Türk-İslam Dilemması ve Sağın Monobloklaşması

Keşke İdris Naim Şahin de yalnızca bir şaka olsaydı değil mi?

Murathan Mungan[1]

Roboski Katliamı mevcut siyasi iktidarın belki de 10 yıldır altından kalkmakta zorluk çektiği, bunun için değişik yapay gündemlerle yoğun manipülasyon yaratmaya çalıştığı kırılma noktası denilebilecek Olaylardan birisidir. Sadece, istihbarata dayalı askeri-teknik bir “hatanın” sonucunda 32 Kürt vatandaşın roket saldırısıyla yaşamını yitirmesi değildir, buradaki Olay. İşin esası, Katliam sonrasında devlet kademelerinin takındığı tutum ile şuana kadar devletin yürüttüğü söylemsel formasyonun çelişerek AKP yörüngesinde aklayıcıların elini boşa düşürmesi, bir tür “takke düştü kel gözüktü” durumudur. Çünkü uzunca bir zamandır hegemonyanın transforme ettiği liberal-sol-demokrat kadrolar, AKP’nin klasik “devlet aklını terk ettiğini”, hatta bu “devlet aklına karşı savaş açtığını”, hatta ve hatta AKP’nin “yeni bir devlet aklı inşa ettiği” üzerine argümanlar üreterek hem AKP’nin entelijansiyasını oluşturmaya çalışıyorlardı; hem de AKP’ye muhalif toplumsal ve sınıfsal söylemleri bertaraf etmek için dalgakıranlar yerleştiriyorlardı. Ne var ki, ilk başta denildiği gibi her şey Roboski’ye kadardı.

AKP, 2011 seçimlerinden sonra bazıları için değişmişti. Önceden çoğulcu-sivilci-demokrat öğelerden siyasi tripodu kaldırıp, daha monist-otoriter-muhafazakâr bir tripod getirmişti. Örneğin Başbakan’ın hükümetin açılımlarının iyi veya kötü devam ettiği bir dönemin ertesinde 05 Mayıs 2012’de Adana’da yaptığı bir konuşmada “Ben 4 tane kırmızı çizgimizin olduğunu söyledim. Neydi o dört temel çizgi? 1) Tek millet 2) Tek bayrak 3) Tek din 4) Tek devlet” [2] cümleleri meşrulaştırıcı kadrolar için anlamlandırılabilecek türden değildi. Önceden olsa her şeyi anlamlandırabilenler bu sefer yeni bir lügatçe veya dağarcık oluşturmakta zorluk çekiyorlardı. Başbakanın pimi çekilmiş bombayı ortaya koymasından sonra bu söylemlerini AKP’nin değişim söylemleriyle mukayese edenler, AKP’nin devletin yönetim iradesine içkin milliyetçi ideolojiye tekrar sarılmayacağını/sarılamayacağını düşünüyorlardı. Böyle bir beklenti içerisinde olanlar 2011 seçimleri sonrasında değişimin (ve “ileri demokrasinin”) turnusol kâğıdı olan Roboski Katliamı ile soğuk duş aldılar. AKP, Roboski ertesinde devletin teknisist dili ararcılığıyla tazminat ödeme eşliğinde özür dilediğini söyledi ve Olayı geçiştirdi. Ancak gerek AKP’den beklentisi olanlar gerekse AKP’ye karşı olanlar, bu hamleyi yeterli görmedi. İki farklı düzeyin ortaklaştığı nokta, yeni bir söylem getirileceği veya tutum takınmak zorunda olacakları idi. Nitekim daha da beteri oldu; AKP içerisinden konuya ilişkin söylemlerin sertlik derecesi arttı. Kronolojik olarak örneklerle konuyu ilerletelim.

İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin, konuyla ilişkili birinci derecede sorumlu olan bir kamu görevlisi sıfatı ile NTV’deki konuşmasında köylülerin “kaçakçı” olduğunu da hatırlatarak, “Hayatlarını kaybetmemiş olsalar ve sağ ele geçirilmiş olsalar kaçakçılıktan yargılanacaklardı” açıklamasında bulunmuştu. Bakan, konuşmasında kaçakçılık ile PKK (ve finansmanı) bağlantısı ayrıca vurguladı. Şahin şu sözlerle katledilen 34 köylünün PKK ile ilişkilerinin olabileceği iddiasını ortaya attı: “Örgütün para hareketinin kaynaklarından birisi kaçakçılıktır. Orada 34 insanımız bu olayın sadece figüranlarıdır. Filmin senaristi, başoyuncuları var. Orada figüranlara takılıp kalıyoruz. Büyük film bölücü terör örgütünün yönettiği kaçakçılık olayıdır. Bu gençlerde oraya götürülüp kaçakçılık yaptırılmıştır. İstihbarata yönelik yanıltma oyunu da olabilir, arka tarafında zamanla belki aydınlanacak. O 34 insanla bir yere kadar gelip sağ olarak dönen insanlarda olabilir terör örgütünden. Bu çok eksik bir tartışma oluyor”.[3] Naim Şahin’in bu açıklamasındaki her bir söz Roboski’nin yasının dinmesine fırsat vermeden yaraya dökülen tuz damlaları gibi etki yarattı. Bunun üzerine meşrulaştırıcılar ve ısrarlı bir beklenti içinde olan klikler, AKP’nin otokontrol mekanizmalarını işleterek konuya sağduyulu yaklaşacakları hakkında kaynağı belirsiz bir umut ışığı yaktı. Özellikle ilk tepkinin parti içinden belirli bir kesimin sözcülüğünü yapan Hüseyin Çelik’ten gelmesi beklentileri görece karşıladı: “Sayın Bakanın dünkü üslubunu ve yaklaşımını doğru bulmuyorum, ayrıca insani de bulmuyorum”[4]. Söz konusu açıklamanın asıl işlevi ise AKP’nin heterojen omurgasını dağıtabilme ihtimaline karşı Şahin’in görüşlerinin absorbe edilmesi, bir tür “günah çıkarma” hamlesiyle mevcudun korunmasıydı. Bu durum “iyi polis-kötü polisi” oynuyorlar şeklinde tam yorumlanacaktı ki, “nokta” Başbakandan geldi: “Ama bu bölgenin terör bölgesi olduğunu da söyledik. Kimsede kalkıp sınır boyu kaçakçılığı yapanların yaptığı kaçakçılığı meşru gösterme gayreti içine giremez” dedi ve ekledi “Yok şöyle özür dilensin böyle dilensin. Atılan adımlarla o özürlerin dilendiği açıktır. Zorla gündemde tutanlar terör örgütü ve uzantılarıdır”[5]. Kimse acının üzerine sertleştirilmiş söylemler gidileceğini tahmin etmezken “karizmatik liderlik” figürünün kolaylaştırıcılığı vasıtasıyla Başbakan Erdoğan’ın İçişleri Bakanına sahip çıkması gerçekten “ezberleri bozdu”.

Kronolojik söylem listesinin kapanışı ise hardcore siyasi aşamaya geçtiğimizi ve söylem savaşlarına başlangıç işareti verildiğini kanıtladı. Gerçekten de burada Fredric Jameson’un kullandığı biçimiyle söylemsel mücadele yürütülmekteydi ve amaç, ideolojik çatışmalardan farklı olarak rakibi itibarsızlaştırmaya yönelikti.[6] AKP’nin 4’üncü Olağan İstanbul İl Kongresinden konuşan Erdoğan, Roboski’nin üzerine giden BDPli vekilleri işaret ettiği “Çok da ağır konuşacağım. ‘O emri hangi hayvan verdi?’ diyenler, Uludere olayında, olayın hemen arkasından zil takıp oynayanlar, ‘dağdakiler inmesin’ diyenler, ‘savaşta olur böyle şeyler’ diyenler, bu sıfata dahi layık olmayanlar nekrofillerdir. Yani ölü sevicilerdir.” cümleleri ise Türkiye siyasi tarihinde siyasal özne/faillerin birbirini itham ettiği yeni eleştirel konseptin kapısını açtı.[7]

Peki, AKP’nin Roboski ile mi bir anda siyasi dilsel kurgusu milliyetçi tona büründü? Bunu cevaplamak için öncelikle AKP’nin söylemsel kompozisyonunda kimlerin yer aldığına bakılmalı ve söz konusu ifadelerin kimlerce kurulduğu incelenmelidir. Başbakanın son zamanlarında yükselen milliyetçi aurasını takip eden, destekleyen, besleyen parti içinde öne çıkmaya başlayan isim İdris Naim Şahin’dir. Ama öncelikle şunu hatırlatmakta fayda var: Anaakım siyasi tarihte ismi duyulmuş olsun ya da olmasın milliyetçi ideolojinin sarmalı içinde kendisini gösteren siyasilerin pek çoğu klonlanmış izlenimi yaratır. Olaylar ve/veya olgular karşısında takındıkları tutum, mütemadiyen bir takım kutsal değerleri muhafaza etmenin nevrotikliği dâhilinde söylemlerinde cisimleşir - psikopatalojik durumlarını gündelik yaşama yansıtmaya çalışırlar. Ve söylemler hangi siyasi cenahtan olursa olsun aynı söylemsel düzeyden yükselir. Çünkü söylemlerinin yükseldiği zeminin maddiliği -onlar için biricikliği yanında- evrensel-basmakalıp değerler manzumesinden beslenir. Azgelişmiş, çok gelişmiş, gelişmekte olan tüm toplumsal formasyonlarda milliyetçi ideoloji eşdeğer refleksleri verir; sanki aynı tornadan geçmişçesine…


