Namık Kemal’in dile getirdiği “Vatan” ve “Osmanlılık” kavramlarını bütün Yeni Osmanlılar sahiplenmiş ve her dinden, her etnik gruptan halkın bu amaç altında birlik, beraberlik göstereceklerini düşünmüşlerdi. Takipçileri Jön Türkler de “Osmanlı Vatanı” ile “Osmanlı Milleti” kavramlarını aynen aldılar. Niyetleri adı Osmanlı olan bir millet oldurmaktı. Kanun-i Esâsî’nin yürürlüğe girmesiyle Müslim ve gayrimüslim tebaa arasında siyasal eşitlik yeniden sağlanacak ve her grup mecliste temsil imkânı bulacak, sonunda Hanedanlık ulus-devlete dönüşecekti. Bunun gerçekleşme şansı zayıf olsa da dağılması istenilmeyen bir imparatorluk için Osmanlılık düşüncesinden başka seçenek de yoktu. Bu nedenle Bâb-ı Âli olsun, çeşitli muhalif odaklar olsun ta II. Meşrutiyet’in son yıllarına kadar Türkçü siyaseti çağrıştıracak ne bir söz ettiler ne de bir harekette bulundular (Sadoğlu, 2003: 107-108).
Tanzimat’taki dil sadeleşmesi Tanzimat gazeteciliğinin, okuması yazması gayet sınırlı kalabalığa kolay ulaşma arayışından doğar –ulus bilincinden değil. Ancak kültürel Türkçülüğün ilk örnekleri bu dönemde verilir ki hepsi de gelecekteki Türkçülük akımını besleyecek kıymetli çalışmalardır. Ahmet Vefik Paşa Lehçe-i Osmanî adlı bir sözlük hazırlar, ayrıca Şecere-i Türkî çevirisi vardır. Vefik Paşa’nın sözlüğü Anadolu Türkçesinin ilk sözlüğüdür; çevirisi ile Tarih-i Âlem adlı eserin baş tarafına Askerî Okullar Nazırı Süleyman Paşa’nın 1876’da eklediği 150 sayfalık Tavâif-i Türk başlıklı bölüm de dikkatleri Osmanlı öncesi tarihe çeker. Süleyman Paşa, hazırladığı dilbilgisi kitabına da dikkat çeken bir ad koyar: İlm-i Sarf-ı Türkî (1875). Şemsettin Sami de tıpkı “Milletimizin adı Türk’tür, dili Türkçedir,” diyen Süleyman Paşa gibi düşünür, hazırladığı sözlüğün adını da düşündüğü gibi koyar: Kamûs-i Türkî (1901) (Mutluay, 1970: 157-158).
Osmanlı aydını “Osmanlı Milleti” düşüncesinden kolay kolay vazgeçemez. Öyle ki Namık Kemal 1878 yılında Midilli’de sürgündedir; Yunanistan 1829’dan beri kendi başına, Bulgaristan yenice özerklik almış, Romanya, Karadağ ve Sırbistan Berlin Antlaşması’yla bağımsızlıklarını ilan etmişler, Osmanlı’nın elinde kala kala Arnavutluk’la Makedonya kalmış, Namık Kemal, Menemenlizade Rıfat Bey’e alfabe tartışmaları nedeniyle yazdığı mektupta siyasal birliğin ortak bir dille güçlenebileceğini tekrar etmektedir hâlâ. Şu farkla ki gayrimüslimlere “bizim lisanı tamim etmek kabil değildir [yaymak imkânsızdır], fakat Arnavutlara, Lazlara yani Müslimlere tamim etmek pek kabildir”. O kadar ki yirmi sene içinde kendi Lazcalarını, Kürtçelerini bile “büsbütün” unutacaklarını düşünür Namık Kemal (Arai, 2000: 17-18; Sadoğlu, 2003: 76-77).
“Osmanlı Milleti” düşüncesinin yerini Mehmet Emin’in “Cenge Giderken” şiirinin yayımlandığı 1897’den sonra Türk milliyetçiliği almaya başlar. “Cenge Giderken”i başka şiirler izler, Türkçe Şiirler başlığı altında kitaplaşmaları da 1900 yılında olur. Zaman ve mekân Osmanlıcılığın aleyhine iken, yerine dar ve kısa zamanda Türkçülüğün geçmesi yine de merak konusudur. Eski politika köklü, yenisi ise henüz tam güvenli değildir çünkü.
