Marc Nichanian, 2009 yılının Şubat ile Haziran ayları arasında İstanbul’da verdiği konferansların Türkçe çevirisinde[1], “Okuyucunun Dikkatine” diye seslenirken şu sorunun altını çizer: “Hakikati olmayan bir suçu affetme imkânı var mıdır?” Kitap boyunca ortaya atılan en çarpıcı soru budur. Zira, “Soykırım” meselesine bakışta farklı bir derinliği ihsas ederken, hakikat arayışını da alışılagelenden daha öteye taşımak isteyecektir Nichanian. Belli bir düzeyde hakikat, dürüst ve içten tanıklıkla yanına varılabilen bir şeyken; Nichanian’ın andığı düzeyde, doğrudan ya da dolaylı tanıklık hakikatin kendisi değildir; olamaz. O, olsa olsa, olgusal gerçekliktir.
Nichanian, hukuksal dillendirişten (barışma siyasetlerinden) daha uzağa taşımak üzere, -olgusal gerçekliğin karşılığı “Soykırım”dan çok daha farklı bir anlam dünyasına işaretle- “Felaket”i anarken şöyle söyler: “Felaket, tanığın ölümüdür.” Hayatta kalanların yazıp aktardığı gaddarlıklar, celladın süregiden (gidebilecek olan) iradesine karşı tarih yazma bilincine hizmet edebilir ancak. O anlamda/o düzeyde hakikat arayışına karşı da değildir Nichanian; lakin, “yalnızca sonuçları bakımından Felaket, hakikati olmayan bir suçtur; halbuki tarihsel tanıklık, her zaman Felaket ‘hakikat’ini dile getirdiği izlenimini verir; elbette yanıltıcı bir izlenimdir bu”.[2]
Demek, Felaket’in hakikati olarak hakikat, Felaket’i yaşayanın ölümcül (ölümü ile yaşadığı) tanıklığının içimizde yürüyen derinliği, karanlığı, koyuluğu, uçurumsu boşluğu olmalıdır. Dolayısıyla; hakikat, “suç”un (olgusal gerçekliğinin) o denli uzağında ise, sonuçlara yönelik “af/fediş” de mümkün değildir. “Her tür barışmacı ve siyasal kaygıdan arındırılmış (ve talep ettiği şeyin bilincinde olan) böylesi kökten bir affediş, hiç kuşku yok ütopik ve imkânsızdır.”[3] Peki; geriye ne kalmaktadır, düzmece barışçılığa tercih edilecek “dostluk” ve “yasa saygı”dan başka?
Nichanian, “edebiyat” ile “Felaket” arasındaki öze dayalı ilişkiden medet umar. Tabii, felaketi gaddarlıkların (tecavüzlerin, katliamların, sürgünün…) toplamı olarak alan ve betimleyen, olguları sömürüp anlatıya döken bir edebiyattan değil;[4] “tanıklığın ötesinde”, “dilin sınırında konumlanan” ya da “çaresizliği ve imkânsızlığı kendi bünyesinde deneyimleyen” bir dil içinde kendisini kuran edebiyattan. Ancak böylesi bir dilsel edim, “tanıklık etmenin imkânsızlığına tanıklık edebilir”.[5]
*
Bana Nichanian’ı hatırlatan Fatih Akın’ın son filmi Paramparça (In The Fade) oldu. İşyerine konan bomba ile paramparça olan baba ve oğulun arkasında kopkoyu bir kuyuya yuvarlanan, adaletin soğuk yüzüyle karşılaştıkça intiharla intikam arasında savrulup solan kadının hikâyesi.