İdris Naim Şahin’in AKP içinde ve AKP aracılığıyla temsil ettiği siyasal eğilim -özellikle şu günlerde- kritiktir. Çünkü Şahin, AKP’nin milliyetçilik ideolojisindeki boşluğunu dolduran ve yükselten bir aktör; söylemsel düzeyde milliyetçi oyların çekim merkezi oluşturmaya yönelik bir isimdir. Ki, zaten AKP’ye bu kontenjandan dâhil olmuştur. Şahin, gerek kamu görevlisi sıfatıyla, gerekse kendini ifade ediş tarzıyla 1980 öncesi milliyetçi ideolojinin ana ekseninden bugüne sıçramış izlenimi uyandırmaktadır. Örneğin, Naim Şahin’in Hocalı Katliamının 20. yıl anmasında yoğun ksenafobik ve ırkçı gösteriler altında yaptığı konuşmadaki “Bu kan, o günden bu yana yerde kalmadı ve kalmayacak”[8] cümlesi, AKP’nin çok-çıkarlı yapısı içindeki milliyetçi oyları/eğilimleri toparlayacak bir siyasal aktör olduğunu cisimleştirmiştir. Takip edildiğinde Naim Şahin’in, milliyetçi ideolojiye referansı ampirik Benliği üzerinden de devam etmektedir. Bir televizyona verdiği röportaja siyasal geçmişini sağcılık ve militanlık kavramları ile harmanlayan Şahin, “Kırma, dökme olmadı ama kavga oldu” demiş ve “Militan değil de ‘Light’ militandım”[9] ibaresiyle ideolojik açıdan milliyetçiliğe biatini sunmuştur/ görmeyenlere göstermiştir. “Ülkücü militan” kimliğini “farklı” bir siyasi kurumda ve yapıda olmasına karşın inkâr etmeyerek yineleyen Şahin’in aynı konuşmasındaki “Devlet sevilir, devlet sahiplenilir. Devlet yanlış yapmaz” ifadesi de dikkat çekicidir. Milliyetçi ideolojinin devlet kutsiyetini belirtmekten öte bir durum vardır. Çünkü “ceberut devlete savaş açan” AKP’nin devletin kemikleşmiş “totoliter” yapısını ifşa çabalarına karşın Şahin’in devleti mutlak olumlaması bir çelişkidir.

Çelişkiler yumağı içerisinde Başbakan’ın Şahini sahiplenmesine ilaveten Ergenekon Davasına bakan İstanbul 13’üncü Ağır Ceza Mahkemesi’nin AKP’ye müşteki sıfatı ile gönderdiği soruya AKP’nin verdiği cevap, Şahin’in kolektif temsil kapasitesini bir kez daha ortaya koymuştur: “Adalet ve Kalkınma Partisi adına müşteki olarak nitelendirilen kişi Genel Sekreter sıfatıyla partiyi temsile yetkili olan İdris Naim Şahin’dir. … Kanaatimizce bireysel olarak şikâyet dilekçesi veren diğer kişiler sehven iddianamede Adalet ve Kalkınma Partisi temsilcisi olarak yazılmışlardır”[10]. Ergenekon gibi AKP’nin kendisinden önceki hükümetlerden farkını ortaya koymak amacıyla göstermelik sınır çizgisi oluşturmasına yarayan bu dava dalgaları, (tarihin en büyük örgütlü gücü olan) devletin iç dengelerini yeniden tesis etmeye yaraması ve yeni ekonomik-siyasi-ideolojik-kültürel söylemsel zeminlerini de kalıcılaştırmaya hizmet etmesi bağlamlarında AKP’nin cansuyudur. Temsilci olarak Şahin’in atanması, diğer isimlerin “sehven” yer alması AKP’nin hegemonya denklemindeki bilinmeyen sayılarını azaltmaktadır.

Bilinmeyenlerden birisi, AKP’nin “sunduğu” devletçi dili kırma çabaları ile çelişen Şahin’in açıklamalarına karşın kabinede tutulma nedenidir. Ancak bu bilinmeyen Bahçeli’nin Roboski hakkında açıklamaları sonucunda bir nebze netlik kazanmıştır. “Sayın İçişleri Bakanı, demokratik açılım zırvasıyla meşgul olan bir önceki İçişleri Bakanı'ndan oldukça daha başarılıdır”[11] diyen Bahçeli birkaç gün sonra partisinin grup toplantısında “İçişleri Bakanıyla uğraşmak PKK’nın değirmenine su taşımaktan farksızdır. Bakan’ın çıkışları yüreklere su serpmiş ve takdir toplamıştır” diye özel bir not düşmüştür. Bahçelinin konuşmasında sarf ettiği “ölenlere methiye düzenler” ibaresi Başbakan’ın “nekropili” söylemini pekiştirerek, ilerleyen dönemin siyasal izdüşümüne ilişkin ipuçları da sunmaktadır. Bahçeli’nin Naim Şahin’i destekleyerek AKP içerisinde çatlak yaratma ya da milliyetçi oyları çoğaltma gibi hangi gerekçeleri olursa olsun, Şahin’in temsil ettiği pozisyonu kuvvetlendirerek, AKP’nin yürüteceği etnik ve mezhepsel söylem savaşları ile toplayacağı puanları arttırdığı ortadadır. Daha doğrusu 2000’lerin başından itibaren hegemonik düzlemi inşa ederken AKP tarafından özel bir önem verilmeyen ve AKP ile pek fazla özdeşleştirilmeyen bir ideolojik varyasyona ağırlık verildiği kendini iyice hissettirmiştir.


