Televizyon izlemeyi seviyoruz. Yapılan bir araştırmaya göre Türkiyeli izleyiciler günde ortalama dört saat televizyon seyrediyor. Bu sürenin yaklaşık %60-65’ini ise, tekrarları ve özetleriyle birlikte 150-180 dakika süren diziler oluşturuyor[1]. Kimi diziler, rekor bölüm sayılarına erişirken; kimisi sezon sonunu göremeden sessiz sedasız ortalıktan kayboluyor. Bu dizi enflasyonu içinde, özellikle TRT’de yeni bir eğilim özellikle dikkat çekiyor: Yeni Osmanlıcı diziler. Osmanlı/Selçuklu dönemindeki olaylardan “esinlenilerek” hazırlanılan bu dizilerin başında Filinta, Diriliş Ertuğrul ve Payitaht Abdülhamid geliyor.
“Okuduğun Mektebi Kim Açtı Evladım?”
“Sultan susacak, hürriyet gelecek!” Bu nidalarla üniversiteli gençler cami avlusunu inletirken birden Abdülhamid çıkagelir. Tıbbiyede, Mühendishane-i Hümayun’da eğitim gören protestocu öğrencilere sorar: “Okuduğun mektebi kim açtı evladım?” “İstanbul’dan Berlin’e trenle kaç günde gidilirdi?” diye ekler Abdülhamid, “Şimdi üç günde gidilir. Hürriyet istersiniz, hür değil misiniz?”[2]
Esas mesele, gerçekten Abdülhamid döneminde neler yaşandığı değil. O döneme dair televizyon dizileri üzerinden kurgulanan anlatının, günümüz siyasetini nasıl yansıttığı ve şekillendirdiği, zira hiçbir sunum/anlatı masum değildir. Anlatılar, gerçeği birebir yansıtmaz; bilakis yeniden oluşturur. Yeni Osmanlıcı televizyon dizileri de, hiç kuşkusuz, bu minvalde bir siyaset teknolojisi. Geçmişteki olayları yeniden kurgulayarak baskın milliyetçi-muhafazakâr-otoriter siyaset için toplumsal destek imal etmeye çalışıyor.
Öncelikle, Payitaht Abdülhamid örneğinde olduğu gibi, özgürlüğü hizmete endeksleyen bir bakış açısı işlenmeye çalışılıyor bu sunum/anlatıda. Yol, köprü, okul yapmayı; ulusal bir meclise sahip olmaya eşitleyen bu anlatının hiç kuşkusuz günümüz Türkiye siyasetinde çok ciddi bir karşılığı var. Bu yaklaşım; özgürlük taleplerini bir çırpıda gençlerin cehaletine ve yabancı güçler tarafından manipüle edilebilirliklerine indirgiyor. Gezi protestolarının “faiz lobisine” ilintilendirilmesi gibi…
En önemlisi ise, bu örüntülerde tarihî bir süreklilik iddiası var. Diğer bir ifadeyle, “oyunun hep aynı olduğu” vurgulanıyor. Osmanlı’nın kuruluşu öncesinden beri, düşmanların adı değişse de vasıfları aynı, bu dizilere göre. İstifa kurumunun hiçe sayıldığı, sorumluluğun o günkü konjonktüre göre icat edilen türlü türlü yeni dış mihraklara atfedildiği günümüz Türkiye’si, bir anda 13. yüzyıldan bugüne akan tarihî bir sürekliliğin sonuna yerleştiriliveriyor. Bu tarih anlatısının en pratik tarafıysa, muhafazakâr-milliyetçi-otoriter siyaseti bir reçete olarak sunması. AKP’yi Ertuğrul Gazi’nin, Abdülhamid’in, Menderes’in, Özal’ın mirasçısı olarak konumlandıran siyasi söylem, böyle bir tarih anlatısından besleniyor. Belki de bu yüzden, Diriliş Ertuğrul’da da, Payitaht Abdülhamid’de de protagonist karakterlerimiz sürekli, “Biz başaramazsak, bizden sonrakiler muhakkak başaracak!” diyor.