Akın’ın 2014 tarihli, doğrudan “The Genocide”ı işleyen Kesik (Cut) filmi, -kendimi bitimsiz yasın mağdurları yerine koyduğumda- beni, Nichanian’ın altını çizdiği anlamda “gerçekçi bir hakaret” edilmişlik duygusunun ötesine geçirememiş iken (zira, olgusal gerçekliğin birebir temsilleri ile dolu, katur kutur bir dile bürünmüştü); bu, “soykırım”la (diyelim, “Holokost”la) doğrudan ilintili olmayan film, nasıl olmuştu da, Nichanian’ı ve “Felaket”i anımsatmıştı bana?
Filmin merkezinde ve ana hareket mihverinde, insan eliyle yaşatılmış (“dişe diş, göze göz”e bile oturtulamayacak) bir büyük kaybın (sevgili/eş ve çocuk/oğul) ve fırtınalı yas sürecinin yer alışı olmalıydı bana “Felaket”i anımsatan: Ateş düştüğü yeri yakarken, hukuksal/biçimsel adalet arayışının (nesnelliğe halel gelmese bile ya da, -kaçınılmaz- nesnellikten öteye geçilemedikçe) kadının içindeki ateşi harlamaktan başka şeye yararının olmaması hali. Affedilmesi mümkün olmayan (hakikati, gündelik hayata taşınamayacak denli derinde olan) suçun yaşattığı büyük acıdan -sündürülmüş kurumsal adaletin de refakatiyle- “intikam” duygusuna savruluş. Mukabil yok edici şiddetin faili olma tasavvuru içinde, kaybı yaşatan fiil ve faili ile yüzleşme: İki yüzünün keskinliği ile bıçak gibi bir çatışma.
*
Felaket’i az da olsa anlamak istiyorsak, şu soruyu sormamız gerektiğini söyler Nichanian: “Eğer felaket bir son ise, neyin sonudur?” Şu fark edişe çağırmaktadır bizi: Felaket, bir anda -doğal âfet gibi- patlayan bir şey değil; bir sürecin sonu(cu)dur: “Yani Felaket’in ayırt edici niteliğinin, tahakküm eden ile tahakküm altında olan arasındaki kurban ilişkisinin sona ermesi olduğunu söylemiş oluyorum”.[6]
Paramparça’da, kadın (anne/eş), Almanya’da, yaşadığı kentte, göçmenlere ve özellikle de Türkiyelilere (Türk-Kürt) yönelik ırkçı nefretin tanığıdır. Bombayı koyanların neo-Nazi olduklarını teşhiste zorlanmaz. Teşhise, birçok ihtimal içinde bir ihtimal gibi yaklaşsa da, kadını, kanlar içinde ölüme yattığı küvetten hukuksal adalet arayışına ve hayata yeniden çağıran da yine aynı emniyetin delillerin kadının teşhisini doğrular yönde olduğunu belirten telefonudur. Bir Alman kadın, yok edilmişlikleri ile bir göçmen Kürt adam ve bir oğul, Nazi soykırımını tarihsel yüküyle güne taşıyan neo-Nazi genç çift ve onların yurtdışı/Yunanistan bağlantılı fikirdaşlarının tanıklığıdır adalet arayışında sahnede yerini alan.
*
“Hakikati olmayan suçun affı mümkün müdür?” diye sormuştu Nichanian -yanıtı kendi içinde yatan sorusuyla. Öyle olunca, barışma; mümkün müdür? Nichanian için barış(ma), hukuksal, siyasal alanda geçerlidir; hakikati fevkalade derinlerde olan Felaket acısıyla barışık kalınamayacağı için. Dolayısıyla, barış siyaseti, gerçek anlamda “yas”ın (“imkânsız yas”ın) da gaspıdır.[7]
Peki, sahte bir “birlikte-varlığın demos tarafından barışçıl siyasetlerle inşası” sorgulanmaya değerse; barışçıl siyasetler ve hukuksallık, imkânsız yasın gaspı anlamına geliyorsa ne yapılmalı? Nichanian, toplumlarını barışa ve özgürlüklere yönlendirmek isteyenlere köstek olunması niyetlisi değildir elbet; bir şartı vardır sadece: affetme ile barışmanın birbirine karıştırılmaması.