AKP’nin -kuruluşundan itibaren- siyasal ve toplumsal iktidarı hedefleyen icraatlarına ve söylemlerine dair yapılan değerlendirmelerin büyük çoğunluğu bir “hegemonyanın tesisi” analizi etrafında gerçekleşir. Bu değerlendirmeler kimi zaman açık, kimi zaman örtük olmasına karşın, haklı bir şekilde AKP’nin hangi tür araçları/devlet aygıtlarını veya siyaset-bürokrasi kurumlarındaki olağandışı gelişmeleri operasyonelleştirdiğine kilitlenir. Şurası açık ki, AKP’yi AKP yapan niteliklerle ilgili tüm sosyalist değerlendirmeler görece ya da kesin gerçeklikleri içinde barındırmaktadır. Çünkü AKP’nin siyaseti hangi parametreler eşliğinde dilsel olarak kurguladığı yahut toplumsal üretim ilişkilerine hangi devlet aygıtlarını kullanarak müdahil olduğu, şüphesiz maddi bir gerçeklikten beslenmektedir. Bu noktada AKP’nin toplumsal formasyona yön verme kapasitesini ne tür bir ideolojik zeminden söylemler eşliğinde geliştirdiği önem arz etmektedir.

Althusser’den bu yana biliyoruz ki ideoloji, toplumsal/gündelik yaşamdaki somut kadın ve erkekleri biyolojik varlığının ötesinde aidiyetlerini içerecek biçimde “sarmalayan” ve “çağıran” bir tür pratikler bütünüdür.[12] İdeolojinin toplumsal üretim ilişkileri ile ilişki halindeki “doğası” toplumsal dengeleri biçimlendiren tüm kurumsallıkları sarmalamakta ve çağırmaktadır. Bu bağlamda AKP, Türkiye siyasi tarihindeki radikal ve/veya merkez sağ siyasetin kolektif-klientalist heterojen ittifakı olarak sürdürülebilirliğini garantileyecek bir dizi ideolojinin de taşıyıcısıdır (-taşıyıcısı olmak zorundadır). Sol siyasetlerce yapılan analizlerde 1980 darbesinin ideolojik ve kültürel meşrulaştırıcısı olarak inşa edilen Türk-İslam Sentezinin[13] ve bunun aktüel siyasetteki söylemsel formasyonunun, AKP’nin bugünkü mayası olduğu söylenir. Gerçekten de AKP, neoliberal siyasetin ve bunun toplumsal sınıflar üzerinde “tahakküm” oluşturmasına yarayan siyasaların zeminini Türk-İslam Sentezinden yükseltmektedir. Ne var ki AKP, kitlelerin algı ve bilişsel düzeylerini maniple etmeye yarayan bu ideolojik eklektikliğin dozajını konjonktürel olarak ayarlamaktadır.

İlk iktidarında “değişim” eksenli söylemlerle kitlelerin karşısına çıkan AKP, ikinci iktidarında yine “değişimi” kullanmıştır. Söz konusu değişim, ilk iktidarın kendisini topluma sunma stratejisi halinde, farklı toplumsal sınıfların formel siyasetteki rızasını teminine yönelik özselliğe vurgu yaparken, ikinci değişim söylemlerinde, parametresini devlet içindeki mevcut ve hakim ideolojik kanatlara yoğunlaşılmıştır. Bu bağlamda bir dizi kurumsal yenilenmeye ağırlık vereceğini her seferinde yinelerken kitlelerin desteği için din, eğitim, sağlık, hukuk, güvenlik gibi devlet aygıtlarını kullanabildiği oranda kullanmış; kullanamadıklarını ve kullanım-dışı olanları tasfiye etmeye dönük yürütme gücünü devreye sokmuştur. Malum bu tablo 12 Eylül Referandumu ile “taçlanmış”, üçüncü iktidarın yolunu açmıştır. AKP, üçüncü kez iktidar olduğu son seçimlerde de değişim söylemini işlevselleştirmiş; ancak bu söylemi destekleyecek başka bir argüman geliştirmiştir: “istikrar”. Makroekonomik veriler ve istatistiğin desteği ile değişimin olumlandığı bu aşamada ampirik düzeydeki istikrar vurgusu, AKP’nin taşıyıcısı olduğu kodları topluma kazımak için genel bir meşruiyet sağlamıştır. Ancak şuana kadar çizdiğimiz tablo son derece yüzeyseldir. Çünkü AKP’nin tanıtlayıcıları arasında kitlelerdeki önkabulleri hedefleyen ve bu sayede verili bir siyaseti güdülemesine yarayan hazır ideolojik formasyonlu şablonlar vardır. Bunlar milliyetçilik ve İslam’dır.