Bu dizilerdeki ana karakterlerimiz, “Haçlı zihniyetinin” vücut bulmuş hali olan düşmanlarla mücadele ediyorlar. Bu düşmanların amacı, elbette, ülkeyi/topluluğu bölüp parçalamak. Avrupa Birliği ülkeleriyle son günlerde yaşanan diplomatik krizlere dönük bir nevi tarihî bir çerçeve/kılıf resmediliyor. “Geçmişte de böyleydi, bugün de böyle” fikri etrafında dönen bu komplocu söylem, dış politikadaki büyük yol kazalarını ve eksen kaymalarını; böyle televizyon dizileri aracılığıyla gerçekleştirilen rıza üretimiyle meşrulaştırıyor. Ayrıca, bu dizilerdeki düşmanlıklar, sadece dışarıdan gelmiyor. İhanet, çokça işlenen bir tema Yeni Osmanlıcı dizilerde. Bu ihanetlerin çoğu da, öyle veya böyle, “topluluğun dışından” olanlarla irtibatta olan kişilerden geliyor: Diriliş Ertuğrul’da Kurdoğlu karakterinin, Payitaht Abdülhamid’de Mahmut Paşa’nın simgelediği gibi. Böylelikle, Türkiye’de ulusötesi bağlantıları olan kentli kozmopolit orta/üst sınıfları “hain” olarak kodlayan “millici, kültürel olarak dışlayıcı ve içe kapanmacı” günümüz siyasi rejimine tarihî bir meşruiyet zemini sağlanıyor.[3]
Zirvedeki Yalnızlık
Bu dizilerin siyaseten tahrip etkisi yüksek, en tehlikeli kavramsallaştırmasıysa, siyasi liderlikle alakalı. Söz konusu dizilerde işlenen liderlerimiz, hatadan münezzeh. En başta izleyiciye büyük bir hata gibi görünen kararların; sonradan çok doğru tespit, öngörü ve eylemler olduğu ortaya çıkıyor. Bu anlatılara göre kusurlu olanlar liderler değil, onların etrafındakiler. Onlar da çoğunlukla “iyi niyetlerinden” hata yapıyorlar. Bu siyasi anlatının iki önemli yansıması var. Birincisi, “iyi niyetle” dahi olsa liderin sözünden çıkılmaması gerektiğinin altı çizilerek lidere mutlak sadakat devşiriliyor. Diriliş Ertuğrul dizisinin üçüncü sezonunda aktarıldığı gibi; ekonomik zorluklar ve bitmek bilmeyen savaşlara rağmen liderin etrafında kenetlenilmesi gerektiği telkin ediliyor. Türkiye’de işsizlik oranının iki haneli rakamlara ulaştığı, Suriye’deki askerî operasyonun sürdüğü böyle bir dönemde; bunun gibi kurgu/anlatılar üzerinden rıza ve lidere güven üretiliyor. İkincisi, liderler hatadan azade oldukları için aslında liderden kaynaklı sorunlarda dahi çözüm liderden bekleniyor bu siyasi söylemde. Etraflarındaki kusurlu aktörlerin değiştirilmesini, en başta onları oraya atayan ve arkalarında duran liderden umuyor bu söylem. Kısaca, “Çok bunaldık be reis,” diyor[4].
Liderlerin “zirvedeki yalnızlığı” da, bu söylemin tasavvurundaki siyasetin acı bir hakikati. Çoğu sırrı etrafındakilerle bile paylaşamaz lider. İyi niyetleriyle hata yapmalarından yahut bir vesile ile ihanet etmelerinden korkar. Bu yüzden, paranoya seviyesindeki şüphe ve yalnızlıkları meşrudur. Payitaht Abdülhamid’in ilk dört bölümü; Abdülhamid’in, ihanetinden şüphe duyduğu paşayı bulma çabası içinde geçti örneğin. Bu süreçte, “savaş kahramanı” Gazi Osman Paşa’dan dahi şüphe etti sultan, bu anlatı/kurgu içerisinde. Bir siyasi lidere; danışmanlarının bile nüfuz edememesi, en yakın çalışma arkadaşlarının dahi fikirlerini değiştirememesi, o liderin herkesten ve her şeyden şüphe duyması, günümüz Türkiye gerçekliğinin bir parçası. Haliyle bu durum, bu gerçekliğe meşruiyet zemini yaratmaya çalışan kurguların da önemli bir kısmını oluşturuyor.
