Antropoloji ve arkeoloji gibi beşeri bilimlerin bize öğrettiği ortak bir husus varsa o da diğer varlıklar arasında insanın doğada toplu halde yaşayarak varlığını sürdürebilen bir tür olduğudur. MÖ. 3. yüzyılda yaşamış Grek filozof Aristoteles’in insanı “politik bir hayvan” olarak tanımlamış olması, en temelde onun toplu halde yaşaması ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olan siyaset kurumunu geliştirmiş olmasına işaret eder. Toplu halde yaşama insan grupları için aynı zamanda “biz ve onlar” ayrımıyla birlikte gelişmiştir. Başta felsefe olmak üzere, sosyal bilimlerde hakkında büyük bir külliyatın var olduğundan bahsedilebilecek bu ayrım, toplumlara dayanışma duygusu, aidiyet bilinci ve nihayetinde bir kimlik kazandıran temel bir husus olmuştur. Her kimlik, aynı zamanda diğer kimliklerin karşısında veya yanında gelişmiştir. Yabancıyı, bilinmeyeni ve çoğu zaman potansiyel düşmanı temsil eden “öteki” bu manada dayanışmayı besleyen ana unsurlardan biri olarak konumlandırılmıştır. Topluluklar kendilerinden olmayanlar karşısında dayanışmaya dayalı bir sosyal yapı kurarak varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu yapıyı cemaatsel (gemeinschaft) olarak niteleyen Alman düşünür Ferdinand Tönnies, bunun sanayi devrimi ve kapitalizmin ortaya çıkışıyla çözüldüğünü ve Avrupa toplumlarında bireyselleşme temelinde (modern) toplumun (gesellchaft) ortaya çıktığını ifade eder. Bunu mekanik ve organik dayanışma şeklinde kavramsallaştıran Emile Durkheim ilkinde kolektif bilinç çok güçlü iken, ikincisinde bireysel bilincin geliştiğini vurgular. Kırdan kentlere doğru yapılan göçlerin beslediği bu yeni sosyal yapı aynı zamanda farklılığın toplumsal anlamda bir arada bulunabildiği, dolayısıyla “biz ve onlar” ayrımının silikleşmeye başladığı bir merhaleye işaret eder. Bu da modern toplumun önemli bir özelliği olan kozmopolit düşünüş ve sosyal yapısının Batı toplumlarında yaygınlaşması manasına gelmektedir.
Yine bu dönemlerde Avrupa’da gelişen milliyetçilik ve bunun bir ürünü olan ulus-devletleşme “biz ve onlar” ayrımının çok büyük kitleler çapında yeniden inşa edilmesi sürecini ifade eder. Uluslar çok büyük ölçeklerde birer “biz” mefhumuna sahip yapılar olarak ortaya çıkar. Merkeziyetçi ve homojenleştirici politikaların egemen olduğu bu süreç, 1960’lardan itibaren çoğulculuğu ve farklılıkları savunan çokkültürlülük politikalarıyla, 1980’lerde belirgin hale gelen küreselleşmeyle ve nihayet 1989’da Soğuk Savaş’ın bitmesi neticesinde liberal demokrasinin gelişmesiyle devam eden bir seyir izlemiştir. İnsanlığın medeniyet inşası çabasında iyimser bir ruh halini yükselten bu gibi gelişmeler çok geçmeden büyük bir hayal kırıklığı yaratmıştır. Yaşanan bu gelişmeye ilişkin birçok sebep sıralanabilir. Fakat bunlar arasında en öne çıkan olgular olarak; etnik uyanışla beraber dünyanın farklı bölgelerinde oluşan mikro milliyetçilikler, küreselleşme ve ulaşım teknolojilerinin sağladığı imkânlara bağlı olarak artan uluslararası göçlerle birlikte ortaya çıkan yeni etnik azınlıklar, bunun karşısında yükselen yabancı karşıtlığı ve ırkçılık sayılabilir. Kültürlerin siyasallaşması ve kimlik siyasetinin politik alanı belirler hale geldiği bu yeni durum cemaatleşmenin yeniden doğuşunu hatırlatır. Ulrich Beck’e göre “bugünkü büyük sorun, bizim hâlihazırda neredeyse kozmopolit olan acı durumumuz ile kozmopolit bir farkındalığa, kafa yapısına ya da tavra sahip olmayışımız arasındaki yaman çelişkide yatmaktadır.[1]