Therborn’a göre milliyetçilik “kapsayıcı-tarihsel” ideoloji kategorisindedir. Biraz daha açarsak bireylerin hangi etnik grup, ulus, köy, kabile ve mezhebe ait olduğuna dair betimlemeler üreten ideolojilerdir. İslam ise bir din ideolojisi olarak “kapsayıcı-varoluşsal”, yaşamın anlamına, yaşamda iyi ve kötünün ne olduğuna ve insani varoluşta neyin olanaklı olduğuna dair sorulara cevap veren mitoloji, din, laiklik gibi ahlaki ideolojileri kapsar.[14] Belirtilmesi gerekir ki, bu analitik ayrımda yer alan ideoloji tipolojileri yeknesak ve bu betimlemeye her zaman uymaz çünkü somutta saf haliyle görünür olmazlar. Farklı taşıyıcıların yani kurumsal ve kişisel aktörlerin aracılığıyla belirli bir zamanmekanda, belirli bir toplumda yeniden biçimlenirler/yeniden üretilirler. Şimdi AKP’nin bu iki ideoloji üzerinde yükseldiğini anlamak daha kolay olabilir çünkü “kapsayıcı” ideolojiler, kitlelerin spesifik olarak belirli bir grubuna odaklanmayarak ve daha da önemlisi bireylerin özel olarak içselleştirmesi için ekstra çaba sarf etmesine gerek olmayan ideolojilerdir. Kapitalist üretim tarzında ailenin düzenlenişinden bireyin kamusal alanda kimliği ile cisimlenişine kadar bir dizi pratikler ve söylemler aracılığıyla birey bu iki ideoloji tipinden ya birine ya da her ikisine farklı oranlarda entegre olur.

Milliyetçilik ve din ideolojilerini kullanan siyasetlerin devleti algılayış/algılatma konseptleri de önemlidir. Genellikle devlet Weber’in düşünce çizgisine uygun, “zorunlu” ve “toprak (teritoryal) temelli” bir örgütlenme olarak görülür.[15] Bu tarz siyasetlerde devlet konsepti, özgül bir toprak parçasındaki baskı pratikleri kadar milliyetçi ideolojiyi besleyecek kan bağı pratiklerini de içerir. Bu nedenle “devletin yüceliği” kadar devletin coğrafik bedeninin (geobody) organizmasını oluşturan toplumun, varoluşsal mahiyeti özel olarak yeniden üretilmelidir. Toprak temelli kan bağı söylemi üzerinden sağlanmaya çalışılan aidiyet örgütlenmesi, ideolojik açıdan benzer bir algı düzeyinin egemen olmasında kolaylık sağlar; haliyle egemen sınıflar için bu yönetilebilirliğe delalet eder. Din ideolojisi ise söz konusu yönetilebilirlik aşamasında bir devletteki coğrafik eşitsiz gelişmeleri, bir toplumdaki özgül sınıfsal eşitsizlikleri görünmezleştirmeye yarar. Mülkiyet ve sömürü ilişkileri sıklıkla bu iki ideolojinin saf halinde değil; devlet aygıtı içindeki yeniden ayarlanmaları ve toplumsal formasyona tatbiki ile devreye sokulur.[16]


