Kanal İstanbul projesini ilk duyduğumda, bir seçim balonu olduğunu düşünüp pek ciddiye almamıştım. 1990’lı yıllarda, benzer bir fikir Bülent Ecevit tarafından da ortaya atılmış, ancak tartışılmasına dahi fırsat kalmadan buharlaşıvermişti.
Ne var ki, şu aralar gündemi dolduran onca projenin arasında, Kanal İstanbul’un hâlâ belirgin bir yer tuttuğunu görüyor, hatta resmi ağızlardan yakında ihalesinin yapılacağını duyuyoruz. İhale şartları açıklandığında daha iyi anlayacağız, fakat ilk başlarda 10 milyar dolar civarında rakamlar telaffuz edilirken, proje maliyetinin 50 milyar doları bulacağı hatta geçeceği yönünde tahminler var bugün.
Dayandığı güçlü iktidara bakarak, AKP hükümetinin nelere muktedir olduğunu görebiliyordum, ama görünürde hiç bir ekonomik rasyonalitesi olmayan bu “çılgın proje”nin gerçekleşeceğine ihtimal vermemiştim.
Nedeni basit: Karadeniz’den Marmara’ya süper tankerlerin geçebileceği genişlik ve derinlikte kanal kazmanın gerektirdiği yatırım o kadar devasa ki, bu boyutta bir yatırımı ancak mutlak bir alternatifsizlik açıklayabilir. Eğer gemileri koca kıtaları dolaşıp fazladan on binlerce mil yapmaktan kurtaracaksa, onlarca hatta yüzlerce milyar doları ortaya döker kanalın her türlüsünü kazarsınız—zamanında Panama’da veya Süveyş’te yaptıkları gibi. Ama 50 kilometre ötesinde aslı dururken, ikinci bir boğaz yaratmaya kalkışmak aklın kolayca alacağı bir iş değil. Gerçi, ta Kanuni döneminden başlayarak, tarihte pek çok kez çeşitli suyolu projeleriyle ilgili beyin jimnastiği yapıldığı biliniyor; ama ekseriyeti esasen askeri olmak üzere, bunların boyutları, hesapları ve amaçları çok farklıydı.
Hatırlanacağı gibi, Kanal İstanbul projesi son seçimler arifesinde ilk açıklandığında, başlıca gerekçesi İstanbul Boğazı üzerindeki tanker trafiği yükünü azaltmaktı. Doğrusu, fikir hiç de fena değildi, zira bu yükü azaltmak için, özellikle de şehir için büyük tehlike arz eden yakıt taşımacılığını başka bir kanala yöneltmek için büyük bedeller ödemeye değer. Ama bunun bir denizden öbürüne kanal açmak yerine petrol boru hatları döşemek gibi daha ekonomik yolları var. Ayrıca, Kanal İstanbul’un kendini amorti edecek bir gelir potansiyeli olup olmadığı da meçhul. Uluslararası antlaşmalarla eli kolu bağlı olan Türkiye’nin, tankerleri Boğaz’dan alıkoyup zorla başka bir kanala yöneltmek gibi bir şansı yok. Boğaz önlerinde biriken tankerlerin beklememek için kendi tercihleriyle yeni kanalı kullanacakları, üstüne bir de dolgun geçiş ücretleri ödemekten kaçınmayacakları ise iyimser bir varsayımdan ibaret.
AKP’nin pek çok projesi gibi, Kanal İstanbul’un da ilân edilenden çok başka amaçlara yönelik bir “rant projesi” olduğunu düşünenler az değil. Eğer “rant”tan kastedilen, birilerinin bu projeden iyi paralar kazanacağı ise, kapitalist bir düzende yaşadığımıza göre, bundan başkasını beklemek abes elbette. Ama en koyu kapitalist düzende bile, her projenin maliyetiyle karşıladığı ihtiyaç arasında tanımlanabilir bir orantı aranır. Hiç değilse, minareye uyacak bir kılıf bulunması beklenir. Kanal İstanbul’a her türlü kılıfın dar geldiği ortada.