Jön Türk döneminde milliyetçi düşünceyi yayan iki ayrı grup vardır; bu durum milliyetçiliğin yerleşmesini hızlandıracağı gibi düşünceye güveni de zayıflatabilir. Süreçte hangisi olmuştur? Cevabı âdeta imkânsız. Fakat gruplar ve aralarındaki fark, sonuçları bakımından daha önemli bana göre. Bu bilinmeli. Şundan ki bütün dil maceramızın özetini görürüz burada.
Gruplardan birini Osmanlı Türkleri, diğerini de Rusya’dan göçen Türkler oluşturur. Osmanlı Türklerinin çok etnili ülkeyi bir ulus-devlete çıkarma hayalleri vardı, bunu sağlamak için de “Osmanlı Milleti” düşüncesine fazla bel bağlıyorlardı. Ya da şöyle: Türk milliyetçiliğini Osmanlılığı sürdürmek için araç olarak görüyorlardı. Türk milliyetçiliğinin iki boyutu var: 1. uzun zamandır kaybolmuş olan Türk kimliğini bulup çıkarmak; 2. bilinçlenen Türkler tarafından toplumsal birliğin kurulmasına destek vermek. İlk özellik her milliyetçinin paylaştığıdır; fark ikinci özellikle çıkar. Şöyle ki Rusya’dan göçenler, Osmanlı’ya göçmeden önce Çarlık yönetimine karşı milliyetçi eylemler gerçekleştirmiş önderlerdir. Milliyetçilikleri katışıksızdır. Rusya’dan gelenlerin biri Ahmet Ağaoğlu’dur, bir eleştirisi Osmanlı’daki “tevhîd-i anâsır” düşüncesinedir, “Osmanlı Milleti” fikrini de kısır bulur. Şundan ki Osmanlı’da altı yüz yıldır ne unsurlar karışmış ne de Osmanlı vicdanı oluşmuştur. Rusya’dan göçenlerin en aktifi Yusuf Akçura’dır, Osmanlı’yı hem eleştirir hem de onu gerçeklik olarak görür. Diyeceğim, Osmanlıların tersine, Yusuf Akçura, Osmanlılığı Türklerin çıkarlarını korumak için bir araç sayar. Ya da şöyle: Milliyetçi Osmanlılardan farklı olarak, Akçura Osmanlı İmparatorluğu’nu devam ettirmenin zorunlu olduğuna inanmaz. Sanırım, Osmanlı Türklerinin milliyetçiliği reddedişlerinin ardında daha temel bir neden var: Milliyetçiliğin İslâma aykırı olduğuna inanılması (Arai, 2000: 20-21, 95-98, 102-103).
Türkçülüğün ilk örgütü Türk Derneği’dir. Çarlık yönetimine karşı Müslüman Türklerin hakları için mücadele veren ama sonuç alamayan Yusuf Akçura II. Meşrutiyet’ten dört ay sonra 1908 Kasım’ında İstanbul’a gelir, yerleşir. Milliyetçi hareketi uyandırmak amacıyla Türk Derneği’ni kurar. Daha doğrusu Osmanlıcı ideolojinin hâlâ rağbette olması Türkçü Akçura’yı galiba tedirgin eder, İstanbul’daki öğrencilik yıllarından tanıdığı iki türkoloğa -Necip Âsım ile Veled Çelebi- gider, apolitik bir örgüt kurmaktan söz açar ve önderliklerini ister, kendisi öne çıkmaz. 1908 Aralık sonunda veya 1909 Ocak başında dernek kurulur. Derneğin amacı Dernek Nizamnamesi’nin ikinci maddesinde “Türk diye anılan bütün kavimlerin geçmiş ve bugünkü eserlerini, yaptıklarını ve durumlarını araştırmak ve ortaya çıkan sonuçları bütün dünyaya yayıp dağıtmak” diye ifade edilir, ayrıca aynı maddede Türk dilinde bir reform gerçekleştirmek için çalışılacağı sözü verilir. Maddenin temelden anlattığı da Türk Derneği’nin, Yusuf Akçura tarafından 1904’te Üç Tarz-ı Siyaset’te sözü edilen “tevhîd-i Etrâk” (Türklerin Birliği) fikrini benimsediğidir (Arai, 2000: 23-25).
