadın düşmanlıkları ve genel olarak ezilmişlikten kaynaklanan öfkeleri dinsel-cinsel faşizme doğru yönlendirilebilecek olan diğer genç erkekler. Önümüzdeki dönemde bu cephelerden atakların artabileceğini bekleyebiliriz ancak dediğim gibi, ülke bir iç savaş yaşamadan bu atakların topluma hâkim olması mümkün görünmüyor.
Çok kısa bir değerlendirme olmasını planladığım bu yazı çoktan sınırlarını aştı. Konunun ilgili pek çok boyutunun dışarıda kaldığını ve işaret ettiklerimin de yetersiz olduğunu bilerek son olarak şunları söylemek isterim: Bir muhalif strateji olarak sadece iktidara odaklanan (iktidarın ne yapıp ettiği, neden yaptığı vb) ve hep daha fazla korku üreten bir bakış açısından kurtulmalıyız. İktidarın yapmaya çalıştığı şeyi istemeden de olsa destekleyen bir analiz biçiminden ve politikadan uzak durmalıyız. Başkaları toplumun hep muhafazakâr ve hatta faşizan hislerini kaşırken biz de özgürlük dinamiklerini görmeli, kaçış hatlarını göstermeli, bunun da sadece “bizim” değil, “onların” da yaşamı olduğunu anlayabilmeliyiz. Bu eril ahlakçı tepkilerin çoğu zaman muhafazakâr çevrelerin kendi gençlerinin, kadınlarının yaşam arzularından duydukları giderek artan tedirginlikleri yansıttığını görebilmeliyiz. Kısacası Türkiye toplumunun gerçek bir iç savaşa sürüklenmeden böyle bir cendereye sokulamayacağına güvenmeli ve korkmamalıyız. Ama bunun boş bir güven olmaması için daima daha fazla ses ve söz üretmeli, “karmakarışık şeyler”in en karmaşık haliyle kendini ifade edebildiği kanalları açmalıyız. En nihayetinde Başbakan’ı rahatsız eden şeyin bu “karmakarışık olma” durumu olduğunu anlamalıyız. Bunu sadece öğrenci evlerine yönelik değil, tüm toplum düzeyinde yaşanan bir düzenleme-“nizama sokma” harekâtının bir parçası olarak görmeli ve buna karşı toplumun farklı yüzeylerinde ortaya çıkan kaçış hatlarını buluşturmaya çaba sarfetmeliyiz. Yine de her şeye rağmen, bu kadar hassas dengeleriyle oynanan bir toplumun bu kötü niyetli kurcalamaya uzun süre dayanamayacağı ve fazişan reaksiyonların daha da güçlenebileceğini bilerek, bir an önce bu siyasi iradenin zayıflaması için gereken muhalif stratejilerin neler olduğunu tartışmalıyız.