Sözün İçinde Kalan Tarih

 

 

“İdarem altındaki insanları sadece Osmanlı tebaası olarak görürüm. Hangi dinden olduklarıyla ilgilenmem, inançları onların hususi meselesidir.”

 

Mardin mutasarrıfı Hilmi Bey

 

Söz aynı zamanda tarihin kendini tutmaya çalıştığı yerdir. Tarihin çoğu yerinin yazılmamış olması da zaten sözün içinde kalmasıyla/bırakılmasıyla, hatta orada tutulmak zorunda bırakılmasıyla ilgilidir. Sözde kalması tarihin tabii bir zaman sonra sonudur ve bunun baştan ilanıdır. Çünkü söz insanın hayatta kalmasıyla ya da hayatta kaldığı sürece ancak tarih olarak kabul edilebilir ya da tarih olur.

Söz nesilden nesle geçip bugüne gelme gibi bir yeteneğe baştan beri sahipse de artık gün geçtikçe o baştaki tarih ya da söz değildir, olmayacaktır.

Tarihin dokunulamayan ya da ulaşılamayan/ulaşılması yasak ve suç olan epey bir kısmına hâlâ ve ne yazık ki söz üstünden ulaşılabiliyor, bilgi sahibi olunabiliyor, ancak öyle bilinebiliyor. Yazıya geçirilenlerin büyük çoğunluğu da sözden alınma, kalma oluyor.

Sözün üstünden öğrenecek olduğumuz tarih bir ucuyla tartışmalı olacak olsa da onu yazı haline getirip otoritenin alanı olmaktan çıkarabilir ve ondan kurtarabiliriz. 1915 yılında Ermenilerin yaşadığı kıyım ve sürgün (bu durumu isteyen istediği gibi tanımlayabilir) hâlâ bir yanıyla söz bugüne ne kadarını ve ne getirebilmişse onlarla ancak açıklayabildiğimiz bir trajedidir. Kuşkusuz burada trajedi kavramı yaşanmış olanı normalleştirme ya da hafifleştirme gibi bir şeyi baştan bünyesine almış olsa da yazıp söyleyebilmek için ona ihtiyacımız var.

1915 ve sonrasında tarihin söze bıraktığı ve kayıt altına pek almadığı, alsa da başka bir şey ya da şeyin aracı haline getirdiği şeyi öğrenmek ve tartışmak için yüz yıla yakın bir zaman beklemek gerekmiştir. Tabii o yüz yıl boyunca başta da belirttiğim gibi söz baştaki haliyle kalmamış, başka birine geçtikçe kendini çoğaltmış ya da azaltmıştır, başka bir şey haline gelmiştir. Başta bünyesinde bulundurduğu ortak bir anı haline gelmiş epey bir şeyden de kurtulmuştur; ya unutmuştur ya da hatırlamak istediği gibi hatırlamıştır.

Osmanlının uluslaşmanın da etkisiyle görece çokkültürlü yapısı ve birlikte yaşama gerilerken azınlıklardan kurtulmayı da önceliklerinin arasına ve en başına aldı. Söz konusu kurtulma da kendini daha çok öldürme, kıyım ve sürgünle gerçekleştirdi. Bunun tarihi ise bugüne kadar tam olarak yazılamamış ve gerçekler ortaya çıkarılamamıştır; ya da tam olarak ifade edilip söylenememiştir.

Uluslaşma karşısında her iki tarafın durumu epey söz konusu edilmiş ve birbirinden baskın çıkarılmıştır da gidenlerin/gitmek zorunda kalanların azınlıklar olduğu gerçeğine pek vurgu yapılamamıştır.

Aynı dönemde büyük insanlığın bunlar karşısındaki insani tavrı da sürece bağlı olarak bile isteye karanlıkta bırakılmış/gizlenmiş başta belirttiğimiz gibi ya kilit altına alınmış ya da sözelin alanında unutulmaya terk edilmiştir. Mardin mutasarrıfı Hilmi Bey şu dedikleriyle tam da bu dediğimizi açıklamaya çalışmaktadır: “Hükümete sadık ve masum olduklarını bildiğim Osmanlı kullarının katline iştirak edecek kadar vicdansız değilim.”  Yozgat mutasarrıfı Cemal Bey’in “Vicdanımdan qayri hareket etmem,” demesi de. Bu insanilik kadar kimden yana olunduğunu/olunması gerektiğini de belirtmektedir.