Fakat dernek üyeleri arasında tam bir anlaşma olduğu söylenemez. İçlerinde Tasfiyeciler de vardır, Arapçadan, Farsçadan hiç vazgeçemeyenler de, hatta dile sadece siyaset açısından bakanlar da. Kimi araştırmacılar bu uyumsuzluk nedeniyle derneğe pek değer vermezler. Oysa anlaşmazlık gibi görünen, Türk milliyetçiliğinde iki akımın var olduğunu teyit eder ki dernek aslında bundan dolayı önemli görülmeli değil midir? Derneğin dernekle aynı adı taşıyan dergileri tarandığında da yazıların çeşitliliği dikkati çeker. Arai dört başlık altında toplar bunları, ancak hiçbirine sokulamayıp “diğer” başlığı altına aldıkları da haylidir (Arai, 2000: 23-24, 28-29).
Türk Derneği dergisinin üçüncü sayısında bu sayı itibarıyla çoğu Darülfünun hocası kırk iki olan üyelerinin tam listesi vardır ki derneğin kültür ve bilim ağırlığını gösterir. Akçura ihtiyatı elden bırakmaz, dernek başkanı seçilen Fuat Köseraif bir paşa oğludur; Osmanlı hanedanından Yusuf İzzettin de fahrî başkanlığa getirilir. Dergilerdeki yazıların çeşitliliği ve akademik niteliği de Akçura’nın yönlendirmesi ile mi oluşmuştur acaba? (Arai, 2000: 26)
Türk dili hakkında derneğin görüşü beyannamenin dokuzuncu maddesinde şöyledir:
“Osmanlı lisanının Arabî ve Farsî lisanlarından ettiği istifade gayr-i münker [inkâr edilemez] bulunduğundan ve Osmanlı Türkçesini bu muhterem lisanlardan tecrid etmek hiçbir Osmanlı’nın hayalinden bile geçmeyeceğinden, Türk Derneği, Arabî ve Farsî kelimelerini bütün Osmanlılar tarafından kemal-i sühuletle anlaşılacak vechile şâyi’ olmuşlarından intihab edecek [son derece kolay anlaşılacak şekilde duyulmuşlardan seçecek] ve binae’n’aleyh mezkûr derneğin yazacağı eserlerde kullanacağı lisan en sade Osmanlı Türkçesi olacaktır” (Levend, 1972: 301).
Türk Derneği’nin resmî görüşü sadeleştirmecilik’tir. Kaynak olarak da Anadolu ağızlarının yazı diline henüz girmemiş kelimeleri hatırlanır. Dernek 1911 yılında şubeleri aracılığıyla halk ağzından kelime derleme etkinliğine girişir, fakat böyle bir etkinliğin ancak devlet eliyle gerçekleştirilebileceği hemen fark edilir. Yerel ağızlardan kelime almak, Türkçe köklerden yeni kelimeler türetmek dilde reform sözü veren dernekten beklenen düşünceler ve arayışlar; ancak “dilde reform önerisi, aynı zamanda Osmanlı’nın yüzyıllardır bağlı olduğu Arap-Fars ağırlıklı İslam uygarlığının da sorgulanması anlamına gel(mekte)”. Bütün siyasi akımların konuyla ilgilenmesi bundan. Sonunda Tasfiyecilik’ten beyannamede bile hiç söz edilmediği halde dernek “tasfiyecilik” suçlamasına uğrar, ılımlı bir çizgiye çekilir (Sadoğlu, 2003: 134-136).
Tasfiyecilik, Zeynep Korkmaz’ın tanımlamasıyla, “sadeleştirmeden dilde ırkçılığa kadar uzanan çeşitli düzeylerde ‘dildeki yabancı asıllı bütün kelimelerin atılmasını ve yerlerine Türkçelerinin konulmasını isteyen’ dil akımı”dır; Türk Derneği’nde “dilde tasfiyecilik” nitelemesine uygun tek isim Fuat Köseeraif’tir. Sadeleştirmeciler, dilin bir iletişim aracı olduğunu, zorlanmaması gerektiğini düşünür, yaygın kullanılan Arapça, Farsça kelimeleri Türkçeleşmiş sayar, dolayısıyla atılacak olanları seçerken ölçüsü “olduğunca”dır. Yani “mümkün mertebe”. Köseraif ise hem Türk lehçelerini birleştirmek hem de Türkçeyi bütün yabancı etkilerden arındırıp etnik sınırları içine çekmek ister (Sadoğlu, 2003: 121-122).
