Yas, Zulüm ve İyi

 

Bir yarıkta yaşamanın deneyimi bizimki. Burada zaman bildiğimiz gibi değil, sanki sonsuza dek büzüşüp duracakmış gibi, tehditkâr ―beklenmedik, can yakan örtüşmeler, fakat aniden zuhur eden kopuşlar da, bazen hiddetiyle baş döndüren ivmelenmeler, fakat iç sıkıntısının aldırış etmeden yayıldığı yavaşlamalar da; artık hepsini tanıyoruz. Bir kaybın açtığı yarıkta asılı kalmak... Ve gördünüz, burada mekân da bildiğimiz gibi değil, hepsi eşikten ibaret incecik ve kesintili bir hat ―evet, tanıdık şeyler var, orada burada, lakin hiç bilemeyeceğimiz bir düzende, yamuk, tepetaklak, ve acımasızca yarım. "Ankara Garı", bütün bu parçalanmış dünyanın mümkün tek adı olarak damgalandı ve lanetlendi çoktan.

Yas dediğimiz, bir yarıkta tutulan şeydir. Ve orada öyle asılı duruyorken, bizleri bekleyen öyle çok şey vardır ki, bütün dehşetiyle. Böyle olduğundan hiçbirimiz en ufak bir şüpheye kapılmayız aslında, yine de dehşetin kokusu önceden gelir burnumuza, ve aklımızı çeler, sığınabileceğimiz bir yer, kaçabileceğimiz bir yol olduğunu düşündürür, ve evet, sonu cehenneme çıkan birden fazla yol vardır, her zaman: Üzerinden atlamak ―ahh şu cezbedici ahmaklık derhal gelip yakalar insanı, oysa bir yarığın üzerinden atlamak demek, onun tarafından kapılmak demektir, sonsuzcasına yarılmak demektir, ve üzerinden atlayabileceğinizi zannettiğiniz şu yarığın bu defa sizi baştan sona katetmiş olabileceği şüphesi içinizi kemirmeye başladığında, bir başka kötü habere daha hazırlıklı olmanız gerekecektir: şu yarık... Artık o, tek değildir! Etrafından dolanmak ―aceleci ahmaklığın yerini bu defa sebatkâr ahmaklık alır, ve peki, ama unutmayın, uzun sürecektir, çok uzun, bitmemecesine uzun, kenarında durup ilerlediğiniz yarıktan aşağıya uzanan boşluğa gözlerini dikmiş ve onunla büyülenmiş olarak, ve belki de, öte tarafa bildik anlamda bir geçişin asla mümkün olmadığı gerçeğini hiçbir zaman idrak edemeden. Ve: Kendini boşluğa bırakmak ―"kusursuz bir vicdan" için tahsis edilmiş bir yerin bu dünyada mevcut olmadığı gerçeğini kahredici bir vakarla ve kederle kabul ederek, ama nihayetinde üzerinde asılı kaldığımız şu yarığı açan zulmü, bu defa mutlak bir şekilde kendimize yöneltmiş olarak.

Sonunda dehşet gelip vurur, bütün bu ayartmaların elinden kurtulabilmişsek... Ve işte, "kusurlu bir vicdanla" bir yarıkta asılı kalmış olduğumuz gerçeğini kabul eder etmez. Burada bizleri hazır bekleyen ne çok şey vardır: Suç ―neden ben değil bir başkası, oysa oradaydım, o sırada ve sadece biraz ötede, biraz beride, veya hemen öncesinde, hemen sonrasında, ya da orada olmalıydım, fakat değildim işte, peki neden, orada olmam gerekmez miydi, neden onlar da ben değil; hasbelkader sağ kalmış olmanın, böyle haksız ve nedensiz bir şekilde ödüllendirilmiş olmanın, acaba hangi gizli işbirliğinin ve suç ortaklığının bir sonucu olabileceğine dair arkası kesilmeyen bir soru mahşeri, ve belki bütün bu soruların üzerine binen can yakıcı bir gerilim: kaybedilenlerin verdiği olağanüstü acıyla, ruhumuzun en karanlık bölgelerinden fısıldayan bir ses arasında, bir şekilde hayatta kalmış olmaktan duyulan örtülü şükran arasında. Utanç ―çok geçmeden, hatta hemen, "hayattayım, endişelenmeyin," demek için telefonlarımıza sarıldığımız o ilk andan itibaren, hayatın muazzam gücüne çabucak ve yeniden yakalanmış olmaktan duyulan sıkıntı; nihayetinde bütün bu olanları geride bırakacak olduğumuzun, yakınlarımızın yanına, evimize, işimize gücümüze geri dönecek olduğumuzun, ve işte, sürdürmeyi sürdürecek olduğumuzun örtük bilgisiyle birlikte gelen utanç ve vicdan azabı. Borç ―kaybettiklerimizin boynumuza astığı mutlak ödev; hayatın ayartmalarına, zamanın soğukluğuna, insanın unutkanlığına nasıl direneceğiz, direnebilecek miyiz, peki geride bıraktıkları sözü ve vaadi hakkını vererek taşıyabilecek miyiz, ya yapamazsak, ya yüzleri kumda silinip giderse? Tanıklık ―bütün bu olan bitenden sağ kurtulmuş olmamızın hiç değilse bir anlamı olmalı, gördük, duyduk, tanık olduk, hakikati biliyoruz; fakat tanıklığın sırtımıza yüklediği görevin hakkını tam olarak verdiğimizden nasıl emin olabiliriz ki, tanıklık tam da kendi kalbinde gerçek bir muamma içermiyor mu, ya tanıklık imkânsız bir görevse... Gerçek tanıklar, onlar, orada ölmedi mi?