1915 sonrasının sözün ve otoritenin üstünden kilit vurduğu sayfalarda kalmış şeylerden biri de azınlıkların kıyım ve sürgün karşısındaki direnişi kadar Türk, Kürt, Çerkes, farklı mezhep ve cemaatlerden Müslümanların devlet katında hem de eşraf arasında Ermenileri bu kıyım ve sürgünden kurtarma çabaları, kurtarmaları ve bununla birlikte her ikisinin-iki tarafın başına gelen çoğu zaman otorite yanlısı çeteler tarafından öldürülme ya da onların da sürgüne gönderilmeleridir. Bu birbiriyle bağlantılı 1915’i anlatan ya da tartışma konusu eden kitaplarda ya satır arasında kalmış ya da pek söz konusu edilmemiştir. Başka bir şekilde geçmişte birlikte yaşanan dünya pek söz konusu edilmediği için tarihin bu yanı da sözün içinde unutmaya ve unutulmaya bırakılmıştır. Memleket dışında bu konuda epey bir çalışma yapılmış ve bunların bir bölümü Türkçeye kazandırılmışsa da bizdeki özgün örnekler yok denecek kadar azdır.

Şunu söylemeye çalışıyorum: 1915’in araştırılmamış ve yazılmamış birlikte yaşamanın sonucu olarak kabul edilmesi mümkün bir de insani boyutu bulunuyor. Bu konudaki bilgilerin çoğuna hâlâ erişim yasak olsa da devlet arşivi dışındaki kaynakların ortaya çıkardığı gerçekler var. Bunları insani olanın temellendirdiği bir direniş olarak kabul etmek ya da öyle anlamak daha doğru olabilir. Bunlar çoğu zaman sözü yanlarına alarak ya da onunla birleşerek gerçeği ortaya çıkarmaya, hatta gerçek etmeye katkıda bulunmuşlardır.

Burçin Gerçek’in “Ermeni Soykırımında Direnenler, Emirlere Karşı Gelenler, Kurtaranlar, Direnenler”  alt başlığı ile yayımlanan Akıntıya Karşı’sı bu konudaki dikkate değer ve mutlaka okunması gereken çalışmaların başında geliyor (İletişim, 2016).

O yılların Konya, Diyarbekir, Kastamonu, Sivas, Ankara, Mamuretül Aziz, Erzurum, Kütahya, Van, Bitlis ve öteki illerden vali, kaymakam, mutasarrıf askerler, din adamları ve daha başka devlet memurları kadar eşrafın bu direnişi önce kız ve oğlan çocuklarının, sonra kadın ve erkeklerin ya biraz daha yaşamalarını ya da güvenli bölgelere gitmelerini, böylelikle de hayatta kalmalarını sağlamıştır. Epey bir insan onların yaşamaları için ağır koşullar altında hayatta tutmanın yollarını arayıp bulmuştur. Bu hayatta tutma eyleminden dolayı otoritenin çetelere katlettirdiği ya da benzer cezalar verdiği devlet memuru ve eşrafın sayısını tam olarak bilmek ve ortaya çıkarmak oldukça zordur, neredeyse mümkün değildir. Çünkü bu insanlara ait yazışmaların çoğuna bugün de ulaşılamamaktadır, yani hepsi erişime yasaktır. Burçin Gerçek bu insanların birebir görüştüğü yakınlarından, özellikle memleket dışında yazılıp söylenen geçmişe kadar yazılı-sözlü epey bir şeyin peşine düşerek bu tarihi kitabında büyük ölçüde ortaya çıkarıyor.

Çok fazla örneğe gerek yok. Halep ve Konya Valisi Celal Bey’in şu dedikleri insanlığın ölüm, öldürme ve şiddet karşısındaki halini anlamak için fazlasıyla yeterlidir: “Nehirde su yerine kan akıyor ve binlerce masum çocuklar, kabahatsiz ihtiyarlar, aciz kadınlar, kuvvetli gençler bu kan cereyanı içinde yokluğa doğru akıp gidiyorlardı. Ellerimle, tırnaklarımla tutabildiklerimi tahlis ettim ve diğerleri zannederdim bir daha dönmemek üzere akıp gittiler.” (s. 31)

O yıllardaki yerel tavır bununla da sınırlı kalmıyor, neredeyse otoriteye karşı kendi özerkliğini ilan eden devlet görevlileri ve eşraftan insanlar da çıkıyor. Birinci Dünya Savaşında Midyat ve köylerinde Heverkilerin önderi Ali Batte’nin seferberlik emrine uymayı reddetmesi ve devlete vergi verilmesini yasaklaması ve Dersim’in tavrı bu tür örneklerin en başında gelir.