Türk Derneği’ndeki dil yazılarının çoğu sadeleştirme üzerinedir; fakat sadeleştirmenin temel ilkesi belirlenememiştir. Örneğin Ahmet Hikmet bir yazısında Eski Türkçeye, Orta Asya Türki dillerine gitmeden, halk ağzındaki Osmanlıca ile sadeliğin sağlanabileceğini yazar; fakat bir şiirinde de anlaşılmaları için dipnot gerektiren öz Türkçe kelimeler kullanır. Ispartalı Hakkı da eski Türkçe kelimelerin canlandırılmasından yanadır, fakat Uygurcaya el atılmasına nedense karşı çıkar. Orta Asya’daki Türki halklarla dil birliği için de sessiz kalır (Arai, 2000: 34-35).
Türk Derneği’ni hangi gerekçeyle olursa olsun eleştirenler galiba o kadar da haksız değiller. Jön Türk dönemi Yeni Lisan hareketi Genç Kalemler dergisi içinde oldurulmuş bir dil hareketidir, sadeleştirmeyi savunur. Fikir Ömer Seyfettin’e aittir. Şöyle ki Ali Canip Hüsün ve Şiir dergisi ile çıktıkları yola Genç Kalemler adıyla devam edeceklerini, yanı sıra da gençlerden ürün ve destek beklediklerini duyurur.
Çağrının arkasından, Yakorit’ten gönderdiği 28 Ocak 1911 (15 Kânunusani 1326) tarihli mektubu gelir Ömer Seyfettin’in. Mektup, Ali Canip’e II. Meşrutiyet’ten önce yazdığı bir mektubun devamı gibidir. Edebiyattan nefretinin, edebiyattan çok dile olduğunu açıklar Ömer Seyfettin. Çünkü dilimiz berbattır, perişandır, bilime ve mantığa aykırı bir dildir. Şöyle der: “Garp edebiyatını biraz tanıyan, mümkün değil, bu nefretten kurtulamaz.” Öyleyse ne yapmalı? Onu da söyler: “Bu lisanı zaman ve vâkıf-âne bir sa’y [sıkı bir gayret] tasfiye eder. Ben, işte, edebiyattan vazgeçtikten sonra ... bu tasfiyeye de yardım edeceğim.” Bunun için de “hakikate muhtaç Türkleri Asya’nın karanlıklarına götürmeye çalışmayacak”, Arapça ve Farsça tamlamaları bırakmakla işe başlayacaktır. Bunu, tasfiye için önemli bulur: “Eğer terkipler terk olunursa tasfiyede büyük bir adım atılmış olmaz mı?” Mektubu bir karşı çağrıyla tamamlar: “Bunu yalnızca başaramam: Geliniz Canip Bey, edebiyatta, lisanda bir ihtilal vücuda getirelim. Ah büyük fikir. Sa’y [çalışma], sebat ister” (Ömer Seyfettin, 2000: 329).
Ali Canip karşı çağrıyı alır, benimser, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik kongresine Diyarbakır delegesi olarak katılan (Sadoğlu, 2003: 142), ayrıca cemiyetin genel merkez üyeliğine seçilen Ziya Gökalp de o tarihlerde Selanik’tedir, Genç Kalemler’in 7 Mart 1911 (22 Şubat 1326) tarihli altıncı sayısında Tevfik Sedad imzasıyla bir de şiiri yayımlanır: “Turan”. Şiirin ertesinde iki isim buluşur; Ali Canip mektubu gösterir Gökalp’a ve Genç Kalemler”i “Yeni Lisan Müdafii” alt başlığıyla çıkaracaklarını, kendi imkânlarıyla da büyüteceklerini söyler. Gökalp’ın cevabı, “Size ben de iştirak ederim. ... elbirliğiyle çıkaralım,” olur. Yeni durum Ömer Seyfettin’e mektupla bildirilir, ilk sayının başmakalesi de istenir (Yöntem, 1947: 9-10; Alangu, 1968: 159-160).
