Toplumsallığın en temel, en yalın ifadesi ve önkoşuludur: Hal-hatır sorarak başlar her konuşma. Bir nevi zorunluluktur bazen, adabımuaşeret gereğidir, birini bir süredir görmediysen veya hele ki bir şey soracaksan, isteyeceksen, “bir hal-hatır bile sormadan” konuya girilmez. Bir yandan da bir sürü şeyin teyididir çoğu kez: Toplumsallığı tümden kaybetmediğimizin, ötekinin de kendine göre bir “hal”i, kendince yaşadığı bir “şimdi”si olduğunu bildiğimizin, onu düşündüğümüzün, hatırladığımızın, yâd ettiğimizin, bizde bir hatırı olduğunun teyididir. Ama bazen öyle “hal”ler gelir ki insanın başına, hatırlamaya/hatırlanmaya bile “hal”i kalmaz, hatır-gönül bilmek istemez, hesabı ödemeden kalkası gelir bütün muhabbet sofralarından.
Halimizi soruyorlar. Ne diyelim? Hal kelimesinin bütün anlamlarıyla cevap ortada işte: Vaziyetimiz, tavrımız, şimdimiz belli. Bir gelecek var belli olmayan, o da belli olduğunda geçmiş oluyor zaten. Seçimlerimiz sürgün, hapis ya da işsizlik arasındaydı, eğilmeden-bükülmeden ve ortak halimizin hatırına halel getirmeden hangisini yapabileceksek o an, onu seçtik. “Bir ihtimal daha vardı,” demeye dilimizin varmadığı; onu seçen dostumuzun hatırası ve hatırı da ömür boyu yutkunamayacağımız bir yerde duracak elbet.
Şimdi halimizi soruyor sağ kalan dostlar, sağ olsunlar. Ne anlatalım? Bir yerlere alışmakla fazla alışmamaya çalışmak arasında, gündelik hayatı yeniden düzenlemeye çalışmanın banalliği ile bir sürgün entelektüel profilinin gerektirdiği siyasi ve yarı-akademik faaliyetlerin yüksek perdesi arasında bir koşuşturmayla geçip giden günler nasıl anlatılır ki, bir Stefan Zweig veya Erich Maria Remarque değilsen eğer? Anlatmaya çalışsak, ya yavan bir ajanda dökümünden öteye gidemeyiz ya da zamanın ruhundan başlayıp Baudrillardların, Baumanların anlattığı ilhamsız, arzusuz, salt ontolojik düzleme indirgenmiş varoluş hallerine[1] uzanan analizlerde kayboluruz. Böyle oluyor işte: Yaşam salt bir günü kurtarma mücadelesine, öncesiz ve sonrasız bir hayatta kalma savaşına dönüştüğü vakit, ya kendi gündelik angaryalarınla sınırlı bir kişiselliğe hapsoluyorsun ya da kendini hikâyeden çıkarabilmek, bir nebze de olsa duruma hakim olduğun hissine sahip olabilmek için tamamen kişisizleştirilmiş bir büyük resme dönüyorsun. İkisi de sohbet konusu değil. Üstelik ikisini birbirine bile katıp anlatmaya çalışsan, bildiğimiz dünyaya dair her şeyin çöküşüyle senin hayatının bir inşaat alanı haline gelişi arasındaki bağlantının o dehşetli, ama efsunlu his dünyasını anlatmak mümkün değil.
Ve zaten konuşmak da istemiyorsun. Sevdiğin insanlar var elbet, ama kimseyi de özlemiyorsun. Kendine bile halinin nice olduğunu sormaktan özenle kaçarken, başkasına ne anlatacaksın? Bugünlerde “hal”ini en iyi anlatan şey, şunu bunu yapmış, şuraya buraya gitmiş olmak veya sıhhatin değil ki, soğuk ve güneşli bir öğleden sonra, iki sene evvel işini kaybedip evsiz olmadan evvel diplomalı bir aşçı olduğunu ve bugün mağazaların vitrininde kendi yansımasını gördüğünde kendisinden tiksindiğini anlatan evsiz bir adamla tesadüfen sohbet ederken anladıkların... Şimdi gel de anlat bunu, nerede, ne kadar zaman, ne yapacağını, sonrasına dair bir fikrin olup olmadığını sorup duran, sanki kendileri benzer bir durumu çok yaşamış gibi sana ne yapman, nereye başvurman, “Aman! Ne yapıp edip dönme!”men gerektiğine dair bol keseden tavsiyeler sunan ya da sanki sen farkında değilmişsin ve tam da bunu söylediğin için bugün buralarda değilmişsin gibi memleketin ne kadar kötü vaziyette olduğunu anlatıp bir de senden teselli bekleyenlere...