AKP’nin Cumhuriyet tarihinin sui generis siyasal aktörleri arasında yer almasını sağlayan, bu iki ideolojiye hem kendisinin eklemlenebilmesi[17], hem birbirine eklemleyebilmesi, hem de toplumsal formasyonda bu iki ideolojinin yeniden üretimindeki hüneridir. Bilindiği gibi ikinci iktidarları döneminde AKP, “ceberut devlete karşı sürdürdüğü” değişim vurgusu esnasında kimilerine göre devletin tabularını yıkarak etnik ve mezhepsel açılımlara yönelmiş, kimlik sorununu anaakım siyasetin alanına taşımıştı. Bu değişim hamlesini yürütürken devlet aygıtı aracılığıyla yaptığı propagandada ise “alan kapma” savaşı içinde olduğu siyasi kurum/kişilere yeni cepheler açarak savaş ilan etmişti. Bu noktada özelikle Kürt sorununu 2010-2011 yılları arasındaki kavrama tonu görece ılımlı kabul edildi ve devletin “teritoryal mantığının” milliyetçi dilini kırdığı düşünüldü. Gerçekten de AKP, alt-üst kimlik söylemini formel siyasetin gündelik diline eklediği andan itibaren -mayalandığı- Türk-İslam Senteziyle olan bağını silikleştirmeyi başardı. Bu evreyle birlikte devşirdiği düşünürler aracılığıyla yeni bir siyasal imgelem olarak siyasetin sahnesine “yığıldı”. AKP, 2011 seçimlerine kadar mevcut dilini değişim ve hesaplaşma üzerinden kurarken, kitlelerden rıza teminini din ideolojisi aracılığıyla tedarik etti. Kabine, grup başkan vekilleri, vekil isimlerinde yapılan değişikliklerde ve vitrin tazeleme girişimlerinde, genellikle Milli Görüşte veya merkez sağın din-ideolojisi ile bağlantısı daha çok anılan kişiler tercih edildi. Pratikte uygulamalardaysa AKPli siyasiler söylemlerini İslamcı muhafazakârlık üzerinden kurarken, maddi yaşımın örgütlenmesini eski tarzda yürüttü. Milli Görüş’ün 1990’ların ortasında yükselmesini sağlayan “yardımlar” devam etti. Merkez yönetim veya yerel yönetimler aracılığıyla kamu hizmeti paradigması iğdiş edildi, AKP döneminde bürokratik ve sosyal yardımlaşma aygıtları aracılığıyla formelleşen ve resmi bir kimliğe kavuşturulan “yardımlar” sınıf siyasetini parçalayan popülist bir yöntem olarak kitleselleşmenin payandası oldu. Yardımlar, açlık sınırında yaşayan kitleler için rıza sağlatacak (siyasal) simgelere dönüştü. Bu simgeler, dinsel referanslı bir siyasi iktidarla özdeşleştiği oranda “kapsayıcı-varoluşsal” ideoloji kategorisindeki İslam’ın maddi pratiğini (ibadet, sünnet, vb) İslami pratikler dışından yürütmenin yolu anlamıyla eşanlamlı hale geldi.


AKP’nin dinsel referanslar eşliğinde toplumu bir “aidiyet toplumu” olarak örgütlemesi sadece maddi yaşamı düzenleyen pratiklerle sınırlı kalmamıştır. Özellikle eğitim alanı ile nesilleri biçimlendirme son zamanlarda ağırlık kazanan başka bir İslam dışı pratiktir. 4+4+4 yasası olmak üzere seçmeli derslerin dini içerikli olması, seçmeli dil olarak Arapçanın öğretilmeye karar verilmesi, İmam Hatip Liselerinin orta kademelerinin tekrar açılması, İslam dini ideolojisi üzerinden kitleleri hâkim ideolojiye eklemlemenin ve ideolojik pratikleri yeniden üretmenin orta ve uzun vadeli kritik icraatlarındadır. AKP’nin siyasalarının şimdiki odağı gündelik yaşamın dinsel referanslarla örülmesine dönüktür. AKP’nin İslam fonunda gerçekleşen eylemleri, siyasal İslam dolayımında şerri bir düzenin inşasına değil, toplumsal normların arzu edilen çizgide ilerlemesine garantilemeye yöneliktir. Şerri düzene tekabül etmeyen bu çabalar, büyük oranda toplumda maya tutmuştur. Homojen olmayan tabanını belirli bir süredir çıkar şebekeleri üzerinden muhafaza eden AKP, bu vesileler ile de tabanın farklı kesimlerinin uzlaşacağı uğraklar yaratmaya çalışmaktadır. Ancak kimi siyasalarda dozun arttırılması, AKP’ye yakın isimleri de rahatsız etmektedir. Etyen Mahçupyan bir yazısında “İslamcıların anlaması gerek ki, artık ‘elimizdeki’ Müslümanlar bu ve onların kendilerini dindar kalarak değiştirme dürtüsünü durdurmak zor. Bu durumda sekülerleşmeye ve modern olana karşı çıkmanın bizzat Müslümanlara karşı olmak gibi algılanabileceğini idrak etmekte yarar var.” diye bir şikayette bulunmuştu. Mahçupyan iktidarı destekleyen bir zatın şikayetine neden olan “Ne var ki Türkiye'nin yeni sosyolojik gerçeği, sekülerleşen ve kendi dünyasından bir modernlik üretmek üzere olan yeni bir Müslüman'ı ve dindarlığı haberdar ediyor. Bu toplumsal dalga modernliğin ve devletçi otoriter laikliğin eleştirilebildiği post-modern ve küresel bir tarih aralığında mümkün olurken, geri dönüşü şimdilik olanaksız bir sosyolojik ve zihnî eşiğin geçilmesiyle de sonuçlandı.”[18] şeklindeki görüşleriydi. Özetlersek, muhafazakâr bir siyasete “evet”, ancak gündelik yaşamın ve kamusal alanın İslamlamizasyonuna “hayır”. Ne var ki AKP din-ideolojisi içinden kurduğu dilin karşılığını bulduğunun farkında olması nedeniyle eylemlerini devam ettirecektir.