Ömer Seyfettin, yazıyı bir hafta içinde gönderir. Yazı, ilk Yeni Lisan yazısıdır ve derginin yeni düzende çıkan ikinci cildinin ilk sayısında yer alır. Tarih: 11 Nisan 1911 (29 Mart 1327). (Yöntem, 1947: 10, 12-13). Sonraki dört sayıda çıkan Yeni Lisan başlıklı diğer yazılar gibi imza yerine (?) taşır. Altıncı ve sonraki sayılarda “Genç Kalemler Tahrir Heyeti” imzasıyla çıkar. On ikinci sayıdan sonra yazıların hızı kesilir, yerini Yeni Lisan’la ilgili soruşturma ve ona verilen cevaplar alır (Parlatır, 1985: 96, 98).
Ömer Seyfettin, Ali Canip’e mektubunda da, “Yeni Lisan” yazısında da “tasfiye”den söz eder, hatta ölçüsünü de sanki verir: “Hakikate muhtaç Türkleri Asya’nın karanlıklarına götürmeye çalışmayacağ(ını)” söyler mektubunda; makalesinde de cevabı içinde bir soruyla yineler görüşünü: “‘Dernek’in arkasına takılıp ... bundan bir düzine asır evvelki günleri yaşayan kavimdaşlarımızın yanına mı gidelim? Bu bir intihardır” (Ömer Seyfettin: 2001, 106).
Dernekten kasıt Tasfiyeci Türk Derneği’dir. Fakat Ömer Seyfettin “tasfiye” kelimesini kendileri için de kullanır. Sadeleştirmecilik ile Tasfiyecilik arasındaki farkın sadece bir derece farkından ibaret sanıldığı dönemler olmuştur; ama Ömer Seyfettin de böyle sanmalı mıdır? Gerçi sadeleştirmede de ödünçlemeler dilden çıkarılıp atılır, bu da aslında tasfiyedir. Ama “tasfiye” ile kavramlaştırılan olgu, “sadeleştirme”den çok farklıdır. Şöyle ki sade dilciler yabancı kelimelerden Türkçeye girmiş yerleşmiş olanları yabancıdan saymazlar, “Allah”ı “Çalap”tan, “keder”i “kaygu”dan, “ateş”i “od”dan daha Türkçe bilirler. Onların kırmızıçizgileri kelimeler değil, yabancı dil kurallarıdır. Dil dilden kelime alır, ama kural asla! Oysa Tasfiyeciler konuşma diline girmiş girmemiş kökeni yabancı her kelimenin karşısındadırlar, dile girmişlerin dilden atılmasını ister, yerlerine eski metinlerden, yerel dillerden, Türkçenin uzak lehçelerinden kelime alınmasını, bulunamadığında Türkçe köklere Türkçe ekler getirerek kelime türetilmesini önerirler. Tasfiyecinin bulduğu öz Türkçe kelime genellikle unutulmuş veya ölü kelimedir, henüz atasözü ve deyim oluşturmadığı için hatırasızdır, çağrışım yoksuludur. Dolayısıyla tasfiyeci metinler anlaşılmaları zor metinlerdir. Anlaşılmazlık noktasında Arapça ile Farsçayı “cennet lisanı” gören Fesahatçilerin -yani muhafazakârların- metinlerini aratmazlar, hatta onlarla yarışabilirler.
Türk Derneği ile Genç Kalemler’in Osmanlı’yı kurtarma azimleri rahatsızlık vermiş olacak, 31 Ağustos 1911’de bir milliyetçi örgüt daha kurulur: Türk Yurdu Cemiyeti. Altı kurucu üyenin üçü Rusya kökenli –biri elbette Akçura. Dergilerinin adı da Türk Yurdu. 30 Kasım 1911’de ilk sayısı çıkar, 1913’te Türk Ocakları’na geçer. Dergide göçmenler egemen. Yazarlarının dergideki sayısı Osmanlıların sayısından az olduğu halde Orta Asya üzerine yazılarla Osmanlı İmparatorluğu üzerine yazılar sayıca eşit. Amaçları, Akçura’nın, Üç Tarz-ı Siyaset’te sözünü ettiği “tevhîd-i Etrâk”ı gerçekleştirmek olduğu apaçık.
