Sene 2001. İtalya İkinci Ligi’ndeki Treviso takımı kümede kalma mücadelesi veriyor. Ligin bitimine üç hafta kala gittikleri Ternana deplasmanında bizzat Trevisolu taraftarlar bir pankart açıyorlar: “Takımımızda siyahi oyuncu istemiyoruz!” İstemedikleri özellikle takımlarındaki Nijeryalılar.
Zaten dönem Avrupa statlarında, ırkçılığın gittikçe yükseldiği bir dönem. Üstelik Treviso da şehir olarak aşırı sağa-milliyetçiliğe yatkın bir eğilim sergiliyor: Şehrin belediye başkanı Giancarlo Gentilini, fakir güneyin yükünden kurtulmak arzusundaki, ırkçılığıyla da bilinen Umberto Bossi’nin Kuzey Ligi Partisi’nin bir üyesi.
Ternana maçı, Treviso için trajedi ve ironi dolu: Maçı 3-1 kaybederek Üçüncü Lig’e düşmeleri kesinleşirken, takımın tek golü tıpkı ırkçı saldırılara maruz kalan Omolade gibi bir başka Nijeryalı Adeshina’dan geliyor. Trevisolu futbolcular ertesi hafta, evlerinde oynadıkları, Genoa maçına çıktıklarında tribünler öylece kalakalıyor: Sahadaki herkes “zenci”! Trevisolu futbolcular, arkadaşlarına yapılan saldırıya cevap veriyorlar. Üstelik 2-2 berabere biten maçta gol atan isimlerden birisi bu sefer de Omolade.
Her ne kadar belediye başkanı Gentilini, “Küme düştükleri için utançtan boyamışlardır yüzlerini” diye pişkinlik yapadursun, ki bir ırkçının alameti farikası "pişkinliktir", Trevisolu oyuncuların yaptığı "güzel iş" silinmemek üzere orada tarihte duruyor işte. Zaten tarih, biraz böyle bir şeydir: Yapılanı asla unutmaz; yapılmayanı çoklukla dikkate almaz, hatırlamaz da zaten. “Bu topraklarda ırkçılık falan olmaz” boş lafına kulak asmadan, tuttuğun takımın rengine bakmadan Emre-Zokora hikâyesinde bir şeyler yapanlardan/söyleyenlerden olmak, en azından onların safında yer almak şart. Zira her ne kadar “yok” denilse de, gündelik hayata böyle çaktırmadan sızan ırkçılık bu toprakların damarlarında o kadar usul usul, o kadar derinlerden akıyor ki, aslında capcanlıyken olmayan bir şey sanılıyor. Oysa hemen herkes, tıpkı lunaparktaki aynaların yarattığı yansımalar gibi, gerçeğin ne olduğunu çok iyi biliyor. Çünkü o lunaparkın dışında 6-7 Eylül, Hrant Dink, askerî okulların kapısından içeri alınmayan Romanlar, “yamyamlar”, “kuyruklu Kürtler”, “domuz Almanlar”, “şerefsiz Yunanlar”… var. Tabii hep “1-2-3 yaşasın Türkler” de…
“Futbol fena halde hayata benzer” sözü artık bir klişe, tamam. Her klişede olduğu gibi abartıya meyyal, fazla genellemeci ve fakat yine her klişede olduğu gibi gerçeğin bir noktasına teması da yüksek. Türkiye’ye, memleket futboluna dair bir şeyler söylemeden önce, Arjantinli iki akademisyen Archetti&Romero’nun tespitine öyle bakmak belki de bu yüzden manalıdır işte: “Futbol sahici bir sosyal gerçeklikle, kendince bir bağ kurar. Futbol içi bağlamlarda meydana gelen hareket ve olaylar, daha geniş bir sosyokültürel sürecin aynasından ibaret olarak değil, bir toplumun, kendi merkezindeki ahlaki, siyasi ve varoluşa dair meseleleri ortaya koyma sürecinin bir parçası gibi değerlendirilmelidir.”