Hocalı Katliamını Anma Gönüllüleri Komitesi isimli bir oluşum tarafından 26 Şubat Pazar günü Taksim Meydanı’nda düzenlenen telin mitinginin yarattığı tedirginlik devam ediyor. İnanıyorum ki, Türkiye’nin siyasi kodlarına aşina olan herkes miting afişlerinden yaklaşmakta olanı okuyabildi. Bir katliamı kınamayı “Ermeni Yalanına Sessiz Kalma” buyruğuyla bağdaştıran afiş meselenin Dink Davası’nda örgütsüzlük kararına gösterilen tepkiler ve Fransa’da gündeme gelen yasa tasarısı sonrasında güncellenerek yeni bir siyasi boyut kazandığına işaret ediyordu. Peki geçen sene ne olmuştu hatırlayan var mı? Beş ya da on yıl önce bu mesele siyasetinin neresinde duruyordu? Mitingle yaratılan atmosfere bakınca insan bu soruları düşünmeden edemiyor. Kısa bir arşiv taramasıyla da görüyoruz ki Hocalı,Hrant Dink cinayeti sonrasında Ermeni meselesine dair resmi söylemin tali bir aracı olarak siyasete tahvil edilmiş. Pınar Öğünç’ün üşenmeden sıraladığı sloganlardan anladığımız ise bu rabıtanın oldukça sıkı dokunmuş olduğu: ‘Hepimiz Türküz’, ‘Hepimiz Hocalılıyız’, ‘Hepimiz Mehmetiz’, ‘Hocalı’da akan kandı, sustunuz. Zaten ya Fransız ya Ermeni ya Rus’tunuz’, ‘Hocalı’nın katili, vahşi Ermeni’, ‘İşgalcisiniz, katilsiniz, hepiniz Ermenisiniz’, ‘Madem ki Ermenisin, Hocalı’nın hesabını vermelisin’, ‘Hepiniz Ermenisiniz, Hepiniz Piçsiniz’ (27.02.2012, Radikal).TRT’nin baştan sona canlı olarak yayımladığı mitingde İçişleri Bakanı Şahin’in yaptığı coşkulu konuşma tam da bu çerçevede anlam buluyor:
“Ve inşallah, inşallah... 21. yüzyıl Türk milletinin yüzyılı olunca 22. yüzyıl da bizim yüzyılımız olacaktır. Türk milleti sahip olduğu değerleri fark ettikçe, tek yürek tek yumruk olduğu müddetçe; aklını, imanını, ahlakını, çalışkanlığını sürdürdüğü ve koruduğu müddetçe; inşallah ne Hocalı katliamları olabilecek ne de herhangi bir masum Türk insanına, her hangi mazlum insana kimse yan gözle bakamayacaktır.”
Fakat, belli ki iş bir parça çığırından çıktı ve manzaranın kurtarılması gerekti.Zira hadiseden iki gün sonra Başbakan Erdoğan grubuna seslenirken malum pankartların “münferit ve marjinal” olduğunu ve bunların anmaya gölge düşüremeyeceğini söyleyerek mitinge sahip çıktı. İçişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada bir provokasyon olduğuna işaret ederek konuyla ilgili takibat başlatıldığı duyurdu. Ayrıca belirtilmeye gerek görülmüştü ki, “katliamı telin mitingleri” sivil toplum örgütlerince oluşturulan komitelerce düzenlenmiş ve hiçbir siyasi partiden destek ya da katkı görmemişti. Hemen ertesi gün ise Zaman gazetesi “Genç Atsızlar” ve sanal dünyadaki faaliyetlerine dikkat çekerek provokasyonun ismini koyuyordu. Aynı günkü köşesinde, Turan Alkan “testi kırılmadan” hükümeti “uyanık bulunmaya” davet ediyor ve gerekçesini şöyle ifade ediyordu (29.02.2012, Zaman):
“Uyanık olunmalı çünkü Hrant Dink cinayetinin soruşturulması ve yargı safhasında Türkiye sınıfta kaldı; sanki bütün toplum, devletin bütün uzuvları, bütün emniyet ve yargı teşkilatı Dink cinayetinden hoşnut kalmış gibi bir kanaat oluşturmaya çalışılıyor; bu amaç için var gücüyle çalışan bazı çevrelerin varlığı muhakkaktır... Allah saklasın, ikinci bir Dink vakasının insani ve politik ağırlığını hiçbir hükümet kaldıramaz.” (Miting sonrası beliren telaşa işaret eder olduğunu düşündüğüm için belirtmek isterim ki yazısının başlığı kendisini okumayı gereksiz kılacak kadar isabetli ve uzundu.)