İyidir elbet, iyiliktendir, hal-hatır sormak, hiç değilse, toplumsallığın bu minimumunu kaybetmemeye gayret etmek. Ve fakat, durdurulamayacak bir trend olan o aşınma, zamanın ruhuna yakından temas eden yerlerde dolananlarımız için çoktan başladıysa, henüz bazılarımız farkında değil diye ve bir illüzyonu sürdürmenin hatırına, “İyidir, ne olsun, şunu bunu yapıyorum,” demenin boşluğuna dayanmaya değer mi? Toplumsallaşma, aşındığı yerlerde yama tutar mı? Biz öyleymiş gibi davranırsak, dünya, bildiğimiz dünya olarak kalmaya devam eder mi? İlla ki konuşmaya devam edersek, elbet bir vakit gerçekten konuşulacak bir şeyler bulur muyuz?
Hal-hatır soran dostların çabasını da, bazı durumlarda samimi endişesini de anlamıyor değiliz. Ve fakat, o kadar konuşulacak bir şey yok ki şu halde, halinin sorulması, sıfırın tanımını yapmaktan daha zor. Üstelik öyle dünyayla arandaki mesafenin açılmasından kaynaklanan, nesnesi belirsiz, sınırı bulanık bir korkuya tekabül eden Heiddeggervari bir angst’ın[2] zarif hiçliği de değil bu hal. Tam tersi, çıplak maddi dünyayla arandaki mesafenin, araya hiçbir tahayyülün giremeyeceği kadar kapandığı, ne hiçlik ne de varlık üzerine düşünmenin bir anlam ifade edeceği kadar somut varoluşa gömüldüğün bir durum. O kadar gerçek, acil ve yavan ki, anlatmaya isteğin yok. Ve fakat -görebilen için- o yavanlığın tarihselliği de o kadar dehşetengiz ki, eldeki araçlarla anlatmak mümkün değil.
Belki tam da işte bu anlatma imkânsızlığı ile anlatma isteksizliğinde gizlidir her şey. Bir devir değişiminin sarsıntısı ile geçiş dönemi insanlık hallerinin arasındaki bağlantıyı ifade etmenin hissî ve vicdani araçlarını kaybediyor olduğumuz gerçeğinde... Belki de bu yüzden bugün bir Musil’imiz, Proust’umuz, hatta son derece iddiasız bir hikâyeyle anlatacak bir Schnitzler’imiz yoktur diye düşünmeden edemez insan... Yüzyıl dönümüyse yüzyıl dönümü, üretim araçlarının ve ilişkilerinin dönüşümüyse üretim araçlarının ve ilişkilerinin dönüşümü, paradigma sarsıntısıysa paradigma sarsıntısı; hepsi tastamam. Gel gör ki, anlatmaya çalıştığında, eldeki imkânlar tükeniyor, hiçbir dilde var olmayan kelimeler arar vaziyette buluyorsun kendini. Yenilerini üretmeye kalksan, isteğin, takatin, ilhamın yok.
Kısacası, yaşananlara bir anlam yüklemeye mecalimiz de yok, böyle bir anlamın var olduğuna dair inancımız da. Arzu ve imkânın yokluğu, sözü öldürüyor. Sözle birlikte, ilişki kapanıyor; tahayyülsüz, cezbesiz, köprüsüz bir salt yan yana varoluş halinin renksizliğinde geçip gidiyor günler. En insani, normal koşullarda olmazsa olmaz sosyalleşmeler dahi fazla geliyor, artısız-eksisiz hayatta kalmaya odaklanmış bir yaşamın sohbeti olmuyor. Ve kişisel bugünümüzle büyük resmin gidişatı arasındaki en gerçek nirengi noktası da bu belki: Halimizi anlatacak halimiz kalmadıkça, hatırı sayılacak, hatırası kalacak bir toplumsal dünya da giderek ortadan kalkıyor.