Bir yarıkta asılı olmak... Burada, bu yarıkta, yüreğimiz ve aklımız bütün bu cenderenin içerisinden geçmeye çalışıyorken üstelik, hiçbir ilkenin kesinliğine, hiçbir buyruğun kılavuzluğuna güvenemeyiz artık. Burada, bu yarıkta, bildiğimiz ahlakın, bildiğimiz iyinin ve kötünün ötesindeyizdir nitekim. Bir ilke mi? Yeniden icat etmemiz gerekecektir ―sanki hiç yokmuşçasına. Bir buyruk mu? Geçerliğini yeniden onaylamamız gerekecektir ―sanki ilk defa sınanıyormuşçasına. Yas sürecinde eksiltilemez bir yalnızlık varsa, bu yüzden. Yas sürecine içkin bir adalet sorusu varsa, o da bu yüzden. Ama işte, bu yükün altında büsbütün kaybolabilir de insan, kimsenin bilmediği, bilemeyeceği bir gücü devşirebilir de. Yine de bir tek şey, unutulmaması gereken: Burada, sadece güçlerini hor gören güçsüzdür.

Peki ya ağır bir zulme uğramış olduğumuz gerçeğiyle ne yapacağız? Maruz kaldığımız bu kötülüğün ayartmalarıyla nasıl baş edeceğiz, baş edebilecek miyiz? Bir zulmün vurduğu mühür silinebilir mi sırtımızdan? Bir kötülük nasıl alt edilebilir ki, ona bütünüyle yakalanmadan, onun tarafından kapılmadan belli belirsizce ve onunla zehirlenmeden? Zulmün öylesine tuhaf, öylesine tekinsiz, öylesine hoyrat bir yapısı vardır ki ―dönüp kendini yeniden hatırlatan sahte bir kökenle, bütün hesapları dağıtan sahte bir başlangıcın birbiri üzerine kapanması için girişilmiş alçakça bir zorlama, bir kuşatma, bir çembere alma hamlesidir zulüm; bir darbedir. Ve her darbe gibi, bırakın hakiki bir kökene sahip olmayı ve gerçek bir başlangıcın işareti olmayı, salt kendi boşluğunun dehşetinden ibarettir ―şiddetindeki mübalağa ve zorbalığındaki aşırılık dışında hiçbir vaadi yoktur, tam da bu yüzden. Lakin bunu küçümsemememiz gerekir, zira bu öylesine büyük bir ayartmadır ki. Elindeki tek koz budur: Kendi boşluğunu gizlemek için yarattığı dehşetle büyülemek ―bakışlarımız onun üzerinde donup kalsın diye, serbest bıraktığı hortlaklar ve zebaniler bizlere rahatça musallat olabilsin diye, bazen radikalliği bazense banalliğiyle aklımızı kurcalasın boyuna diye. Ve fakat kabul edelim, bu kozu mükemmel bir şekilde oynar. Kötüyle oyalanıp durmamız için öyle çok ve de haklı sebebimiz vardır ki. Oysa bu şekilde varabileceğimiz sonuçlar aslında çok da çeşitli değildir. Bazen: Zulüm daima başımıza gelmiş olan, gelmekte olan, gelecek olan şeydir, kalubeladan beri öyledir, uzun bir zulüm silsilesinin uğraklarından biridir bizi de gelip bulan, ister bunu idrak etmiş ister etmemiş olalım, mazlumluk bizlerin ortak adıdır. Bazense: Zulüm hak ettiği şekilde karşılık verilmesi gereken şeydir, anladığı dilden, bildiği dilden verilen bir yanıt; fakat bu bize ne yapar, neye dönüştürür, savaştığımız şeye benzetmez mi, elbet bunu bilemeyiz, ama var mı başka bir çaremiz. Bir darboğaz bekler bizi daima. Ve sonuç, mazlumluğun kabulü ile zalimliğin ayartması arasında bir yerlerde salınıp durur. Fakat: Zulüm başroldedir, çoktan.