Birçoklarımızı asıl tedirgin eden ise mitingin artçı dalgalarının her yerde hissedilmesi oldu. Siyasi tarihimizin kerameti kendinden menkul düğmesine yine hangi çevreler basmıştı? Üniversiteler hareketlendi. “Ermenilere sahip çıkanlardan” hesap sorma niyetiyle hareket ettiklerini açıkça ifade eden “duyarlı” topluluklar sahneye çıktı. “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı bu ülkede ne de çok kişiyi rencide etmişti. Peki ama biz bu filmi daha önce görmemiş miydik? Dink cinayeti öncesi milli hassaslıkları keskinleşen ve kimi ileri gelenleri bugün Silivri’de olan bir takım sivil toplum örgütleriyle tanışmamış mıydık? Cumhuriyet Mitingleriyle sokaklara dökülenler milyonlar da benzeri sivil örgütlerin etrafında bir araya gelerek demokratik haklarını kullanmamış mıydı? Ama o dönem bu “sivil” girişimler sessiz ve dipten ilerleyen bir darbenin su yüzüne yansıyan dalgalanmaları olarak anılmıştı. Oysaki, Alper Görmüş’ün 23 Ocak 2004 tarihli MGK toplantısından aktardığı notlar bir ezberi bozuyordu: (05.04.2011, Taraf).
“Çeşitli irticai ve bölücü hareketler ile misyonerlik faaliyetleri anlatıldı. Takdimin sonunda Devlet Bakanı M. Ali Şahin söz alarak; misyonerlik faaliyetinin çok tehlikeli olduğunu, bunun önlenmesi gerektiğini ifade etti. (...) Söz alan Başbakan, misyonerlik ile mücadelenin iyi Müslüman yetiştirmek olduğunu, bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı Kuran kursları yönetmeliğinin bir gereklilik olduğunu ama bu konunun yanlış anlaşıldığını belirtti. (...) Söz alan GB [Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök kast ediliyor –A.G.] bence söylenenler laiklik karşıtı. Hükümet olarak ülkede dinlere karşı eşit uzaklıkta durması ve aynı tarzda muamele edilmesi gerektiğini söyledi.”
Ergenekon Davası olarak andığımız süreç başladığında sohbet ettiğimiz bir arkadaşım yakın tarihimizdeki kimi sivil mezalimlere dair ortaya saçılanlara bakarak şunları söylemişti: “Benim milletimize güvenim tazelendi. Demek ki devlet yeşil ışık yakmadan bu millet bir şey yapmıyormuş.” Mitinge dair haberleri izlediğim bir başka arkadaşım ise 2005 yılında bir Orta Anadolu kentinde yaptığı sözlü tarih çalışmasından not ettiklerinden söz açtı. Ahalinin belleğinde Ermeniler ve 1915 hâlâ çok canlıydı. Kentten gidişleri, kalan mülklerin nasıl paylaşıldığı ve bugün önde gelen bazı ailelerin o dönemde eşraflaştığı oldukça olağan hadiselermiş gibi konuşuluyordu. Bu rahatlık karşısında nasıl da şaşırmış olduğunu aktaran arkadaşımla Taksim meydanını dolduran kalabalığı izlerken bugün aynı çalışmayı yapmanın mümkün olmayacağı konusunda hem fikir olduk. Elindeki verileri kullanmak ise ayrı bir imkansızlıktı.