Otoriteye hiçbir zaman tam anlamıyla itaat etmeyen Kürtlerin bu yaşatma ve kurtarmadaki payının da burada özellikle belirtilmesi gerekiyor. Tarih boyunca otoritenin içinde ya da dışında, görece ya da değil, var olmasını özerk bir yaşamaya ve var olmaya dönüştüren Dersim’in adı da burada muhakkak anılmalıdır. Neredeyse o yıllarda Dersim’e gidebilen ya da götürülen Ermenilerin hepsinin bu kıyımdan kurtulduğu/kurtarıldığı düşünülürse söz konusu özerkliğin anlamı da büyük ölçüde ortaya çıkmış olur. Burçin Gerçek bu durumu şöyle açıklıyor: Dersim “Seyit Rıza’nın deyimiyle aralarındaki farkın ‘bir soğan zarı kadar’ olduğu Aleviler ve Ermenilerin ortak bir kültürü paylaştıkları ve 1915’te Ermenilerin ‘hür olabildikleri’ tek” bölgedir. Bunu yüz yıl sonra Mehmed Ali Kangotan kitapta şöyle ifade ediyor: Onlar “Dersimlilerde yaygın olduğu üzere birlikte yaşadıkları kimseyi inancından ötürü düşman görmeme ilkesiyle hareket etmişler, kendilerini ortak hukukun insanları olarak görmüşler”dir.

Kuşkusuz Kürtlerin, özellikle de Dersimli Kürtlerin tarih boyunca otoriteye mesafeli tavrının 1915 örneğinde olduğu gibi oluşturduğu dünyanın yararına olmuştur. Aslında bu tür yasal karşılığı olsun olmasın görece özerkliklerin tüm dünyada denge unsuru oldukları düşünülebilir. Bu denge bozulduğunda ise dünya çoktan ve tamamıyla otoritenin alanı ve mekânı olmuş demektir. Memleket sathının epey zamandır maruz kaldığı şiddet de bu alan etme ve olma ile ilgilidir.

Burada trajik ya da vahim olan ise direnenlerin yakınlarının sözün kendilerine kadar tarihi anlatma ve belirtme konusundaki o korkutucu ihtiyatıdır. Bu da ne söylenmiş olursa olsun azınlık ya da değil, otoritenin zulmüne karşı çıkanlara dönük tarih boyunca süren baskının bugünde de pek azalmadığını bir kez daha gösteriyor. Otoritenin yanında ya da ona itaat ederek bu eylemlere katılanların ya da zulmü daha öteye götürenlerin hâlâ bu dünyayı belirledikleri ve egemenlikleri altında tuttukları düşünülürse, o ihtiyatın artık dünya karşısında genel bir tavır olmaya doğru gittiği rahatlıkla iddia edilebilir. Aslına bakılırsa bugünün şiddeti tek araç ve yol kabul etmiş ötekileştirmesinin de bu ve benzeri tarihlerden beslendiği ve güç aldığı da burada muhakkak belirtilmelidir. Çünkü dünyada zulmün tarihi her zaman ve her daim tektir.

Toparlarsam sözün elinde kalmış büyük ölçüde söylenceye dönüşmüş, dönüştürülmüş bir geçmiş bir ucuyla “Birlikte yaşabilir miyiz?” sorusunu da bir kez “ancak böyle yaşayabiliriz”le yanıtlamış oluyor. Burçin Gerçek’in Akıntıya Karşı da asıl göstermeye çalıştığı, gösterdiği de budur. Birlikte yaşamayı/olmayı reddeden bir dünya karşısında bu cinsten bir geçmişin ortaya çıkarılması birlikte yaşamanın mümkün olduğunu göstermesi bir yana, tekrar birlikte yaşama çağrısı olarak anlaşılmaya ve alınmaya sonuna kadar açıktır.

Mardin Mutasarrıfı gibi “İdarem altındaki insanları sadece Osmanlı tebaası olarak görürüm. Hangi dinden olduklarıyla ilgilenmem, inançları onların hususi meselesidir”. Demek ve bunu herkes için otoriteden ve herkesten istemek ve savunmak için umarız çok fazla geç kalmamışızdır.