Türk Ocakları fiilî olarak Temmuz 1911’de, resmî olarak da Mart 1912’de kurulur. Birkaç kez kapanıp açılarak günümüze kadar gelir. XIX’uncu yüzyılın sonlarından itibaren ortaya kültürel milliyetçilik olarak çıkan Türkçü hareketin, Balkan Savaşı’yla birlikte siyasallaştığı gözlenir, bunun oluştuğu, sunulduğu yer de Türk Ocakları’dır –ilk nizamnamesinde (1912) Ocak’ın siyasetle uğraşmayacağı “hiçbir vakit siyasî fırkalara hâdim bulunmayacağ(ı)” yazmasına rağmen. Bu Türkçülüğün sistematik açıklaması da Akçura’nın 1912’de İstanbul’da yeniden basılan makalesi “Üç Tarz-ı Siyaset”le yapılır. 1913’te Türk Ocakları’na geçen Türk Yurdu 15 Mayıs 1918’de 161’inci sayısıyla kapanır. 15 Mart 1923’te yeniden yayın hayatına başlar, artık yayın yeri Ankara, yayımlayan da Türk Ocakları’dır.
Rusya kökenli aydınlar Genç Kalemler’de hemen hiç olmadılar. Yazmadılar. Tesadüf mü? Yusuf Akçura her milliyetçi örgütün kurucusu ama adını gizli tutmakta ya da geç göstermekte. Niye? Bu aydınların Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali gibi ilk gelenleri İttihatçı çevrelerin içinde veya yakınlarında oldular, sonradan gelenlerle birlikte Türk milliyetçiliğine katkıda bulundular, Milli Mücadele’de ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında Sovyetler Birliği ile ilişki kurulmasında yardımcı oldular. “1924 Anayasası’nın hazırlanmasında Ziya Göklp ile birlikte Anayasa Komisyonu’nda çalışan Ağaoğlu, Mustafa Kemal’in tepki uyandıran tüm reform çabalarını destekle(di).” Ancak Cumhuriyet için asıl önemleri “Osmanlı mirasına bağlılık duymamaları”dır, bu da onları “Türklüğün geçmişinin Orta Asya’da aranmasına dönük projelerin parçası olmalarına yol aç(tı)”. Nitekim “Akçura Türk Ocağı’na bağlı Türk Tarih Heyeti’nde çalış(tı). (...) Ocaklar kapatıldıktan bir yıl sonra kurulan Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti’nde de yer al(dı)” (Soysal, 2003: 484).
Ancak Rusya kökenli aydınların sade dilden yana mı arı dilden yana mı durduklarını bilmiyoruz. Bu konuda hiç konuşmamış, yazmamış gibiler. Gerçi bulundukları dernekler, genelde tasfiyeciler. Ömer Seyfettin bunların ilki olan Türk Derneği’nin başarısızlığından aldığı dersle sade dili seçiyor. Fakat sonradan kurulan dernekler olan Türk Yurdu (1911), Türk Ocağı (1912) “tasfiyeciler”den ders almak şöyle dursun, onları âdeta aratır oluyor. Öz Türkçe sözcük kullanma, Kuzey Türklerinin dillerinden yararlanma; dahası, çocuklara Arapça, Acemce adlar yerine Alp, Gökalp, Oğuz, Turgut, Ertuğrul, Gündüz gibi Türk adları koyma onlarla geliyor (Bulut, 1999: 76).
Ziya Gökalp hem İttihat ve Terakki’nin hem Kemalistlerin hem de milliyetçiliklerini bunlardan ayrı tutan Ocakçı ve Ülkücü aktivistlerin ideologlarından. Ancak Kemalizmin Ziya Gökalp’la ilişkisi gayet esnektir. Şundan ki Ziya Gökalp olsun, Ömer Seyfettin olsun, “millet” kelimesini “ümmet” anlamında kullanır (Gencer, 2000: 157). Kemalistler Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında bu dinî kimliği dünyevileştirirken zorlandılar en çok. Ziya Gökalp’ın solidarizmi de Kemalist dönemde dönüştürülüp “halkçılık” olarak çıkarılır karşımıza. Özeti “Ziya Gökalp’ın fikriyatı ancak iktidarın projesinde önemli eksikleri kapatan ve ideolojik çelişkileri rejim adına tahkim eden söylemler söz konusu olduğunda dolaşıma girmiştir” (Ünüvar, 2003: 32-34). Bugün de böyledir. “Millet sözcüğü modern ve laik bir ulusu tanımlasa da” her iktidar sıkıştığında “yüzde doksan dokuzu Müslüman olan bir nüfusu” vurgulayarak aslında Ziya Gökalp’ı bir kez daha dolaşıma sokmuş olur (Copeaux, 2003: 47).