Alain Touraine bu konudaki hayal kırıklığını ise şu sözlerle ifade eder: “Cemaatten topluma, yani herkesin ne olduğuyla tanımlanmasından, ne yaptığıyla tanımlanmasına geçtiğimizden emindik. Hâlbuki ters yönde harekete geçtik ve en olumlusundan en iğrencine kadar her biçimiyle cemaatçi ruh, her yerde ortaya çıkıyor.”[2]
Cemaatçi ruh belki de aslında her daim mevcuttu. Topluma geçiş hakikatte belki de yalnızca belirli bir coğrafyada ve belirli bir dönemde yaşanmış tarihsel bir vakaydı. Sınıfı tarihin temel bir öznesi olarak tanımlayan Marksist kuramın yanılgılarından biri olarak geçmesine sebep olan etnisiteyi geçici bir olgu olarak konumlandırması birçok düşünüre göre işçi sınıfının ve sendikaların ve bunları savunan sol siyasetin gerileyişiyle paralel yol almıştır. Etnik uyanış üzerine yaptığı çalışmada Bell, etnik hareketlenmenin ileri sanayi toplumlarında sınıf tanımlamasının azalan gücünün yerine geçtiğini düşünür.[3]
Duygunun baskın geldiği örgütlenmeyi ifade eden etnik cemaatleşme ve bunu besleyen milliyetçiliğin günümüzde egemen ulusları yeni bir cemaatçi ruhla beslediği ifade edilebilir. Milyonlarca insanı içine alır şekilde “biz ve onlar” ayrımını yeniden tahkim eden bu gelişmenin, erken dönem ulus inşası sürecinden farklı olduğu iddia edilebilir. Süreç cumhuriyetçi veya çokkültürlü modelde olduğu gibi farklı etnik veya göçmen grupları egemen kültürle kaynaştırıcı, dolayısıyla da kapsayıcı bir nitelik taşımak yerine, egemen kültüre mensup ulusların kendilerini aralarına sonradan dahil olan göçmen veya mülteci gruplar karşısında temelinde ekonomik kaygıların yattığı korumacı bir dayanışma yaratan, bu sebeple de dışlayıcı bir özellik taşımaktadır. Bu durum “ev sahibi olma” etrafında oluşan yeni cemaatçi bir ruh olarak tarif edilebilir. “Burası benim ülkem” yargısında somutlaşan bu ruh kendini çoğunluğu oluşturan kitlenin dışında başka kimliklere mensup bireyler ve en fazla yeni gelenler üzerinden üretiyor. Özellikle göç alan devletlerin toplumlarında ortaya çıkan bu yeni cemaatçi anlayış korumacı, içe kapanmacı, gerici ve dışlayıcı bir söylemle birlikte ilerlediği ifade edilebilir.
Gelinen nihai noktada milyonları bulan çok sayıda insanın bulunduğu yerden memnun olmadığı, herkesin bir yerlere göç etmeye çabaladığı veya hayalini kurduğu, ama öte yandan kimsenin başkalarını komşu olarak istemediği, küresel olarak birbirine bağlı ama aynı zamanda cemaatleşen bir dünya söz konusu.
Cemaatçi anlayışı desteklemek amacıyla kimlik ve değerler üzerine yapılan vurgu bu manada kritik bir önem taşımaktadır. Yeni gelenler yerleşik toplumun değerlerini yozlaştırıcı alışkanlıklarını beraberlerinde getirdikleri, ev sahibi topluma ait “gerçek” kimliğin bu manada kaybolma tehlikesi taşıdığı sıklıkla ifade edilir. Yeni gelenler bu manada ulusal kültüre tehdit oluşturur bir sıfatla nitelendirilirler. Bu söylemin ise en fazla popülist siyasette iş gördüğü ve ona hayat kazandırdığı ileri sürülebilir.
Dünyanın farklı ülkelerinde elde ettiği başarı itibarıyla bugün politik alanı belirleyebilecek bir konuma erişen popülist siyasetin bu başarısı “biz ve onlar” ayrımına dayalı söylemi ustalıkla kullanmasında aranabilir. Bu söylem seçmenlere “sorunu” somut ve basit şekilde göstermesi açısından kitlelerin desteğini kolaylıkla kazandırabilmektedir. Sorun ise popülizme göre apaçık ortadadır; kitlesel halde ülkelerine göç eden insanlar, haberlerde, tartışma programlarında konuşulan, kamusal mekânlarda göze batacak şekilde rastlanılan ve bizden olmayanlar, ötekiler, yani yabancılardır.