Son seçimlerde partilerin oy dağılımına bakıldığında AKP, İslam içerikli teknolojilerin kullanımında ideolojik açıdan aynı kulvardaki rakiplerinin oylarını azaltmış, hatta bazılarını yutmuştur. Aynı kulvardaki oyları kendi bünyesinde topladığını ise çıkardığı vekil sayısı ile kanıtlamıştır:

 

2011 seçimleri Oy Oranı (%)

Vekil Sayısı

2007 seçimlerine göre oyların oransal kıyaslaması

AKP

49,90

326

+ 3,32

MHP

12,99

53

- 1,28

Saadet Partisi

1,24

0

- 1,1

DP

0,65

0

- 4,77

DYP

0,15

0

+ 0,15

Haziran 2012’den itibaren yayılmaya başlayan HAS Partili Numan Kurtulmuş’un ve eski DP’li Süleyman Soylu’nun AKP’ye geçeceği haberleri[19] Ağustos ayında iyice ayyuka çıkmıştı. Bu haberlerin gerçekleşip gerçeklememesinden bağımsız, böyle bir birleşme, AKP aracılığıyla sağın monobloklaşma eğilimi olması önemlidir.

AKP’nin sağ siyaset eksenindeki aktüel amacı, muhafazakâr-sağ hegemonyanın milliyetçi oylarının deyim yerindeyse tamamını süpürmektir. AKP’nin karşısındaki şuan ki tek ciddi rakibi ise MHP’dir. MHP, siyaset sahnesindeki değişimi sonrasında daha “rasyonalize” ve disipline edilmiş bir milliyetçi perspektif ile Bahçeli yönetiminde olduğu günden bu yana, oylarını belirli bir sınırda koruyabilmiştir. Ne var ki, bu sınırı MHP’nin iradesinden çok ülkenin yapısal koşulları ve sonuçları belirlediği için oylar, söylemlerin tarihsel geçerliliğini kaybetmesi eşliğinde erimeye başlamış, ya BBP ya da AKP saflarında konumlanmıştır. Tam da bu aşamada oyların kanalize olacağı yer ve pastanın büyük dilimi AKP’yi ilgilendirmektedir.

 

2007 Seçimleri (%)

2011 Seçimleri (%)

MHP

14,26

12,99

BBP

Katılmadı

0,73

2015 Genel Seçimleri için AKP oy deposunu şimdiden istiflemek amacıyla siyasal kurumsal ve söylemsel kurgusunu yeniden revize etmektedir. Değişim, istikrar ve benzer söylemlerine paralel din ideolojisi üzerinden rıza tesisini büyük oranda tamamladığına inanan ve bunun devlet aygıtı ile sirkülasyonundan emin olan AKP, Türk-İslam sentezinde eksik bıraktığına inandığı milliyetçilik ideolojisini sıçrama rampasına dönüştürmeye çalışmaktadır. Böyle bir süreçte BBP’nin konumu da önemlidir. Çünkü BBP ile AKP arasında da birleşme haberleri basında yer bulmaya başlamıştır. BBP’nin tarihsel olarak ortaya çıktığı koşulları[20] hatırlarsak AKP ile türdeş bir ideolojik hat üzerinde seyredebilecekleri şimdiden belli bir sonuçtur.

Sonuç yerine şunu söylersek hata etmiş olmayız: AKP merkez sağ siyasetin değil, sağın merkezinin bir aktörüdür. Bu aktörün rolü, devletin “kapitalist” ve “ülkesel” mantığını konjonktüre kimi zaman ayrıştırmak ve kimi zaman birleştirmektir. Bu bağlamda AKP iki mantığı birleştirirken hangi siyasal söylemsel formasyonu tercih edeceğini sürekli açık uçlu ve muallâkta bırakmaktadır. Bu siyasal basiretsizlikten ziyade siyasi alan içinde hızlı dümen kırabilmek amacıyladır. Dümenin bir tarafında din diğer tarafında milliyetçilik bulunmaktadır ve 2015 seçimlerine giderken şimdilik dümeni tedricen milliyetçiliğe kırmaktadır.


[1] http://www.edebiyathaber.net/murathan-mungan-keske-idris-naim-sahin-yalnizca-bir-saka-olsaydi/

[2] Başbakan’ın ilgili konuşması için: http://www.haberturk.com/gundem/haber/739892-tek-dil-degil-tek-bayrak-tek-din-tek-devlet-dedik- ve buna MHP kanadından gelen eleştiri için: “MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, 'Çakma milliyetçilik' söylemlerini eleştirdi.. ‘Bunlar 'çakma milliyetçilik' söylemi!’” http://www.haberturk.com/polemik/haber/628312-bunlar-cakma-milliyetcilik-soylemi-

[3] “Bakan Uluderede katledilenleri ‘suçladı’” http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=45181

[4] http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/05/24/celikten-bakan-sahine-uludere-tepkisi

[5] http://www.gercekgundem.com/?p=461537; http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=340584

[6] Jameson, F., (2000), Globalization And Political Strategy, New Left Review, 4, July-August.