Huzursuzluk ―bilincimiz uyanıkken taarruzu altında kaldığı bütün bu mülahazalara alttan alta eşlik eden şu ince huzursuzluk, muhtemelen hepimiz tanıyoruz onu, nadiren yakın, genellikle belirsiz, ancak her durumda süreğen. Ama biliyorum, kendimden biliyorum, yakınımdaki dostlarımdan biliyorum, geceleri uykumuzu bölen, kan ter içerisinde uyanmamıza neden olan şu huzursuzluk... Ona kulak vermemiz gerekir. Bazen (belki de her zaman) apaçık olan konusunda bizi uyanık kalmaya zorlayan tek sadık şeydir bilinçaltımız. Gece... aydınlatır. Bir kâbus... uyandırır. Ve şunu söylerken buluruz kendimizi: Gördün değil mi? Bir şey oldu! İyi bir şey oldu! Ve evet, iyi bir şey olmuş olmalı! Yoksa... bu kötülük... ve bu zulüm... bütün bunlar olmazdı ki. Oysa şimdi, zulmün seni nasıl baştan çıkardığını, nasıl ayartmaya çalıştığını görüyorsun. Ve seni nasıl çembere aldığını? Unutma! Zulmü unutma! Ve fakat, zulüm görenler için de, önce şunu unutma: İyi bir şey oldu, önce! Üzeri kanla örtülmek istenmezden önce! Üzeri zulmün dehşetiyle örtülmek istenmezden önce! Önce, iyi bir şey oldu!

Apaçık olan. Ama çok da kırılgan olan. İyi olan. Biliyoruz, bu oldu, ve oluyor: Yeni bir siyasal sözün, dolayısıyla hakiki bir siyasal sözün ortaya çıkışı. Şüphesiz bu, muazzam bir olaydır. Hepimiz buna tanıklık etmenin hem coşkusu hem de şaşkınlığıyla doluyduk, doluyuz, öyle olmalıyız. Hakiki bir siyasal söz, bir müjde gibi gelir. Ve bir vaattir. Zihnimizi bulandıran da bundan başka bir şey değildir aslında: Bir vaattir ve öyle olmanın muğlaklığından alabildiğine mustariptir ―hem mevcuttur, zira söylenmiştir bir kere, buradadır, hemen önümüzde, gözlerimizin önünde olup bitmektedir; fakat hem de namevcuttur, zira adı üstünde, bir vaattir, henüz olmamış şeydir, gelecek olandır, gelmekte olandır. Etrafımıza dönüp baktığımızda onun hakkında pek az kanıt bulabiliyorsak, bundan. Ama her şeye rağmen aramızda dolanıp durduğu duygusundan kendimizi alıkoyamıyorsak, yine bundan. Bu vaadin zor da bir çağrısı vardır: Olduğumuz şey olarak kalmaya son vermek! Gerçek bir fark, gerçek bir istisna üretmek gerekecektir. Nitekim gerçek bir siyasal özneleşme ânı, tam da bu nedenle, bir öteki olmaktan çıkış ânıdır. Öte yandan bu, söz konusu siyasal öznenin sonsuz bir imkânla buluştuğu çok yüklü bir andır ―bu andan itibaren ne olacağını, işlerin nereye varacağını kimse bilemez. İşte, zulüm de bu yüzden göreve çağrılacaktır: Yeni bir siyasal öznenin ortaya çıkışını boğmak, onu kışkırtmak, ayartmak, yaralayıp damgalamak, nihayetinde onu yine kendi ötekisi olarak kurup yeniden yakalamak için. Zulmün doğurduğu bütün öznellik türleri için bunun yürürlükte olduğunu görmemiz gerekir. Mazlumluk, örneğin: Acı verici gerçek şudur ki mazlumluk zulmü geri çağırır ve bize bir kader bahşeder ―başkalarının vicdanına seslenen, fakat onların özdeşlik kurması zor bir çağrı içerdiği için belki de. Oysa başkalarının vicdanı bize kapalıdır, onunla ne yapacaklarını kendileri bilir! Ayrıca mazlumluğun etkili bir siyasal güçlenme stratejisi olduğu varsayımına da şüpheyle yaklaşmamız gerekir: Unutmayalım, genellikle geniş kitleler mazlumlukla ancak şu koşulda bir özdeşlik ve duygudaşlık ilişkisi kuruyor ―zaten güç kazanmış ve muktedirliğini kanıtlamış bir özne tarafından dile getiriliyorsa. Eğer zaman zaman kendimizi hakiki bir barış imkânına yaklaşmış hissediyorsak, bu ne mazlumluğun kabulünden ne de zalimliğin ayartmasından ileri geliyor; hakiki bir barış imkânını yaratan tek şey, gerçek bir istisna üreten yeni bir siyasal öznenin söz almaya başlamasıdır (vicdan, nedamet, özür, bağışlama... Bunlar hep sonradan gelir).

Kaybettiklerimiz geride yalnızca dayanması güç bir acıyı değil, aynı zamanda yanıt vermesi güç bir soruyu da bıraktılar: Kötünün ayartmalarına kapılmadan yas tutmayı becerebilecek miyiz? Aynı soruyu başka türlü de sorabiliriz elbette: İyinin gücüyle yas tutmayı becerebilecek miyiz?