Ya Zihni İzolasyonlar? Bir İmkan(sızlık) Olarak Kıbrıs

“İnsanlar ve toplumlar, birbirlerine tahakküm etmeden ve eşit imkân ve haklardan yararlanarak kendilerini özgürce gerçekleştirebilsinler” şeklinde ifade edilebilecek genel bir ilkeden hareket edildiğinde, örneğin Kuzey Kıbrıs’a uygulanan türden insanî ve toplumsal izolasyonların herhangi bir şekilde kabul edilebilir olduğunu söylemek mümkün değil. Ortada gayri-insani, daha doğrusu adalet duygusunu ve vicdanı rahatsız eden bir durum var. Beylik bir klişeye sarılarak söylemek gerekirse, “hele yaşadığımız şu çağda” insanların bir kısmının global köy tarafından yok sayılması açıklanacak gibi değil. Öyle ki, en keskin izolasyon yanlıları bile işin insani boyutunu “her durumda alınması gereken siyasi önlemlerin kaçınılmaz yan etkisi” olarak açıklamak/gerekçelendirmek durumunda kalmakta. Bu da gösteriyor ki, izolasyonları meşru görenler açısından bile durum aslında haklı siyasi hedeflerin elde edilmesi için katlanılması/ödenmesi (ya da, tecrit edilenlerin siyasi tercihleri nedeniyle katlanması/ödemesi!) gereken mecburi insani ve toplumsal ödünler/bedeller.

Siyasi tarafların genel tutumlarını da ifade eden bu genel tespitler bir yana, burada yanıtını aramaya çalışacağımız ve aslında sorgulayacağımız önemli bir nokta daha var: İzolasyonlar özelinde Kuzey Kıbrıs’ın insanî ve toplumsal açıdan yok sayılmasını neden karşı çıkıyoruz? Kuşkusuz bu sorunun pek çok yanıtı var ama bu çalışmanın ana sorunsal şeklinde kodlayarak merkeze alacağı hareket noktasına göre, temel sorun, bir insan grubunun/toplumunun bir diğeri ve hatta neredeyse tüm diğerleri tarafından yok sayılması, varlığının reddedilmesi, en temel ihtiyaçları ve beklentileri itibariyle bile tecrit edilmesi, mahrum bırakılması ve aslında alenen horlanması. Buysa, insanların/toplumların kendi varlıklarını özgürce yaşamalarının, gerçekleştirmelerinin ve geliştirmelerinin engellenmesine, iradelerinin yok sayılmasına işaret etmekte. Bir başka deyişle, insanların/toplumların insan/toplum olmaklıklarını benzerleriyle temasa geçme imkânları açık kalacak şekilde yaşama özgürlüklerinin ve iradelerinin kısıtlanması ve hatta yok sayılması sorunsalından bahsediyoruz. Bahsettiğimiz, söz konusu insan grubunun/toplumun dışlanarak ve tecrit edilerek topyekûn tahakküm altında tutulması, yani fiilen ayrımcılığın en keskin ve kurumsallaşmış ifadelerinden olan sömürge haline benzer bir varoluş haline ve yaşama mahkûm edilmesi. Kuşkusuz, sömürge uygulaması, doğrudan bedenleri de içerecek şekilde topyekûn fiili bir tahakküm biçimiydi. Kuzey Kıbrıs ise izole edilmiş durumda. Fiili bir baskıdan ve hatta yok etmeden ziyade varlığını görmeme ve yok saymadan kaynaklanan bir baskı var ki, bu, bir yandan kendi halinde/çapında/içinde “serbest” bir yaşam alanı kurma imkânı sunar gibi gözükse de, sonuçları yani yarattığı mahrumiyet/dışlanmışlık duygusu, toplumsal travmalar ve tahribatlar açısından ortada ciddi benzerlikler de bulunmakta. Zira her durumda bir “özgürlük” yoksulluğu/yoksunluğu söz konusu olan. Oysa insan toplumsal bir varlıktır ama toplum da toplumsal bir varlıktır! Yekdiğeriyle ilişkisi kendi iradesi dışında/hilafına engellenirse ne kendisi özgür bir toplum olabilir, ne de toplumu olduğu insanlar özgür birer insan. Buradan bakıldığında, Kuzey Kıbrıs’ın mevcut durumu, ya da şöyle söylemeli, Kuzey Kıbrıs’ın mevcut cendereden kurtulma arayışı bir anlamda bir sömürgesizleşme, özgür bir toplumun özgür insanları olma arayışıdır.

