1545 Nisan’ında Alpler’deki küçük bir kasabada ciddi bir sıkıntı yaşanmaktadır. Buğdaybitleri tarlalara dadanmıştır ve heba olan ürün yüzünden kasaba kıtlığın eşiğine gelmiştir. O tarihte pek popüler olan Piskoposluk Mahkemeleri ise zaten neredeyse bin yıldan bu yana büyük bir özveriyle halkın sorunlarına deva olmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla açlıkla burun buruna gelen kasaba halkı da bu mahkemenin şefkatli kollarına sığınmakta bir an bile tereddüt etmemiş ve sorunun çözümü için buraya başvurmuştur. Şikâyet edilen buğdaybitleridir ve mahkeme bitlerin savunulması için iki avukat görevlendirmiştir. Çünkü ne olursa olsun buğdaybitleri de Tanrı tarafından yaratılmış ve kutsanmıştır ve her halükarda bir şey yaratılmış ise kutsanmamış olması mümkün değildir. Bu konuda insanın söz hakkı yoktur ve bunu kabul etmeyen herkes Tanrı’nın gazabını üzerine çekecektir. Üstelik insan yasalarının hayvanlara uygulanması da anlamsızdır. Bunun sonucu olarak da mahkeme buğdaybitlerine karşı kaba ve düşüncesiz bir şekilde hareket edilmemesi gerektiğini, kasaba halkının Tanrı’ya dönmesini, günahları için af dilemesini ve bitlerin istila ettiği alanda bu eziyetin bir son bulması için tören yapmaya devam etmesini tavsiye etmiştir. Benzer hükümler papağanlar, çekirgeler, domuzlar söz konusu olduğunda da verilmiştir.
Ama Kilise her zaman bu kadar vicdanlı davranmamıştır. Çünkü iş bazen bir hayvanın yaşamını idame ettirme çabasını aşarak “suç”a yönelmiştir. 1457 yılında beş yaşındaki bir çocuğun cesedi yanında bir domuz bulunduğunda kendisi derhal ölümden sorumlu tutularak, domuz hakkında idam cezası verilip infaz edilmiştir. Bir kilise resminde de insan kıyafeti giydirilmiş bir domuzun halk tarafından linç edildiği resmedilmiştir. Buğdaybitinin, yani bir hayvanın yargılanması tek örnek değildir.
Genel olarak Hıristiyan anlayışının, insanı evrenin merkezine koyduğu ve Tanrı’nın tüm evreni insana ve onun hizmetine sunduğu, hatta tüm evrenin insan için yaratıldığı yöne meyilli olduğu doğrudur. Bu anlayış sonradan Müslümanlık tarafından da devralınmıştır. İnsana zarar verdiği düşünülen bir domuzun idam edilmesi de bu anlayışın bir sonucudur. Bazen Tanrı’nın ya da elçilerinin başka canlılara dair kıyıda köşede kalmış kelamlarını hatırlayıp, buğdaybiti vakasında olduğu gibi, insanlardan kendilerine hoşgörü göstermeleri istenmiş ise de tek tanrılı dinlerin tutumu genellikle insanı evrenin efendisi olarak görmektir ve ona zarar veren “her canlı bir gün ölümü tadacaktır” (Madagaskar’ın İtasy Gölü civarındaki halk sürekli olarak göldeki timsahlarla boğuşurdu. Ne zaman bir insan gölde kaybolsa rastgele bir timsah seçilerek “Allah yarattı” denilmeyip kendisiyle ödeşilirdi. Ama tek tanrılı dinlere mensup olmadıklarından büyük ihtimalle insan olan düşmanlarına da aynı şekilde davranıyorlardı. Başka bir deyişle bir timsahla, hayvanla bir insana eşit muamele ediyorlardı. Eski çağlarda bir insan suç işlediğinde tüm ailenin ya da klanın suçtan sorumlu olması ile de benzerlik gösteriyor).