Sol’un adı çık(arıl)mış öz Türkçecidir, arı dilcidir, “Uydurukçu”dur diye. Tamam -istisnalar dışında- “solun dünya görüşünde Kemalizm çekirdeği, göründüğü kadarıyla da Marksizm de dış cephe yüzeyini oluştur(ur)”. Bu sol boşuna mı Atatürk yerine Mustafa Kemal demeyi yeğ tutar? “Atatürk ... tamamlanmamış devrimi ifade eder. Mustafa Kemal ise, bu henüz tamamlan(a)mamış ve hiçbir zaman tamamlanamayacak olan (ama bu sırada bunun böyle olacağını hiç kimsenin öngörmesi mümkün değildi) devrimin ana ilkelerini ve amaçlarını dile getiren liderdir.” Dolayısıyla Milli Mücadele de aynı kıymettedir. Atatürk’ün özellikle Milli Mücadele yıllarındaki sözleriyle besler içeriğini sol. Emekçi halka yakın, emperyalizme ve kapitalizme mesafeli, hatta gayet sert sözlerdir bunlar. Fakat “belirli bir siyasî konjonktürün ürünü ol[dukları]” o zaman fark edilmediği gibi bugün de kabul edilmez. Diyeceğim Türkiye solu ta başlangıcından beri milliyetçidir. Yahut Cemil Koçak’ın dediği gibi: “Türk milliyetçiliği solun çıkış noktası dahi sayılabilir.” Solun 60’lı, 70’li yıllardaki mücadelesi İkinci Kurtuluş Savaşı değil midir? İlkinin tamamlanması için verilmemiş midir? (Koçak, 2003: 41-42)Diyelim ki Sol’un Öz Türkçeciliği Mustafa Kemal’in devrimini tamamlamak içindir. Peki Ziya Gökalp’ın halefleri Genç Kalemler’de yürütülen “Yeni Lisan” hareketinin, yani “yaşayan Türkçe”nin, yani Sadeleştirme”nin hangi eksiğini görmüş de Öz Türkçeci kesilmişlerdir? Okuduğumda hayret ettiydim, Reha Oğuz Türkkan diyordu ki:
“Atatürk’ün vefatı sırasında yayınladığım ilk dergilerimizde: Ergenekon ve Bozkurt’ta biz hâlâ ‘Öztürkçecilik’ güdüyor, mektuba ‘betik’, hastaya ‘sayru’, gizli cemiyete ‘gürem’ gibi yakası yırtılmamış kelimeler kullanıyorduk. ‘Eğer Türkçüysek, soyda da, dilde de saf Türklük aramalıyız’ diyorduk.”
Bu yanlışı niçin yapıklarını da açıklıyor Türkkan: “O zamanlar 18-20 yaşlarında delikanlılardık.” Yanlıştan dönüşleri de zihin çabasıyla olmuyor. Yine çocukça ve duygusal. Türkkan diyor ki: “Olgunlaştıkça Gökalp’ın görüşüne yaklaştık ama, bir de baktık ki yer değişmesi olmuş, ‘Öztürkçeciliğin’ bayraktarlığını solcu aydınlar yapar olmuş! ‘Arı Türkçe’ diye tutturmuşlar” (Türkkan, 2006: 256). Bu intibahın Ziya Gökalp’la bir ilgisi var mı allasen! Varsa neden bu kadar geç?
Kazan Türklerinden, 1906’da Paris Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, Çarlık Rusya’sında I. ve II. dönem Duma’da Kazan Türklerini temsil etmiş, Ekim 1917’de Kazan’da kurulan ve çabuk dağılan İdil-Ural Cumhuriyeti’nin ilk cumhurbaşkanı seçilmiş olan Sadri Maksudi (Arsal), 1925 yılında Ankara Hukuk’un davetlisi olarak Türkiye’ye gelir. Düşünce olarak Türk Ocakları’na yakındır. Türk dilinin düzeltilmesi, yabancı kelimelerden ayıklanması, kendi öz köklerinden edebî ve ilmî dil yaratılması gerekliliğini ispat amacıyla 1930 yılında Türk Dili İçin adlı bir kitap kaleme alır. Sadri Maksudi’ye göre “dil ile ilişkilendirilemeyecek bir ulusçuluk tasavvur bile edilemez”. Keza ulusal bilinci yüksek bütün milletler dillerindeki yabancı dil boyunduruğuna son vermiş milletlerdir. Türkiye’deki dil özleştirmesini “Türk lehçelerinin birleştirilmesi” bağlamında ele alır Sadri Maksudi. Düşünceleri resmî özleştirme politikasıyla büyük ölçüde örtüşen Sadri Maksudi’nin kitabını Gazi pek beğenir, yazdığı önsöz Gazi’nin o çok bilinen veciz cümlesiyle son bulur: “Ülkesini, yüksek istiklalini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan kurtarmalıdır” (Sadoğlu, 2003: 233-235).