Kuşkusuz böyle kodlanan bir arayış da pekâlâ farklı yöntemlerle ve farklı amaç ve hedeflere matuf olacak şekilde kurgulanabilir. Bu çalışmada, “sömürge hali”nden kurtulma arayışlarının en özgün ve etkili düşünürü olan Fanon’un yaklaşımından yola çıkarak şöyle bir önerme ortaya atılacak: Tecrit edilerek yok sayılmayı da içerdiği pekâlâ söylenebilecek “sömürge hali”nden kurtulmanın tek yolu vardır; o da bir kavram, bir düşünce biçimi ve bir siyaset olarak “sömürge hali”nden kurtulmak. Daha açık bir deyişle, tek anlamlı ve sonuç getirici hedef, söz konusu insan grubunun/toplumun “sömürge hali”nden kurtulmasından ziyade bunu da kapsayacak şekilde insanlar arası bir ilişki biçimi olan “sömürge hali”nden kurtulmaktır. O zaman hedef, daha da somuta indirgersek, Kuzey Kıbrıs’ın tecritten ve yok sayılmasından kurtulmaktan ziyade (krizi fırsata çevirerek!) bunu da temin edecek şekilde tecridin, yok saymanın, tahakkümün, eşitsizliğin, mecbur ve mahkûm kılmanın, insansızlaştırmanın, kişiliksizleştirmenin, iradesi yok sayılmanın, anlamsızlaştırmanın, tâbi kılmanın, hor görmenin ve aşağılamanın insanî ve toplumsal tahayyülden ve pratikten tecrit edilmesidir; ya da öyle olmalıdır! Zira, sömürge hali ve/veya tecrit, ancak sömürge hali ve/veya tecrit kökten reddedildiğinde tecrit edilir. Tecrit edilmiş olmaya itiraz, ancak bir kavram ve pratik olarak tecride itiraz edildiğinde anlamlıdır ve başarılı olabilir.

Buysa, “güzel günler”in ancak burada ve şimdi inşa edilirse gelebileceğini işaret eder. Ya da şöyle diyelim: “Güzel günler”i güzel yapan/yapacak olan her ne varsa, ancak burada ve şimdi tahayyül edilmekle, yaşama geçirilmekle ve var edilmekle mümkündür/mümkün olur. “Güzel günler”i güzel yapanlar/yapacak olanlar burada ve şimdi inşa edilmezse, belki güzel günler gelebilir, ama ancak sadece şimdinin tecrit edilenleri için.

Bu durumda, Kuzey Kıbrıs, “güzel günleri” güzel yapacak olan düşünce ve eyleyiş biçimini önce kendisi tahayyül, idrak, inşa ve ifa etmezse, “güzel günler”in aslında olmadığı bir dünyada kendi güzel günlerinin peşine düşenlerden birisi olur çıkar. Tıpkı tecrit olmamayı Kuzey Kıbrıs’ı tecrit etmek sayesinde/pahasına sağlayanlar yani kendisini tecrit edenler gibi. O zaman, talep ettiği ve peşinde koştuğu “güzel günleri” burada ve şimdi inşa etmeyen Kuzey Kıbrıs, tecride değil tecrit edilmeye karşı çıkıyordur ve tam da bu nedenle tecrit edildiği kadar tecrit de ediyordur. Zira tahakkümü, horlamayı, yok saymayı ve dışlamayı bir bütün olarak reddetmekten ziyade tüm bunları kendisine yönelik olduğu biçimiyle elimine etmenin peşine düşmek, hele mevcut dünya/insan algıları açısından bakıldığında, “güzel günleri” pekâlâ başkalarının hilafına yaşayabilme sonucu anlamına da gelebilir. Ki Kuzey Kıbrıs’ı kuzeyden ve güneyden, batıdan ve doğudan tecrit edenler de tam da bunu yapıyor! Kimisi toplumsal olarak kimisi de siyasi olarak yok sayıyor Kuzey Kıbrıs’ı.

Rumların, ama daha çok da kendi içindeki Anadoluluların, Surlariçinin, garasakalların, gacoların, ficaların, ucuz işçilerin, kökü dışarlıklı sabi ilkokul öğrencilerinin, koyu tenlilerin ve şalvar giyenlerin horlandığı, haklı varoluş ve direniş mücadelesinin öyle ya da böyle kurbanları/edilgen sembolleri kılındığı, ya da örneğin eşcinseller bağlamında olduğu gibi sorunları görmezden gelinerek tüm bu büyük sorunlara feda edilenlere ev sahipliği yapan bir coğrafya, “izolasyon” kavramına gerçekten karşı çıkıyor olabilir mi? Ya da şöyle söyleyelim: İzolasyonlara kendi içindeki izolasyonları koruyarak ve hatta yeni izolasyonlar inşa ve imal ederek direnilebilir mi? İnsanların ve toplumun benliklerini ve kişiliklerini özgürce inşa etme, dönüştürme ve hatta geliştirme açısından hiçbir sınırlamaya, engele ve tecride tabi kılınmaması, dolayısıyla aşağılanmadan, horlanmadan, dışlanmadan, yok sayılmadan kendilerini diledikleri gibi gerçekleştirmeleri ve yaşamaları anlamında eşit imkânlara sahip olması esassa, bu hedefe birileri izole edilerek ve onlar hilafına ulaşmak mümkün müdür? Esas/tek/ana özne olduğunu iddia eden birilerinin nesnesi olmaktan kurtularak özne olmak isteyen bir insan/toplum, kendi nesnesini kurgular ve inşa ederse, talep ettiği anlamda bir özne olabilir mi? Bu öznelik hali, canhıraş karşı çıkılan mevcut öznelik hallerinin çok mu uzağına düşüyor?