Ama tek tanrılı dinlerin insanla hayvanı ya da diğer canlıları birbirine karşı nerede konumlandırdığı meselesinin dışında, mahkemenin hayvanlara dair olumlu ya da olumsuz hüküm vermesinin başka gerekçeleri de olabilir. En mantıklı gerekçe de Kilise’nin dünya üzerindeki her şeye kadir ve hepsi üzerinde muktedir olduğunu kanıtlamak üzere bu tür olaylara müdahaleyi de iktidarının birer kanıtı olarak görmesidir. Aynı kanıtlama arzusu, aynı çağlarda cesetlerin mezarlardan çıkarılarak mahkemelere getirilip yeniden yargılanması durumlarında da geçerlidir. İktidar ya da Kilise, kral ya da feodal bey, hem yaşam hem ölüm, hem ölü hem diri üzerinde söz sahibi olduğunu her şekilde dosta düşmana göstermek için hiçbir fırsatı kaçırmamışlardır. 1269 yılında bir Lord’un baş kâhyası bahçede bulunan on sapkının cesetlerini çıkarmış ve yakmıştır. Lord hemen baş kâhyayı mahkemeye vermiş ve kendi arazisinde bir ceset yakılacaksa bu hakkın kendisinde olduğunu beyan etmiş ve davayı kazanmıştır. Burada da asıl önemli olan, Lord’un cesetlerin yargılanamayacağına dair hukuki görüşü ya da cesetlere eziyetin kendi vicdanında açtığı derin yara değildir; iktidarının başkaları tarafından sarsılmış olması ve kendi toprağı üzerinde bulunan her türlü diri ve ölü hakkındaki son sözün kendisine ait olduğu konusundaki kabulün böylesi çapulcular tarafından bozulmuş olmasıdır. Ama bazı durumlarda konu iktidar dışındaki meselelerle de gündeme gelmiştir. Örneğin her tek tanrılı din tarafından büyük günah addedilen intihar faillerinin cesedi topraktan çıkarılmış ve darağacına yollamıştır. Herkes böyle kafasına göre intihar ederse cellatlar nasıl para kazanacaktır, öyle değil mi? Görüldüğü üzere bazen tek sorun maddi kazanç olabilmektedir.
Ama iktidarın gücünün akıl hastaları ve -mülkiyete konu ve ekonomik getirisi hariç- hayvanlar üzerindeki etkisini esaslı ya da can yakıcı şekilde göstermesi daha uzun zaman alacaktı. Bu elbette iktidarın bunlara karşı güçsüz olmasından kaynaklanmıyordu. Bir tür zararsız olana “hoşgörü” niteliği taşıyordu. “Deliler” toplum içinde yaşarlar, toplum tarafından gözetilirler ve korunurlardı. Köpek gibi evcil hayvanlar da öyle. Bunlara bir tür Tanrı’nın gariban kulları gözüyle bakılır ve toplum kendini bir şekilde bunlara karşı yükümlü hissederdi. Ama 18. yüzyıla gelindiğinde “deliler” de tıpkı suçlular gibi, toplum ve devlet üzerinde ekonomik ve toplumsal bir yük olarak görülmeye başlanıp da her an zıvanadan çıkarak düzeni bozmaya meyilli addedildiklerinden, onlar da “büyük kapatılma”dan nasibini alarak büyük “tımarhanelere” hapsedildiler. Kedi ve köpek gibi evcil hayvanların da akıbeti farklı olmayacaktı. Bu kapatılmadan çok daha uzun bir zaman sonra “hiçbir medeni Batı ülkesinde sokaklara kedi köpek yok” argümanına yol açan uygulama ile onların da fazlası itlaf edilecek, küçük bir kısmı da barınaklara kapatılacaktı. Nihayetinde, üretime katkısı olmayan, suçlu olsun deli olsun insanlar, düzen bozucu olarak görülecek ve yine üretime katkısı olmayan kedi ve köpeklerle birlikte, düzenli ve mutlu mesut yaşayan diğer insanlardan uzak tutulacaklardı.
Tüm bu kapatılma ya da itlafın iktidar/devlet tarafından sıkı bir şekilde uygulanmaya konulmasının 18. yüzyıla tekabül etmesi tesadüf değildir. Egemenlik rüyasının iktidara artık sıkı sıkıya yapışması ve artık onun ayrılmaz bir parçası olması tam da bu yüzyıla denk düşmektedir. Devlet artık Kilise’den oldukça bağımsızlaşmış, iktidarı tek elde toplamış ve sınırları belli bir toprak parçasında/ülkede/vatanda istediği gibi at koşturmaya -atlar topluma yük olan “gereksiz” kategorisinde değildir, ekonomik değeri yüksek bir ulaşım aracıdır- başlamıştır. Bu keyfî at koşturma hali, ülke/vatan denilen mekân üzerinde hangi insanın, hayvanın ya da bitkinin yaşayacağına ya da öleceğine karar verme yetkisini de kapsar. Başka bir deyişle, birçok siyaset bilimci ve filozoftan öğrendiğimiz üzere, egemen, yaşama, tüm canlıların yaşamına karar verecek olandır. Dolayısıyla bir kısım insanı devlet ve/veya toplum düşmanı görüp katletmek de, idam cezasını yürürlüğe sokmak da, zeytin ağaçlarını kesmek de, altın aramak için hektarlarca ormanı katletmek de, evcil hayvanları “uyutmak” da iktidarın yetkisi dahilindedir.