Bu zirvedeki yalnızlığın kayda değer bir istisnası var: dinî otoriteler/tarikat liderleri. Diriliş Ertuğrul’da İbn-i Arabi, Filinta’da Köpekçi Hasan Baba, söz konusu liderlere sürekli nasihatte bulunan, onları dengede tutan, zor durumlarda mucizevi biçimde onlara yardım eden kişiler olarak lanse ediliyor. TRT dizilerinde artık sıklıkla boy gösteren Halveti/Cerrahi ayinleri de bu dekorun önemli bir boyutu. Bir yandan bu kurgu, siyaseti uhrevileştiriyor. Lideri anayasal/kurumlar mekanizmalar değil, ahiret korkusu ve vicdani muhasebesi dengede tutuyor. Diğer taraftan bu anlatı, siyasette cemaatlerin rolünü pekiştiriyor. Atlattığımız darbe girişimi garabetine rağmen böyle bir anlatının hâlâ ve hâlâ sürdürülebiliyor olması ise milliyetçi-muhafazakâr-otoriter siyasetin yumuşak karnı ve açmazı.
Bu dizilerdeki en ilginç anlatılardan bir diğeri, sıradan insanların hikâyeleri. Örneğin Payitaht Abdülhamid’de, sultanın en yakınındaki kişilerden biri, halktan bir arabacı. Bu kişiler, siyasî/askerî konumları gereği, yani meslekleri icabı, “memleketi kurtarma” işine girmiş değiller. Tesadüfler sonucu kendilerini bu yolda buluyor ve lidere bu “davada” yardım etmeye adıyorlar. Günümüz Türkiye siyasetini şekillendiren en mühim gerilim hatlarından birinin elitler-halk karşılaşması olduğunu göz önünde bulundurursanız, bu “sıradan insanların” hiç de “sıradan” olmadıkları berraklaşıyor. Diğer bir deyişle, dikey mobilizasyonun alameti farikası, lidere ve davaya sadakat oluveriyor.
Siyaset Teknolojisi
Türkiye’deki tarih anlatısının siyasi iktidarlara göre şekillenmesi, yeni bir vakıa değil. Türkiye’ye özgü de değil. Kuşkusuz her iktidar kendi siyasi tarih anlatısını yaratır, ulusal kahramanlarını kendi ideolojisi ekseninde seçerek sunar. Bu bağlamda TRT’deki Yeni Osmanlıcı diziler, tarihî olaylardan esinlenmekle kalmıyor; onları spesifik bir şekilde, özellikle günümüz siyasetiyle paralel biçimde kurgulayarak muktedir milliyetçi-muhafazakâr-otoriter siyasete rıza üretiyor. Örneğin Payitaht Abdülhamid’i izleyen bir vatandaşta, “İşte aynı kumpasları şimdiki hükümete de kuruyorlar!” fikrini ve hissiyatını uyandırmayı amaçlıyor.
Bu diziler bir yandan demokrasiyi hizmete indirgeyerek özgürlük taleplerini “Daha ne istiyorsunuz?” zihniyetiyle ötelerken; diğer taraftan iktidar karşıtı her tür sosyal hareketliliği de dış güçlerin türevi olarak okuyor. 13. yüzyıldan beri süregeldiği iddia edilen “Haçlı zihniyetinin” mahsulü muhtelif komplolara karşı çare olarak da milliyetçi-muhafazakâr-otoriter siyaseti, tarihî bir zaruret olarak sunuyor. Daha önemlisi, bu zarurete referansla şiddeti makul bir yöntem olarak takdim ediyor. Örneğin Filinta dizisinde; Abdülaziz’i öldüren ekibi, insanların gözü önünde “ibret-i âlem” için öldüren istihbaratçıların seri infazlarına, hamasi şarkılar arka planda eşlik ediyor. Bu dizilere sinmiş siyasi söylem, toplumsal bir pratik olarak Türkiye’de varlığı giderek daha fazla hissedilen linç kültürünü besliyor. Bu toplumsal hıncın/linçin odak noktasına da ulusötesi bağlantıları olan kentli kozmopolit orta/üst sınıfları konumlandırıyor.
Bu diziler aynı zamanda zehirli bir liderlik algısı yaratarak kültürel olarak dışlayıcı ve içe kapanık siyaseti meşrulaştırıyor. Liderin kusursuzluğu fikrini nakşederken, onun paranoyası ve yalnızlığını da siyasi ve sosyal şartların doğal bir ürünü olarak lanse ediyor. Demokratik/toplumsal/kapsayıcı bir liderlik telakkisinin yerine otoriter/bireysel/dışlayıcı bir liderlik formunu, bu coğrafyaya tarihsel olarak uygun bir metot olarak paketliyor.
Kısaca TRT’de yayınlanan bu Yeni Osmanlıcı diziler; masum dönem dizileri olmaktan çok fazlası. Birer siyaset teknolojisi. Üstelik bizim ödediğimiz vergilerle finanse ediliyor.