François Hollande’ın sosyalist hükümeti, iktidar süresinin son yılına girerken iddialı bir reform sürecini başlattı. AB’nin 28 üye ülkesinin işsizlik ortalaması %8,9 iken Fransa’da %10’un üstünde seyreden işsizlik oranını düşürmek için iş kanununun esnekleştirilmesine karar verildi. Hükümet 35 saatlik haftalık çalışma süresinin uzatılması ve işten çıkarmanın kolaylaştırılması başta olmak üzere bir dizi tedbir sayesinde, işverenlerin daha fazla kişiyi istihdam etmesinin sağlanabileceği iddiasında.
Fransa Çalışma Bakanı Myriam El Khomri reform planlarını Kasım 2015’te duyurmuştu. Tasarı kabul edilirse yasal çalışma süresi yine haftalık 35 saat olacak ama işveren, sonraki hafta az çalıştırarak telafi etmek üzere, çalışanın bir haftada 48 ve bazı durumlarda da 60 saate kadar çalışmasını talep edebilecek. Bunun yanı sıra iki işgünü arasındaki ve hafta sonu dinlenme sürelerinin azaltılabileceği öngörülüyor. Ayrıca fazla mesai ücretleri konusunda da şirketlere, sendikalara danışmaksızın kendi düzenlemelerini yapma imkânı tanınacak. Hükümet, haksız işten çıkarma tazminatlarının da işverenin gözünü korkuttuğu ve bu nedenle şirketlerin daha fazla kişiyi istihdam etmekten geri durduğu görüşünde. Dolayısıyla işveren yüksek tazminatlar ödemek zorunda kalmasın diye, işten çıkarma tazminatlarına bir üst sınır getirmeyi planlıyorlar. Üstelik istenen oranda sipariş alınamaması gibi ekonomik gerekçelerle şirketlere, çalışanları işten çıkarma şansı tanımak niyetindeler.
Aslında Fransa’daki mevcut düzenlemelerin, pek çok Avrupa Birliği ülkesiyle kıyaslandığında çalışanların haklarının korunması açısından oldukça iyi durumda olduğu söylenebilir. Ancak hukuki düzenlemelerle uygulama arasındaki derin uyumsuzluk gözden kaçırılmamalı. Bununla birlikte işsizlik oranı ve kamu borcu nedeniyle AB mali kriterlerini zorlayan Fransız hükümetinin, Brüksel’le başı dertte. “Çalışkan Kuzey, tembel Güney” mitini pekiştiren çalışan yanlısı iş hukuku, uzundur AB karar alıcılarının gözüne batmakta. Bu nedenle Fransa’dan, İspanya ve Yunanistan’a dayatılan “kurtarma paketleri”ndeki kadar sert tedbirler değilse de, sosyal haklar ve iş güvencesiyle ilgili birtakım reformlar bekleniyor. Kısacası Fransa’nın sosyalist hükümetinin neoliberal atılımlarında Brüksel’in de katkısı olduğunu söylemek mümkün.