Hayvanlar üzerinde, onların yaşamasına ya da ölmesine karar verme yetkisinin ölümden yana kullanılmasının da elbette tarihsel gerekçeleri vardır. Çünkü modern devlet -kurumlarını Kilise’den aldığı ve tüm devlet yapılanmasının onun bir tür taklidi olduğu gibi- Hıristiyanlığın insan merkezli anlayışını da taklit eder. Bu kez Tanrı’nın yerine aklı koyup ona tapmaya başlamış, seküler bir icat olan ve insanın evrenin en üstüne yerleştiren Hümanizm aracılığıyla insan dışındaki tüm canlılara ve dünyanın/doğanın geri kalanına bir tür hizmetkâr gözüyle bakmaya devam etmiştir. Faydacılığın başat olduğu bu anlayışa uygun olarak da insan türüne faydası olmayan her türden canlı ya da cansız varlık gittikçe artan bir düzeyde Hümanizmin gazabına uğrayacaktır. Dün buğdaybitleri üzerinde dahi iktidarı olan Kilise’nin Piskopos Mahkemelerinin yerine sonrasında seküler yasamanın seküler yasaları ve mahkemeleri geçecektir. Onların da buğdaybitlerinin akıbetine karar verme konusunda muktedir oldukları şüphe götürmez. Ancak Piskopos Mahkemesinin yargıcı kadar vicdanlı olup olmayacakları şüphe götürür. Çünkü modern devletin üzerinde ondan korkacağı, en azından çekineceği bir Tanrı artık yoktur.
Modern devlette Tanrı’nın çoktan oyundan çıkmış ve dümeni tamamen egemene/devlete/iktidara bırakmış olması durumunda, halk açısından iktidarı dizginleme meselesi ortaya çıkar. Dizginlerin ne kadar gevşek ya da sıkı olduğu da siyaset pratiğinin faşizmden demokrasiye doğru giden geniş skalasında durduğu yer ile belirgin hale gelir.
Halihazır durumda siyasetin kerteriz noktası, içeride ve -bazı uluslararası kurumların sınırlı ve konjonktürel müdahalesi sayılmazsa- dışarıda herhangi bir vasi kabul etmeyen egemen devlet olsa da, bir devletin siyaset skalasında nerede durduğu o devletin uyrukları için hayati önemdedir. Temsilî demokrasinin uzun bir yoldan gelip son halini cumhuriyette bulduğu siyasi iklimde, esasında rejimin adının ne olduğu hiç de önemli değildir. İster meşruti monarşi ister cumhuriyet olsun, devlet kurumlarının antetlerinde basılı bu unvanlardan ziyade, siyasi pratik demokrasinin derecesiyle şekillenir. Temsilî demokrasinin bir kandırmaca olması ama ne yazık ki başka bir yöntemin henüz bunu yerinden edememiş olması eldeki gerçeklik olsa da demokrasinin her rejime sızabilmesi ve sızdığı oranda da kendi varlığını dayatabilmesi, dayattığı oranda da güç elde etmesi mümkündür. Bu da elbette rejimin türlü yöntemlerle denetlenebilmesine bağlıdır.