Ya Güney Kıbrıs’ın anaakım politik, insani ve toplumsal duruşlar itibariyle benimsediği ve haklı olarak itiraz ettiğimiz dışlayıcı duruştan farkı nedir bunun? Ya Türkiye siyasetinin “koruyucu-kollayıcı” pratiklerinden farkı? Her derde deva AB’nin incelikli, her daim rasyonel ve kendi içinde tutarlı mevzuatseverlerinden hiç bahsetmeyelim o zaman? Sahi, neye itiraz ediyordu Kuzey Kıbrıs? İnsanların ve toplumların kişiliklerinin ve iradesinin yok sayılmasına!

Başlığın ikinci kısmının vurgulamaya çalıştığı gibi, Kıbrıs aslında hem bir imkân hem de bir imkânsızlık! Belki “çözüm” olur. Hem de Kuzey Kıbrıs’ın genel olarak memnun edecek şekilde. Ya zihinlerdeki tecritler, izolasyonlar? Kuzey Kıbrıs’a reva görüleni, reva görenlere inat toplumsal tahayyüllerden çıkarmak değil mi esas olan? Hani demişti ya Fanon, sömürgeleştirilen sömürge fikrine itiraz etmekten ziyade “yırtmaya” ve bunun için sömürgeleştirenlerden olmaya can atar diye. Öykünür onlara, onlar gibi olmak ister diye. Haydi uyarlayalım: İzole edilen çareyi başkalarını izole etmekte mi bulur acaba? Tecrit ettikçe kendi tecridini kırabilir mi insan/toplum? Tecrit edilmesinin tüm vebalini yüklediklerini tecrit ederek kırabilir mi bu döngüyü? Peki, bırakalım tecritleri, herhangi bir derde çare olabilir mi böylesi yaklaşımlar?

Hem bu sadece Kuzey Kıbrıs’ın sorunu da değil! Zira eğer Fanon’un dediği gibi sömürgeleştiren aslında kendisini de sömürgeleştiriyorsa, yani tecrit eden aslında kendisini de tecrit ediyorsa, önümüzdeki imkân sadece Kuzey Kıbrıs için de değil. Kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına herkes için bir imkân Kuzey Kıbrıs. Aynadaki yüzüne bakmamaya yeminliler kol kanat gererek ve iradesinin üstüne konarak, Kuzey Kıbrıs’ın yüzüne ve oradaki kendi suretine bile bakmayanlarsa alenen yok sayarak tecrit etti bir insani/toplumsal coğrafyayı. Kuzey Kıbrıs’ın iradesini tecrit edenlerin de ihtiyacı var Kuzey Kıbrıs’ın her türlü tecridi kıracak iradesine. Hem Kuzey Kıbrıs’ı, hem de iradelerini tecrit edenleri her türlü tecritten ve izolasyondan kurtarma imkânını kullanmak ister mi acaba Kuzey Kıbrıs? Zira sadece siyasi değil demografik ve insani haritalardan bile dışlanan Kuzey Kıbrıs, kendi siyasi, demografik ve insani haritalarını öyle bir çizmeli ki, Kuzey Kıbrıs dâhil kimse bir daha böyle haritalar çizmesin. Bu kartografik, epistemolojik, insani ve toplumsal zulümler bitsin.

Zira hedef, izolasyonları, tecridi, tahakkümü, yok saymayı ve tüm bunları meşrulaştırmayı sağlayan aşağılamayı, horlamayı ve dışlamayı birer kavram ve pratik olarak yaşamdan silmek. Yoksa, izolasyonlar illa ki kalkar. Siyaseten. Daha doğrusu idareten…


[1] Bu yazı, 24-25-26 Kasım 2011'de Lefkoşa'da yapılan Uluslararası İzolasyonlar Sempozyumu'nda sunulan tebliğe dayanmaktadır.