İş kanununun gözden geçirilmesi, Fransa’nın AB’ye verdiği reform sözünün bir parçası olarak uzun zamandır gündemdeydi. Ancak geçtiğimiz martta yasada yapılması önerilen değişikliklerin parlamentoya sunulmasıyla konunun görünürlüğü arttı ve itirazlar dile getirilmeye başladı. Çalışanlar, stajyerler, iş arama sürecindeki yeni mezunlarla lise ve üniversite öğrencilerinin özellikle tepkisini çeken reform hamlesine karşı, mart boyunca ülkenin çeşitli bölgelerinde düzensiz sokak gösterileri yapıldı. 31 Mart’taysa, o günden bu yana her gece tekrarlanan ve Nuit Debout (Gece Ayakta) adını alan büyük bir protesto başladı. İş kanununda yapılacak değişiklikler temel sebep olsa bile mülteci sorunuyla ayyuka çıkan yabancı düşmanlığı, terör saldırıları ve ardından gelen olağanüstü hal uygulamalarıyla vatandaşlıktan çıkarma gerekçelerinin genişletilmesi de Nuit Debout hareketinin doğmasında etkili oldu. Nitekim her akşam 6’da, Paris’teki Cumhuriyet Meydanı’nda toplanan binlerce kişi iş kanununun yanı sıra ayrımcılık, cinsiyetçilik, demokrasi ve şeffaflıktan konuşuyor, gece yarısına dek süren tartışmalarda kemer sıkma politikaları ve bankaları kurtarma yarışına giren hükümetler eleştiriliyor. Belirli bir sendika ya da siyasi grup etrafında toplanılmadığı ve hareketin bir lideri ya da belirli talepleri de olmadığı için Nuit Debout, ABD’deki Occupy Wall Street (Wall Street’i İşgal Et) ve İspanya’daki Indignados’a (Öfkeliler) benzetiliyor. 2011’de başlayan Occupy ve Indignados’un beş yıl gerisinde kalmasının nedenininse Hollande’ın Sosyalist Parti’sinin Fransızlara verdiği umut olduğu düşüncesi hakim. Zira Hollande hükümetine karşı hissedilen hayal kırıklığı sloganlara ve pankartlara yansıyor.
Polisin zaman zaman coplu/gazlı müdahalelerine rağmen, 31 Mart’tan bu yana Cumhuriyet Meydanı’nda geceleyenlerin sayısı artmakta. Geceyi ayakta geçirenler, hareketin kalıcılığını vurgulamak için takvimde, Fransız Devrimi’ni anımsatan bir Nuit Debout uyarlaması yapmışlar ve günleri mart ayından saymaya devam ediyorlar. Yani Cumhuriyet Meydanı’na 1 Nisan, 32 Mart olarak geldi. Protestocular, Fransız Devrimi’nden bu yana elde ettikleri kazanımlardan kolay vazgeçmeyeceklerini söylüyorlar. Kendileri adına konuşulmasından bıktıklarını, siyasi partilerin ve sendikaların değil, gerçek kişilerin konuşabilmesini arzuladıklarını söylüyorlar. İşgal ettikleri Cumhuriyet Meydanı’nınsa, adına yapılan vurguyla halka ait olduğunu hatırlatıyorlar.
Sosyal bilimciler arasında, 16. yüzyıldan bu yana sürmekte olan kapitalist dünya sisteminin sonuna gelindiği konusunda yaygın bir görüş var. Bir geçiş dönemi yaşanıyor ancak şimdikinin yerine gelecek olanın nasıl bir sistem olacağı bilinmiyor. Immanuel Wallerstein bu noktada önemli bir uyarıda bulunmakta: Mevcut sistemin ayrıcalıklıları, elde ettiklerini kaybetmemek uğruna her şeyi değiştirir görünerek hiçbir şeyin değişmemesini sağlamaya çalışıyorlar.[1] Bu nedenle Nuit Debout destekçilerinin neyi, nasıl değiştirmek istediklerini iyi düşünmeleri gerek. Belirlenmiş talepleri olmasa da Nuit Debout hareketi, hükümetlerin sıradan insanları ezen politikalarına karşı ortak bir duruşu simgeliyor. Kapitalizmin krizlerinin maliyeti, sıradan insanların omuzlarına yüklenmeye devam ettikçe nisan gelmeyecek. Kışı ve baharı aynı anda barındıran mart ise bir geçiş döneminin zorluklarını taşıyor. Kışın ardından bahar hep gelir ama yalancı baharlara karşı tedbirli olmakta da fayda var.
[1] Immanuel Wallerstein, Ütopistik ya da 21. yy’ın Tarihsel Seçimleri, çev. Taylan Doğan, 2. Basım, İstanbul, Aram Yayıncılık, 2005, s. 75.