[7] “Bunlar Ölü Sevici” http://siyaset.milliyet.com.tr/bunlar-olu-sevici/siyaset/siyasetdetay/28.05.2012/1545953/default.htm?ref=OtherNews

[8] http://www.focushaber.com/-hepiniz-ermenisiniz-hepiniz-picsiniz--h-115245.html

[9] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20597761.asp

[10] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20637019.asp

[11] http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=340584

[12] Althusser, L., (2008), Yeniden Üretim Üzerine, sf 271-273, Çev. Işık Ergüden & Alp Tümertekin, İstanbul: İthaki. Ayrıca, “Bireyin çağrılan özne haline gelmesi için kendisini ideolojik söylemde özne olarak kabul etmesi gerekir, ideolojik söylemde yer alması gerekir. (Dolayısıyla ideolojik söylem) zorunlu olarak özneyi söylemin bir sessel göstereni olarak içeren bir söylemdir” Althusser, L., (2008), Psikanaliz Üzerine Yazılar, sf 158, İstanbul: İthaki.

[13] Türk-İslam Sentezi hakkında, Bora, T. (2007), Türk Sağının Üç Hali Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslamcılık, İstanbul: Birikim.

[14] Therborn, G., (2008), İktidarın İdeolojisi İdeolojinin İktidarı, sf 35-40, Çev. İrfan Cüre, Ankara: Dipnot.

[15] Daha fazla ayrıntı için, Weber, M., (1978), Economy and Society: An Outline of Interpretive Sociology, vol 1, sf 56 vd., London: University of California Press

[16] Marx der ki, “Din karşıtı eleştirinin temeli şudur: Din insanı değil, insan dini yapar. Din, esasta ya kendisine henüz ulaşmayı başaramamış ya da kendisini bulup yeniden kaybetmiş insanın öz bilinci ve izzetinefsidir. Ama insan dünyanın dışında pinekleyen soyut bir varlık değildir. İnsan, insanın dünyası, devlet, toplum anlamına geliyor. Bu devlet ve toplum dünyanın tersine çevrilmiş bilinci olan dini üretir, zira devlet ve toplum alt üst olmuş bir dünyanın kendisidir”. Marx, K., (1997), Hegel’in Hukuk Felsefesine Eleştiri, sf 191-192, Çev. Kenan Somer, Ankara: Sol.

[17] Laclau’ya göre siyasal bir alanda farklı ve parçalı tikel talepleri aynı anda bir araya getiren, aralarında eşdeğerlilik yaratan siyasal işlem genel olarak eklemlenme, özel olarak çağırma-adlandırmadır. Laclau, E., (2007), Popülist Akıl Üzerine, Ankara: Epos.

[18] http://www.zaman.com.tr/yazar.do?yazino=1335271&title=islamcilik-muslumanlara-karsi-mi

[19] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/20863485.asp ; http://haber.mynet.com/kurtulmus-ve-soylu-ak-parti-yolunda-638331-politika/ ; http://www.ntvmsnbc.com/id/25366553/

[20] İdeolojik açıdan Nurettin Topçunun Anadoluculuğu; Erol Güngörün batılılaşma karşıtı söylemi ve revize ettiği Ziya Gökalp hars-medeniyet ayrımı; Necip Fazıl Kısakürek’in motivasyoner özelliği ve kolektif aksiyonu imanla bağlaması; belki de BBP açısından en önemlisi Ahmet Arvasi’nin görüşlerinden beslenmiştir. Tarihsel açıdan kadrolar . 1984 ile 1987 sonbaharına kadar başta Mamak Askeri Cezaevinde olmak üzere bir çok cezaevinde kopuşlar yaşanmaya başlanmıştır. İslam değerlerine karşı soy-Türkçü ülkücülerin getirdiği eleştirel duruş çoğu konuda eksik kalmıştır. Tahliye olan kadroların çıkardığı “Yazı” dergisi, ideolojik ve görece doktrinsel olması bakımından Türk-İslam ülkücülüğünün sesi olmuştur. İlk getirilen eleştiri merkeze ve merkeze getirilen ilk eleştiri ise “lider-teşkilat-doktrin hiyerarşisi içinde İslam’ın özüne sadık kalmadan kullanıldığı” olmuştur. Konuyu işleyen faydalı bir kaynak: Bora, T. ve Can, K. (2007) Devlet ve Kuzgun 1990’lardan 2000’lere MHP, İstanbul: İletişim.