Popülist siyaseti ve onun beslendiği yabancı düşmanlığını yükselten sebeplerin neler olduğu konusunda yapılacak bir tartışmada hiç kuşkusuz en başa ekonomik ve güvenlik gibi sebeplere bağlı olarak artan uluslararası göç ve 65 milyonluk nüfusla tarihte hiç görülmemiş bir rakama ulaşmış yerinden edilmiş insanların sayısı konulabilir. Küreselleşme ve onu destekleyen neoliberalizmin yarattığı yapısal değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan küresel sosyal eşitsizlik ve yoksulluk kitlesel uluslararası göçlerin ana sebeplerinden bazılarını oluşturmaktadır. Neoliberalizmin devletlerin ekonomik ve sosyal politikaları ile üretim süreci üzerinde yarattığı yapısal değişimlerin birer sonucu olarak yoksullaşan ve nüfusları hızla artan bölgelerden insanların ekonominin daha iyi durumda olduğu bölgelere doğru göçleri ve yine aynı sebeplerden ötürü refah içindeki ülkelerdeki gelir kayıpları ve işsizlik gibi sorunlar sebebiyle yabancılar, sofraya sonradan dahil olan ve darlık yaratan başlıca özneler olarak tanımlanmışlardır. Bu analize ayrıca küreselleşme sürecinin yaratmış olduğu imkânlardan bazılarını oluşturan sermayenin ve malların serbest dolaşımı ile kitle iletişim araçları ve ulaşım teknolojilerini de dahil etmek gerekir. Batılı ülkelerin sanayi devriminden bu yana ekonomik alanda devam eden rakipsiz üstünlükleri ve refah açısından avantajlı durumları, Güney Doğu Asya ve Güney Amerika gibi bölgelerde kalkınmada sağlanan başarılar neticesinde kaybolmaya başlamıştır. Batı’nın öncülüğünü yaptığı ve başlarda bu toplumlar için avantajlı olan küreselleşmenin bu gibi sebeplerden dolayı Batı aleyhine işlemeye başladığı ifade edilebilir. Sermayenin kaçışını önlemeye dönük politikalar, sınır güvenliğinin artırılması gibi çabalar bu iddiayı destekler bir nitelik taşımaktadır. Bu noktada Batılı ülkelerin kentlerinde yaşanan terör saldırıları özellikle sınırların daha iyi korunması gerekçesini kitlelerin gözünde daha inandırıcı bir aşamaya taşıyan sebebi teşkil ediyor diyebiliriz. Tüm bu sayılanların popülist liderlerin savunduğu başlıca konular arasında yer almaktadır.
Sayılan bu etmenlere, dünya nüfusunun hızla artıyor olması ve yedi milyarın üzerindeki nüfusun geçim, barınma, eğitim, sağlık gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması gerekliliğine karşın, devasa kitlelerin yönetilebilirliğinin bir hayli güç hale gelmiş olması olgusu eklenebilir. Bu analize ayrıca günümüz dünya nüfusunun, klasik modern dönemin kitle toplumunun özelliklerini taşımadığı, bunun çok ilerisinde teknolojilere sahip olduğunu ama kültürel anlamda yakın seviyelerde kaldığı iddiası dahil edilebilir. Bu manada Ortega y Gasset’in fiziksel olgular karşısındaki becerisine karşılık, ruhsal ve kültürel anlamda sığ, irdeleme gereksinimi duymayan, tek boyutlu adam olarak tarif ettiği kitle insanının oluşturduğu erken dönem modern Avrupa toplumuna yönelttiği eleştirilerin, biçim değiştirmiş ve teknolojik manada daha karmaşık araçlara sahip günümüz küresel kitle toplumu için de geçerli olduğu savunulabilir.[4] Kitle insanının sahip olduğu aklın egemen olma halini anlatan Kitlelerin Ayaklanması durumundaki toplumlar birbirine çok benzer insanlardan oluşur. Sıradanlaşma, yani homojenleşme bu toplumların önemli özelliklerden birini meydana getirir. İnsanlar farklılıklara karşı tecessüslü ve kimi zaman da tahammülsüzdürler. Tarihsel akıl ve kültürel derinlikten yoksun olmaları sebebiyle de kitleler toplumları kolaylıkla çatışmalara sürükleyebilirler. Kısaca, denebilir ki kitle toplumları rahatlıkla mobilize edilebilen, manipülasyona açık, kimlik siyasetine rahatlıkla destek sağlayabilecek ve en nihayetinde cemaatleşmeye rahatlıkla kayabilecek nitelikler taşıdığı için popülist siyasetin bugün dünyanın farklı coğrafyalarında yükseldiğine şahit olmaktayız.
[1] Bauman, Z. (2017). “Nesnesini ve İsmini Arayan Semptomlar”, Büyük Gerileme, haz. Geiselberger, Heinrich. İstanbul: Metis Yayınları.
[2] Touraine, Alain. (2008). Başka Türlü Düşünmek, İstanbul: Kırmızı Yayınları.
[3] Castles, S. ve M, M. J. (2008). Göçler Çağı, Modern Dünyada Uluslararası Göç Hareketleri, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
[4] Gasset, J. Ortega. (2013). Kitlelerin Ayaklanması, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.