Tabii burada kastedilen “rant”, sadece projenin yandaş yüklenicileri ve takipçilerinin kazançlarıyla sınırlı değil. Bunların ötesinde, çok daha büyük bir toprak spekülasyonu, bir büyük şehir rantıdır akıllara gelen. Projeye kuşkuyla bakanların kimine göre, Kanal İstanbul’un asıl değeri, oradan çıkacak hafriyatta yatmaktadır: kanal inşaatı vesilesiyle ortaya çıkacak milyonlarca ton hafriyatla Karadeniz yahut Marmara’da –veya her ikisinde de—adalar, yarımadalar oluşturulacak, bunlar üzerinde de yeni yerleşimler kurulacak, şehirlere şehirler katılacaktır. Asıl rant, projenin bu aşamasındadır.
Bu senaryoyu (ve benzerlerini) “çılgınca” diye geçiştirme lüksüne sahip değiliz maalesef. Çünkü projenin kendisi gerçekten de yeterince “çılgın”. Lâkin, sırf rant yaratma perspektifinden bakılsa bile, adalar şeklinde ilave toprak üretmek için kanal kazma fikri pek anlamlı görünmüyor. Bu, Dubai gibi toprağı çok sınırlı küçük bir ülke için cazip olabilir ama, İstanbul için ne kadar anlamlıdır acaba? İstanbul’un taşı toprağı altındır, doğru; fakat şehrin yüz kilometrelik periferisi dışına çıkıldığı zaman, her türlü yayılmaya müsait nispeten ucuz arazi fazlasıyla mevcuttur. Fantazi adaların İstanbul’un uzağında değil, hemen yanıbaşında kurulacağı varsayılsa bile, bu yakınlıktan elde edilecek rantın, işin toplam maliyeti karşısında devede kulak kalma ihtimali hiç de az değil. Diğer taraftan, Karadeniz’in daha şimdiden sahil otoyolunu nasıl kemirmeye başladığı anımsanırsa, denizlerde yoktan ada var etmenin içerdiği teknik riskleri göz ardı etmek de o kadar kolay değil.
İşte bu tür mülahazalarla Kanal İstanbul’un seçim sonrası rafa kalkacak ve unutulup gidecek projelerden biri olduğunu umarken, geçenlerde Herald Tribune’da karşılaştığım bir haber üzerine, işin pek de şakası olmadığını farkettim. Gazetenin 9-10 Şubat nüshasında çıkan bu habere göre, Azerbaycan’ın süper zenginlerinden İbrahim İbrahimov, Bakü sahillerinin karşısında “Hazar Adaları” markasıyla, elli beş parçadan meydana gelen bir takımada oluşturmak üzere kolları sıvamış durumda. Birkaç tanesi halihazırda su üstüne çıkmış bulunan bu adalarda, 800,000 kişinin yaşaması planlanıyor ki bu da neredeyse tüm Bakü’nün yarısı kadar bir nüfus demek. 1050 metrelik “dünyanın en yüksek yapısı olan Azerbaycan Kulesi” de bu adalardan birinde inşa edilmekte. Bugün itibarıyla, “Hazar Adaları” projesinin maliyeti 100 milyar dolar civarında. Hiç kuşkusuz, Kanal İstanbul’dan da “çılgın” bir proje bu.
Eğer, yakın bir gelecekte Kanal İstanbul projesi gerçekleşip onu da yapay adalar cinsinden türev projeler izlerse, şaşırmamak gerek. Anlaşılan Dubai’de görülen, hiç de orayla sınırlı değil. Demek ki dünyada böyle bir trend var. Biz burada Kanal İstanbul gibi dev bir projenin anlamını, faydasını ve olabilirliğini sorgularken, tek bir Azeri şirketi, tek bir adam kalkıp Kanal İstanbul’dan da büyük bir projeye girişebiliyor. Bunu bir adam tek başına yapmayı göze alabildiğine göre, koca bir devlet niye alamasın?
Böyle bir işe aklı yatmayanları, hükümet yetkilileri ve başbakan, her fırsatta “vizyonsuzluk”la suçlama eğilimde. Eğer vizyonsuzluktan kasıt, dünyadaki spekülatif trendleri yeterince izlememek ve Kanal İstanbul’u da o trendler üzerinden değerlendirmekte yetersiz kalmaksa, pekâlâ haklı olabilirler. Ama tek vizyon sahibinin kendileri olduğunu savunurlarken, herhalde pek haklı değiller. Çünkü o vizyonları, hiç de kendilerine ait gibi durmuyor.