Hasılı; yası imkânsız kayıp, tahakküm edenle tahakküm edilen arasındaki ilişkinin sonu(cu) ise, -imkânsızlığın samimi idraki ile birlikte- “demos”un söz konusu ilişkileri tasfiye talebi olacaktır kalıcı barışın güvencesi. Ya da, bir nebze, halden anlayıcılığın (“empati”nin) ifadesi. Ötesi; -mağdurda- kendini ya da kendisi ile birlikte ötekini yok etmeye meyyal intikam duygularının vesilesi.[8]
[1] Edebiyat ve Felaket, çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim Yayınları, birinci baskı, 2011. Nichanian, söz konusu konferansların gerçekleşmesini mümkün kılan Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Başkanı Osman Kavala’ya özellikle teşekkür ediyor. Biz de, bu vesile ile, 1 Kasım 2017’ten bu yana tutuklu olan Kavala’ya saygılarımızı iletmiş olalım.
[2] “Yalnızca tek bir tarih vardır. O da, daima faillerin tarihidir. Tarih kendi özü bakımından, şaşmaz olarak ve derinlemesine faillerin suç ortağıdır. Tarih taraf tutmaz, diyordu Benjamin. Elbette. Taraf tutmaz, çünkü başından beri tarafını seçmiştir” (a.g.e., s. 199).
[3] A.g.e., s. 19.
[4] Aynı değerlendirişle, Nichanian, işkencenin de anlatıya dökülemeyeceğini ifade eder. Zira, işkencenin en korkunç yanı çektirilen fiziksel acı değil; kurbanı, insanlığın(ın) dışına atarak kendi tanıklığında öldürmeyi hedeflemiş olmasıdır.
[5] Ayrıca, bkz. Halûk Sunat, “Acıya Dokunmak, Hakikat, Yas ve Yaratma Edimi”, Varlık, Haziran 2016.
[6] Ag.e., s. 191. Söz konusu tahakküm ilişkileri ile “soykırım” arasındaki münasebeti irdeleyen bir yazı için, bkz. Halûk Sunat, “Ermenilerin Zorla Müslümanlaştırılması’ndan Kürtlerin Yoksanışına ‘Çözündürme Dersleri’”, kuyerel.org (Şubat 2016).
[7] A.g.e., s. 200. Jacques Derrida, 1998’de, Fransızca Konuşan Yahudi Aydınlar Yıllık Kongresi’inde, “çoğunlukla pişmanlığın ve affedilme talebinin eşlik ettiği tiyatrovari bir süreç” olarak tanımlar söz konusu ‘barış siyaseti’ni (a.g.e., s. 205). Derrida’ya atıfla, “affetme sahnesinin küreselleştirilmesi sorunu, itirafın ve tanıklığın dünya çapında tiyatrolaştırılması”dır der, Nichanian (a.g.e., s. 207).
[8] Bu yazıdaki ana izleğe temasla, Michael Haneke’nin Saklı (Caché, 2005) filmi üzerine yazılmış yazı dizisi için, bkz. Halûk Sunat, “Saklı: Psikanalitik Duyarlıkla Tekinsize Bakmak”; “Saklı: Psikanalitik Duyarlıkla Tekinsizi Okumak”; “Psikanalizin Dolayımında, Tekinsiz ve Yaratma İlişkisi”; “Ruhsal Örselenme, Yetimlerin Kardeşliği ve Saklı”, Varlık dergisi, Aralık-Ocak-Şubat-Mart, 2017-2018. Ayrıca; -90’lı yıllarda Türkiye Kürt coğrafyasında yaşananları da içermek üzere- “Çatışma Sonrası Süreçte Adalet ve Geçmişle Yüzleşme Talepleri”nin değerlendirildiği Hiçbir Şey Yerinde Değil, Nesrin Uçarlar/DİSA, İletişim Yayınları, 2015.