Cumhuriyet’te maddî dil planlaması 1928 Alfabe Değişimi ile başlar. Sadri Maksudi’nin kitabına kadar önce Dil Encümeni, sonra Dil Heyeti yürütür çalışmaları. Sadri Maksudi’nin kitabı yabancı kelimelere karşılık bulma işini hızlandırır, yanı sıra sistemli bir dil planlamasının gereğine de dikkat çeker. Dil Heyeti’nin yürütebileceği bir iş değildir bu. Gazi 11 Temmuz 1932 Çankaya akşamında konuyu tartışmaya açar, ertesi gün de Türk Dili Tetkik Cemiyeti kurulur –yani Türk Dil Kurumu (Levend, 1972: 408).
Anladığım, özet olarak, Atatürk Rusya’dan göçen milliyetçileri kendine daha yakın bulmuş, Türkiyeli milliyetçilerin de Ziya Gökalp’ı hatırlamaları ancak Atatürk’ten sonra olmuş.
Kaynakça
Alangu, Tahir (1968), Ömer Seyfeddin: Ülkücü Bir Yazarın Romanı, May, İstanbul, 1968, s. 592.
Arai, Masami (2000), Jön Türk Dönemi Türk Milliyeçiliği, İletişim, İstanbul, ikinci basım, s. 222.
Bulut, Faik (1999), İttihat ve Terakki’de Milliyetçilik, Din ve Kadın Tartışmaları, Cilt I, Su, İstanbul, s. 240.
Copeaux, Etienne (2003), “Türk Milliyetçiliği: Sözcükler, Tarih, İşaretler”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 4 / Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora, İletişim, İstanbul, ikinci basım, s. 44-52, çev. Görkem Doğan.
Gencer, Bedri (2000), “Türkiye’de Laikliğin Tarihî Dinamikleri”, Toplum ve Bilim, sayı 84.
Koçak, Cemil (2003), “Kemalist Milliyetçiliğin Bulanık Suları”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 4 / Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora, İletişim, İstanbul, ikinci basım, s. 37-43.
Levend, Agâh Sırrı (1972), Türk Dilinin Gelişme ve Sadeleşme Evreleri, DK, Ankara, üçüncü basım, s. 548.
Muluay, Rauf (1970), XIX. Yüzyıl Türk Edebiyatı (Tanzimat ve Serveifüun), Gerçek, İstanbul, 1970, s. 252.
Ömer Seyfettin (2000), Bütün Eserleri: Şiirler, Mensur Şiirler, Fıkralar, Hatıralar, Mektuplar, haz. Hülya Argunşah, Dergâh, İstanbul, s. 336.
------- (2001), Bütün Eserleri: Makaleler 1, haz. Hülya Argunşah, Dergâh, İstanbul, s. 437.
Parlatır, İsmail (1985), “Genç Kalemler Hareketi İçinde Ömer Seyfettin”, Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin içinde, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Ankara, s. 87-111.
Sadoğlu, Hüseyin (2003), Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s. 383.
Soysal, Gün (2003), “Rusya Kökenli Aydınların Cumhuriyet Dönemi Milliyetçiliğinin İnşâsına Katkısı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 4 / Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora, İletişim, İstanbul, ikinci basım, s. 483-504.
Türkkan, Reha Oğuz (2006), Yükselen Milliyetçilik, Pozitif, İstanbul, ikinci basım, s. 517.
Ünüvar, Kerem (2003), “Ziya Gökalp”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt: 4 / Milliyetçilik içinde, ed. Tanıl Bora, İletişim, İstanbul, ikinci basım, s. 28-36.
Yöntem, Ali Canib (1947), Ömer Seyfeddin: Hayatı-Eserleri, Remzi, İstanbul, s. 166.