Bütün bir yaşam rasyonel aciliyetlere indirgenmişken, akıllıca tavsiyeler istemiyorsun. Sen bile kendinin nasıl olduğunu bilmezken, seni anlayabileceğini düşünen ve anlamaya çalışmakta ısrar ederek tanışlık görevlerini yerine getirmek isteyenlerin gayretkeş empatisini istemiyorsun. Sen neyi ne için yaptığını ve neyi göze aldığını bilirken, sustukları ve bir şeyleri sineye çekerek bazı cezalardan “yırtmayı” kazanmak sandıkları için esas kendileri acınacak halde olanların uzaktan merhametini hiç istemiyorsun. Fark ediyorsun ki, şimdiyi anlatmak için, geçmiş olana atıfta bulunan “post-” eklerinden başka bir aracın kalmadığı sonralıklar dünyasında, zaten aslında çoktan beridir konuşacak bir şey kalmamış, sadece zaman geçiriyormuşuz. Her şeyin çırılçıplak ortada olduğu, bir daha asla hiçbir şeyin tamamen yeni olmayacağı bir dünyada susmak da yapılabilecek en dürüst şeymiş. Ve “Bir şeyi tamamen anlamak, onun hakkında hiçbir şey söyleyememekmiş”.[3]
Neyse, şimdi birazdan, o üzerine söz söyleyemeyecek kadar anladığın şeyi bir rafa kaldırır, iptal edilen pasaportun olmadan neyi nasıl halledeceğini öğrenmek için avukatlarla görüşmeye gidersin, oradan çıkıp bilmem hangi vakıfla, dernekle, siyasi parti temsilcileriyle, gazeteciyle görüşüp şık analizler yapmaya devam edersin, bir sonraki KHK’nın muhtemel zamanı üzerine bahse girer durumunuza gülersiniz arkadaşlarla, birkaç angaryayı da hallettin mi, gün biter zaten. Günlerinin nasıl geçtiğini soran olursa bunları anlatırsın; bir nefeslik aralarda başını yukarı kaldırıp da bu gökyüzünün altında bütün bu ânın neye tekabül ettiğini, edeceğini sorduğun hal, anlatılabilecek bir hal değildir nitekim... Kendinden de, hasbelkader hatırını soranlardan da mucize beklememek gerekir.
İşte o yüzden... Halimizi soruyor ya bizi hatırlayan dostlar, sağ olsunlar. Ama biraz hatırımız varsa, sormasınlar. Zira biz onu kendimize bile sormuyoruz bu aralar.
Resim: Niyaz Najafov / Portrait (V)
[1] Jean Baudrillard, (2002). Çaresiz Stratejiler. Oğuz Adanır (Çev.), İstanbul: Boğaziçi Üniversitesi Yayınları; Zygmunt Bauman, (1998). Postmodern Etik. Alev Türker (Çev.), İstanbul: Ayrıntı.
[2] Martin Heiddegger, Sein und Zeit, Tübingen: Max Niemeyer, 2006 (19. Basım).
[3] “To understand a thing fully is to be able to say nothing about it” (“Comprendre quelque chose pleinement, c’est pouvoir n’en rien dire”), Marsilyalı tipograf Roger Excoffon’un 100. doğum yıldönümü vesilesiyle, Aralık 2010-Şubat 2011 tarihleri arasında Galerie IFF Marseille tarafından düzenlenen ve Excoffon’un çalışmalarına atıfta bulunan posterlerin sergilendiği Avec Excoffon projesinde kullanılan metinlerden biridir. Metin, ışık sanatçısı Martin Firrell’in 1996 yılında İngilizce, Fransızca ve Rusça olmak üzere üç dilde yayımladığı bir manifestodan alınmıştır.