Türkiye’ye dair ise -adına isterseniz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ister Cumhuriyet diyelim- temsilî demokrasinin/parlamenter sistemin az ya da çok olan olanaklarından ne kadar yararlanıldığı ya da bu olanakların demokrasi adına ne kadar zorlandığı çok önemlidir. Ama geçelim Türkiye’deki iktidarı, o iktidara muhalefet olanın bile temsilî demokrasinin olanaklarını nasıl göz ardı ettiği, bu olanakları kullanmak konusunda ne kadar da isteksiz olduğu ayan beyan ortadadır. Türkiye’de muhalefet kadim sorunlara -örneğin “Türklük Sözleşmesi”ne ve bunun eseri olan ırk ayrımcılığına, heterodoks dinî akımların, azınlıkların ve mültecilerin haklarına- dair mevzularda çoğu zaman iktidarın yanında durur. Böylelikle de zaten halkın önemli bir kısmını, “eşit yurttaşlık ilkesi”ni görmezden gelerek siyasetin dışına atar. Böylesine önemli bir nüfusun siyaset dışı bırakıldığı bir durumda da demokrasinin rejim içinde güçlenmesi elbette çok meşakkatli bir hale gelir. Demokrasinin olmazsa olmazı ifade özgürlüğüne, kendini “Türklük Sözleşmesi”nin bir tarafı olarak kabul ederek sahip çıkmayan bir muhalefetin demokratik bir kamuoyu yaratılmasına değil destek, köstek olduğu da rahatlıkla söylenebilir. Böyle bir durumda da iktidara gerçek bir baskı yapılmasının tek şartı olan demokratik toplum, muhalefetin de yardımıyla büyüyüp serpilmesi ve güçlenmesi engellenerek, mevcut haliyle kendi içine kapanır. İş bununla da kalmaz. Temsilî demokrasinin zaten olmayan demokrasi kısmı yeterince yok sayılmışken, “temsil” kısmı da mümkün olduğunca kötüye kullanılmaya devam eder. Tarihsellik gereği zaten yeterince kırılgan ve verimsiz olan temsil ilişkisi halktan tamamen koparak bağımsız bir yerde konuşlanır ve halkla ilişki de buradan kurulur. Şeffaflık tamamen yok sayılıp seçim pazarlıkları “namus meselesi”ne dönüştürülerek ya da iktidarla yapılan görüşmeler tamamen gizli tutularak, iktidarın “devlet sırrı” kavramı sahiplenilir ve halka kabul ettirilir. Türkiye’deki mevcut iktidar zaten, kendi siyaseti ve ideolojisi gereği ve bununla kesinlikle tutarlı olarak, demokrasi çıtasını asgari düzeyde tutmakta niyetli, hatta azimliyken, muhalefet de bu çıtanın ancak ve ancak bir iki basamak daha yukarıda olmasından yanadır ve bu sınırda kalmasını canı yürekten ister görünmektedir. Kadim devlet ideolojisinden sapmaya zaten hiçbir zaman niyet etmeyen bu muhalefet, demokratik hakların -toplantı ve gösteri hakkı, ifade özgürlüğü vs.- kullanılması konusunda da fazlasıyla isteksiz olup halkın bu yöndeki motivasyonu baltalamakta da herhangi bir beis görmez. Muhalefetin başka bir şekli ya da dalı ise demokrasi sorununu “devrimden sonra”ya erteleyerek arkaik örgüt anlayışı içinde ve bu anlayış içinde demokrasinin nasıl filizlenip gelişeceğine hiçbir şekilde kafa yormaksızın, kendi kendine siyaset yapmaya devam eder. Bu durumda muhalefete, demokrasinin nasıl güçleneceği ve iktidar üzerinde baskı aracına dönüşeceğini sormak gerekebilir ama yukarıda da ifade edildiği üzere maalesef muhalefetin güçlü bir demokrasi talebinin olmadığı gün gibi ortadadır. Dolayısıyla iktidar ve muhalefet eliyle kadük bırakılan bir demokrasiden de fazla bir şey beklemek hiç de gerçekçi değildir. Bunun doğal sonucu da anketlere göre halkın %85’inin karşı olduğu hayvanlara ilişkin “Katliam Yasası”nın emin adımlarla yürürlüğe girmesini beklemekten başka çare yok neredeyse yok gibidir.
Elbette bugünlerde muhalefetin, bir yasanın çıkarılırken mümkün olan en fazla halk desteğine gerek duyması, kamuoyunca tartışılması ve mümkün olan en yüksek kabulün sağlanması konusunda yırtınıp durması gerçeği göz ardı edilemez. Çünkü yasanın sosyal ihtiyaçlara ve halkın taleplerine göre şekillendirilmesi, halkın şiddetle karşı çıktığı bir düzenlemenin yasa olarak kabul edilmemesi gerekir. Üstelik iktidar, yasanın gerekçesini de sunmalıdır ve bu gerekçeler yasa ile birlikte yayımlanmalıdır ki, halk yasanın neden çıkarıldığını anlayabilsin. Türkiye’deki iktidar ise genel olarak, herhangi bir tartışma açmak istemediğinden ya hiç gerekçe sunmaz ya da gerçek olmayan gerekçeler sunar. Örneğin iktidara göre, sokak köpekleri gerçek birer katil, hatta canavardır ve mütemadiyen insan yaralamakta ya da öldürmektedir. Ama halk, buna dair sağlıklı bilgilere ya da raporlara bir türlü ulaşamaz. Çünkü düşük voltajlı ya da hiç var olmayan demokrasilerde, halkın gerçek bir bilgiye ve gerekçeye ulaşması önemsenmez.