Bu anekdotlar mitingi anlamak açısından önemli. Demek ki, Anadolu’da bu topraklarda neler yaşandığına dair inkarcı bir tutum, unutkanlık ya da kafa karışıklığı yok. Meseleler berrak. Fakat, belli ki bir duyarlılık da söz konusu. Ve devlet dilediğinde belirli tarihsel kodları kullanarak bu duyarlılıktan bir teyakkuz hali yaratabiliyor. Nitekim, arkadaşımın anlattıklarına dönersem, yakın zamana kadar bu gibi meseleler üzerine, yaşananlardan pek de memnun olmadığını belirterek konuşabilen ortalama bir vatandaş son 5 yıl içinde “biz kesmeseydik onlar kesecekti” gibi bir cinnet noktasına yaklaşmış. Bu minvalde, 26 Şubat Mitingiyle Dink cinayeti öncesinde misyonerlik, sonrasında ise Ermeni meselesi kullanılarak milliyetçi-muhafazakar kesimler üzerinde inceden yürütülen propagandayla yaratılan gerginliğin kontrollü bir dışavurumuna tanık olduğumuzu düşünüyorum. Bu nedenle, toplumun genelinin farkında olduğu bir mesele değilken Hocalı’nın böylesi bir nümayişle resmi tarihimize girmesinin kuşkusuz bir anlamı var. Açık – ama çekinerek, konuşmak gerekirse mitingi izlerken benim aklıma ilk gelen Mavi Marmara vakası oldu. Diğer yandan, miting öncesi ve sonrasındaki açıklamalara baktığımızda Başbakan Erdoğan’ın 18 Nisan 2011 tarihinde partisinin milletvekili adaylarına konuşurken YGS tartışmalarına dair söylediklerini hatırlamamak mümkün mü? “Taksim’de bin iki bin kişi çıkarmak mesele değil. Biz de 5 bin öğrenciyi o meydanlara çıkarırız ama gerilimden yana değiliz.”
Demokratikleşme sürecinin son basamağı olarak kabul edilen yeni bir anayasanın 2012 yılında mutlaka tamamlanacağı söylendi ama hemen sonrasında meydana gelen hadiseler hükümetin demokrasi samimiyeti konusunda derin bir kaygı yarattı. Son seçimlerden bu yana su alan “yetmez ama evet” ittifakından geriye ne kaldığı tartışılmaya değer bir konu. Ergenekon ve KCK süreçlerinin hükümeti içeride ve dışarıda zorlamaya başlaması, fiyaskoyla sonuçlanan açılımlarla ikna edilemeyen Kürtlerin ve Alevilerin muhalefete devam etmesi, farklı kesimlerden kimi isimlerin hükümete duydukları güven nedeniyle pişman olduklarını açıklaması, hükümete karşı eleştirel oldukları için işinden olan gazeteci sayısının bağımsız bir gazete çıkarabilecek rakama ulaşması bu mitingi doğru anlamamız için hatırlatılması gereken meseleler. Değilse, İçişleri Bakanı’nın mitingde sarf ettiği şu sözler anlamını başka nerede bulacak: “Bu acılar, bu katliamlar bize çok şey öğretmiştir. Bize bizden başka dost olmadığını öğretmiştir. İşte biz bugün Türk milletinin sadece ve öncelikle tek dostunun kendisi olduğunu fark ettik. Bizi bu gerçekten hiç kimse, hiç bir fitne uzaklaştıramaz.” Belli ki hükümet farklı kesimlerle ilişkisini kaybettikçe yalnızlaşıyor, artık kimseye derdini anlatma ve eleştirileri dinleme gereği duymuyor. Ve böylece bu toprakların son yüzyıldaki en derin yarası 1071/1453 psikozu nüksediyor.
Son olarak, 26 Şubat mitinginin iktidarda 10. yılına giren AKP hükümetiyle birlikte bir milat yaşandığına dair anlatıyı gölgelediğini söylemek mümkün. 28 Şubat’ın 15. yılına denk gelen miting yeni bir başlangıçtan hâlâ oldukça uzakta olduğumuzu gösteriyor. Oysa ki, bütün bir hafta boyunca 28 Şubat süreciyle ilgili belgeseller izlemiş, tartışmaları dinlemiş ve bugün artık neredeyse tümüyle unuttuğumuz dönemin önemli simalarını yıllar sonra yeniden televizyonda görmüştük. Aklımıza ilk gelen ne kadar yaşlanmış oldukları oldu ve bir de bir zamanlar hayatlarımızda nasıl bir yer tuttukları. Reklam aralarında birbirimize dönüp “biz bunların hepsini yaşadık be” diye iç geçirdik sıkça. 28 Şubat’ı devletin açık ve örtülü araçlarıyla belirli bir siyasal amaç doğrultusunda toplumsal kanaatler oluşturulması olarak tanımlarsak 26 Şubat’ın bu çerçevenin içine sığabileceğini söylemek mümkün. Evet belki erken ama böyle bir tedirginlik duymak için haklı nedenlerimiz var.Sözün özü, Hocalı katliamını telin mitingiyle gördük ki: 28 Şubat’tan 26 Şubat’a iktidarın sektesine rağmen bu ülkede güvercin tedirginliğinde yaşayanlar için devletin “münferit” devamlılığına zeval gelmemiş. Tedirginler için Şubat soğuğu hâlâ devam ediyor.