Herhangi bir konuda yasa çıkarılması süreci, siyaset gibi ya da onun bir parçası olarak, bir yaşam pratiğidir ve -hukukun “olan” ve “olması gereken”e dair teori ve tartışmaları bir yana- sadece sözde kalan bir “olması gereken” meseleyi çözmez. Meselenin çözümü çok daha farklı bir yoldan gitmeyi gerektirir. Bu yol da muhalif siyasetin halkı demokrasi yoluyla güçlendirerek, sözünü söyleyeceği araçları -toplantı ve gösteri yürüyüşü hakkı vs.- kullanmasını sağlaması ve bu araçları kullanırken de iktidara karşı onu desteklemesi, yanında durmasıdır. Ancak böyle bir yöntemle ve bu yöntemin sağladığı güçle halkın talepleri önemli hale gelir ve iktidar üzerinde baskı oluşturabilir. Aksi takdirde ortaya çıkan sonuç, halk açısından acınasıdır. %85 gibi ezici bir çoğunlukla yasaya karşı olan halk, siyasetle hiçbir ilgisi olmayan iyilik, kötülük, vicdan vesaireyi dillendirerek iktidara seslenmekten başka bir yolu kalmayacak biçimde çaresiz hale gelir.
Bugünlerde iktidarın sokak hayvanlarının yok edilmesine dair yasanın peşine neden bu kadar düştüğü merak ediliyor. Bu konuda çeşitli rivayetler de ortaya atılıyor. Ama bu konu, böyle bir yasanın çıkarılması yolunda, düşünülecek en son şeydir; amaç vakti zamanında intihardan maddi çıkar bekleyen cellatlarınki gibi değersiz bir amaç da olabilir. Yine, yukarıda da belirtildiği üzere, Türkiye’de iktidarın ya da muhalefetin siyasi niyetlerinden en son halkın haberi olur. İktidar, ister Kilise ister kral/sultan, isterse de cumhurbaşkanı olsun, her zaman iktidarını koruyacak ve sürdürecek araçların ve yöntemlerin peşine düşer. Halk açısından önemli olansa, kendi istek, talep ve arzularını iktidara dayatmaktır. Bu dayatma için de halkın, eşit olmasa bile en azından bariz bir güce sahip olması gerekir; aksi takdirde işi iyilik kötülük meselesine hapsederek iktidarın vicdanına seslenmek hiçbir şeyi değiştirmeyecek, siyasi iktidarlar yönünden hiçbir zaman bir anlamı ya da yaptırımı olmamış ahlâki kavramlar boşlukta sallanıp duracaktır. Güce sahip olmanın tek yolu da demokrasiden, eşit yurttaşlıktan, ifade özgürlüğünden ve bunları destekleyecek siyasi aparatlardan, örneğin muhalefet partilerinden geçer. Hâlâ Anayasa’da geçen ve bir şekilde yürürlükte olan anayasal hakların bu derece ürkekçe kullanılmasının, hatta hiç kullanılmamasının ve muhalefetin de bu yönde takdire şayan bir çabasının olmamasının sonucu hayvanların ölmesini istemeyen halkın eli kolu bağlı ortada kalması ve umutsuzca, iyilik ve vicdan gibi, ahlâka ve erdeme sığınması olur.
Hıristiyanlık menşeli modernizmin insan merkezli Hümanist anlayışı artık ve iyi ki çok ağır darbe aldı. Siyaseti yerelleştirdiği, sınıf çatışmasını parçalayıp böldüğü, hakları insandan dünyadaki diğer canlılara yaydığı gibi gerekçelerle ne kadar eleştirilse de, dünyanın ve yaşamın sadece insanlara ait olmadığı, diğer canlıların da insan kadar yaşamaya hakkı olduğu konusunda post-modern bakışın hayata katkısı büyüktür. Artık ve iyi ki kendini dünyanın merkezi sanmayan ve hayvanların ve bitkilerin de dünyanın sakini ve sahibi olduğunu kabul eden çok sayıda insan var. En azından bu ülkede, yasa her ne hal ve şart altında çıkarsa çıksın, mevcut demokrasi ne kadar kadük ve sakatlanmış olursa olsun, çok “medeni” olduğunu iddia edip sokak hayvanlarını görünmez kılan ülkelere inat, kendini bir kedinin ya da köpeğin önüne atıp onu iktidara teslim etmeyecek bir halk var. İyi ki de var.